Neşeye övgü
– ya da sığınak olarak kitaplar
Pandemi, mülteciler, Ukrayna savaşı, küresel iklim krizi, yolsuzluk, politik gerginlik, artan ırkçılık ve ayrımcılık, ekonomik kriz, distopyalar… Bütün bu gergin gündemi biraz olsun unutup rahatlamanızı sağlayacak, seyahatte ve tatilde yanınızda gezdirebileceğiniz, neşeli ve sürükleyici bazı kitaplardan küçük bir derleme...
Yaz günlerinde, özellikle de tatilde, seyahatte hafif kitapların okunması gerektiği konusunda bir görüş birliği var… Hafif kitapların neye, kime göre hafif olduğu ise ayrı bir mesele. Biz tatil ya da yaz kitaplarından çok, neşeli kitaplardan bir liste yapmaya çalıştık – yazılarda göreceğiniz gibi, hafiflik ve neşe üzerinde tam anlaşamasak da. Bu anlaşmazlık okuyacağınız listeye çeşitlilik olarak yansıdı.
Pandemi, mülteciler, Ukrayna savaşı, küresel iklim krizi, yolsuzluk, politik gerginlik, artan ırkçılık ve ayrımcılık, ekonomik kriz, distopyalar… Bütün bu gergin gündemi biraz olsun unutup rahatlamanızı sağlayacak, seyahatte ve tatilde yanınızda gezdirebileceğiniz, neşeli ve sürükleyici bazı kitaplardan küçük bir derleme yapmaya çalıştık. Gerçi son sayfayı çevirdikten sonra yine bu dünyadayız, ama hiç değilse gündemle baş edebilmek için biraz daha rahatlamış olarak…
BEHÇET ÇELİK
Geçmişten/bugünden, uzaklardan/buradan “neşeli” birkaç kitap
Selahattin Demirtaş’ın son romanı Efsun hakkında K24’te yayınlanan yazımda Refik Halid Karay’ın şu cümlesini alıntılamıştım:
“Türk kütüphanesi kupkuru deyemesek de san’at tebessümünden tamamiyle mahrum kalmış, somurtkan ve ukalâ bir surat takınmıştır! Bu, büyük bir eksikliktir, hattâ zarar verici bir kusurdur!”
Karay’ın bu cümlesi 80 yıl öncesinden, Hüseyin Rahmi’nin bir halefinin çıkmamasından dert yandığı, “Mizahî Roman İhtiyacı” başlıklı yazısındandı. Aradan geçen bunca zaman içerisinde edebiyatımızın ana ekseninde bu eksikliğin devam ettiğini söylemek çok yanlış olmaz sanırım. Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Muzaffer İzgü gibi büyük mizah yazarları ya da Oğuz Atay gibi metnini ironi, parodi, oyunlar üzerinden kurgulayan büyük bir edebiyatçı çıkmamış değilse de, kabul etmek lazım, tebessüm etmenin, ettirmenin bir parça hafiflik olarak algılanageldiği açık. Son yıllarda popüler bir tarz olarak absürdlüğü uç noktalara taşıyan, gücünü sarkastizmden alan kitaplarda bir artış söz konusu olsa da, günümüzden “neşeli kitaplar” seçmek kolay değil. (Bunda sadece edebiyata hâkim olan gayri mütebessim anlayış değil etkili olan, memleketin hali pür melali de bir o kadar etkili.) Eskilere bir bakalım öyleyse.
Bu sene başında bir vesileyle Refik Halid’in Nilgün’ünü okudum. Bu bin sayfalık “aşk, dram, macera, ihtiras, intikam…” romanında Refik Halid, ilk ciltte “Türk Prensesi” ikincisinde “Mapa Melikesi” olan Nilgün’ün romanın anlatıcısını her seferinde alt edişini, adamcağızın düştüğü halleri, oyuna gelişlerini, yaşadığı buhranları, gelgitleri, Uzak Asya’nın ve Afrika’nın egzotik mekânlarını ve oralardaki gündelik hayatı o tatlı ve mütebessim söyleyişiyle anlatıyor. Gelgelelim, bin sayfalık bu romanı “seyahatte ve tatilde gezdirmek” hiç kolay değil. Bu yüzden Refik Halid’in gazete ve dergilerde kalmış düzyazılarının bir araya getirildiği Memleket Yazıları dizisini önereceğim ilk olarak. Tuncay Birkan’ın özverili emeğiyle gün yüzüne çıkan bu on sekiz kitaplık dizide çok farklı konulardaki yazıları toplandı. Seyahat, İstanbul, yemek, dil, edebiyat, güzel sanatlar, sahne sanatları, bitkiler, hayvanlar bu konular arasında sayılabilir. Beri yandan pek çok yazısında bu konular birbirinin içine geçer Refik Halid’in, bir yemekten söz ederken, bitkilerden, eski İstanbul evlerinden, mahallelerinden, yangınlarından ve yaşayışlarından söz ediverir satır, cümle aralarında. Bu diziden öncelikli önerim Mutfak Zevkinin Son Günleri. Yahya Kemal’in “Türkçeye yeni bir çeşni vermiş[tir]” dediği Refik Halid’in düzyazılarını vazgeçilmez kılan sadece anlattıklarının zenginliği değil; söyleyişlerinin, dil ve üslubunun verdiği zevk de bir o kadar, belki de daha önemli.
Neşeli kitaplarını önereceğim, Karay’ın dönemdaşı bir başka yazar da Osman Cemal Kaygılı. Refik Halid’den sadece iki yaş küçük olmasına rağmen Karay ona hem Sinop sürgününde ağabeylik yapmış hem de sonraki yıllarda edebiyat/yayın dünyasında her zaman desteklemiş. Bir yazısında onun adını Hüseyin Rahmi ve Ahmet Rasim’le beraber anar.
“Şayet sağlam bir bünyeye sahip olsa, yaşasa ve çalışmasını yoluna koysaydı ikisini de [Hüseyin Rahmi ve Ahmet Rasim’i] geçerdi. Nitekim Aygır Fatma ile Çingeneler’de yalnız onları değil, şimdiye kadar gelip geçmiş bütün muharrirleri birçok bakımdan geride bırakmıştır.” (Edebiyatı Öldüren Rejim, İnkılap Yayınları, 2014, s: 223)
1952’de İnci Mecmuası’nın anketindeki “Beğendiğiniz romancı?” sorusuna “Osman Cemal’den başkasını tanımıyorum” yanıtını veren Sait Faik de, onun en bilinen yapıtı Çingeneler için “Muhakkak bir şaheserdir” demiştir.
“Osman Cemal’in bu kitabı için röportaj kokuyor, demişlerdi. Kokladım, mis gibi bir şaheser, bir hakiki roman davantür, avantür romanı kokuyor. Fazla olarak bir de hakiki bir örf ve âdet romanı. Bu iki janrı birleştirerek bize Türk edebiyatının en güzel eserini veren Osman Cemal’e beni okuyanlar birer tane o kitaptan edinerek hayran olsunlar” (Hikâyecinin Kaderi, YKY, s: 79)
Osman Cemal’in sadece romanları değil, düzyazıları da “neşeli kitap”lardır. Köşe Bucak İstanbul, adından da anlaşılacağı üzere İstanbul’un farklı mahalleleri, semtleri üzerine ve oralardaki yaşayışlar, insanlar, mekânlar üzerine kaleme alınmış yazılardan oluşur. (Can Yayınları, 2019, 360 s.) Geçen yıl yayımlanan Eski İstanbul Akşamcıları’ndaysa (Can Yayınları, 2021, 80 s.) büyük bölümü 1932’de Vakit gazetesinde “Niçin İçerler, Niçin Sarhoş Olurlar” başlığı altında yayımlanan yazılar yer alıyor; bunların yanında benzer temada kaleme aldığı farklı dergi ve gazetelerden yazılara da yer verilmiş.
“Hep mi İstanbul yazıları?” diyecek olanlara önereceğim “neşeli” kitap ise Yoldaş Pançuni. (Aras Yayıncılık, çev: Sirvant Malhasyan, 2008, 205 s.) 1869 Yenikapı doğumlu Yervant Odyan’ın ilk olarak 1908’de tefrika edilen, 1911’de de İstanbul’da Ermenice olarak yayımlanan bu muhteşem kitabının hak ettiği ilgiyi gördüğü söylenemez. Bu topraklarda yazılmış mizah şaheserlerinden biridir oysa. Birçoklarınca Don Kişot’la da kıyaslanan Pançuni unutulacak bir tip değildir. Yazılmasının üzerinden neredeyse yüz yirmi yıl geçmesine rağmen, okurken Pançuni’nin ne çok benzeri olduğunu fark ederiz. Belki biraz da Orhan Kemal’in Bekçi Murtaza’sını andırır bu yanıyla. Okuyan çoktur, ama okumayanların bile diline pelesenk olmuştur Murtaza; görevine aşırı düşkün olanlar için sıklıkla “Murtazalaşmak” tabirini kullanırız. Pançuni de böyle bir tiptir; Türkiye’de edebiyat tarihi ve kanonu Türk ve Müslüman yazarların eserleriyle sınırlı kalmasaydı, belki bugün Murtazalaşmanın yanında “Pançunileşmek”ten de söz edilebilir, laftan anlamaz, alabildiğine inatçı, amaçlarının tam tersi sonuçlara ulaştığında dahi olan bitenleri kendi kafasındakilerin olumlanması olarak değerlendiren insanları Pançuni’ye benzetip meramımızı edebiyatın sunduğu imkân içerisinde kolayca ifade edebilirdik.
Yirminci yüzyılın başında Anadolu’daki Ermeni köylerinde sosyalizmi yaymayı vazife edinmiş biridir Pançuni; onun hikâyesini aktarırken Odyan o tarihlerde Ermeni ve Kürt köylerinde nasıl bir hayat yaşandığına dair sahneler de sunar. Bir yanda da bugünleri anlatıyor gibidir. Bugünleri ve farklı siyasi görüşlerdeki pek çoklarını. Kimi kavramları sürekli yineleyerek kendisine yöneltilen eleştirileri alt ettiğini sanan, eleştirileri dikkate almak yerine sürekli saldıran, kulaktan dolma saçma sapan şeyleri, komplo teorilerini ağzına sakız eden, yandaşlarını da bunlara inandırmak için alıntılamaktan usanmadıkları sözlerin kendilerine sonsuz haklılık bahşettiğine inanan, söylediği sözün, yazdığı cümlenin nereye gittiğinden habersiz, dinlerken ya da okurken her seferinde şaşakaldığımız Pançuniler, sadece siyasi alanda değil, başka alanlarda da şanlı mücadelelerine devam ediyorlar.
Söz siyasete geldiğine göre –“neşeli” kitaplar da yalıtık değiller bundan– geçen yüzyılın sonuna gidelim bu kez, ama biraz uzak bir coğrafyaya, El Salvador’a. El Salvadorlu yazar Horacio Castellanos Moya’nın 1997’de yayımladığı Thomas Bernhard San Salvador’da alt başlığını taşıyan Tiksinti’si (Notos Kitap, 2019, çev: Süleyman Doğru, 102 s.), hayli öfkeli, küfürbaz anlatıcısına ve konu aldığı iç savaş ve sonrasındaki toplumsal-siyasal çürüme meselesine rağmen “neşeli” saymanın mümkün olduğu bir roman. Müthiş bir hiciv ve kara mizah metni. Nitekim Moya da, yayımlanmasının ardından ölüm tehditleri almasına neden olan bu romanı yazarken çok eğlendiğini itiraf ediyor kitabın sonundaki notta.
“San Salvador’u kültürel ve politik olarak yıkıma uğratmayı –tıpkı Bernhard’ın Salzbourg’a yaptığı gibi– hiciv ve parodi, ısırık ve çıngırak zevkiyle gerçekleştirmek istediğim bu kitabın yazımı sırasında, intikamını alan güceniğin muradına ermesine benzer bir duyguyla eğlenmiştim.” (s: 100)
Romanın anlatıcısı Edgardo Vega, annesinin vefatı nedeniyle on sekiz yıl önce terk ettiği El Salvador’a dönmüş, Kanada’da yaşayan bir sanat tarihçisidir. Roman boyunca eski okul arkadaşı Moya’ya hiç söz alma fırsatı tanımaksızın söylendikçe söylenir, ülkesine dair birçok şeye, pek çok kişiye öfkeyle, şiddetle veryansın eder, kendisini dinleyen muhatabı da dahildir buna. Verip veriştirir. Kendisi dışında tutarlı, haklı kimse yoktur.“Yegâne ilgi alanları askerleri taklit etmek ve şirket yöneticisi olmak olan bireylerin yaşadığı bir yere nasıl ‘devlet’ diyebilirler?” diye sorar mesela, ya da “bu ülkede hödüklüğü sanatla karıştırıyorlar, aptallığı ve cehaleti sanatla karıştırıyorlar, sanatla ve ruhun dışavurumlarıyla buradakinden daha kavgalı bir halk olduğunu sanmıyorum” der. Ne ki Moya’nın kurgusu içerisinde Vega’nın da bütün hava atmalarına ve kibrine rağmen eleştirdikleriyle hayli benzeştiği de berraklık kazanır; kendi hali haklılığın ispatı gibidir!
Bizde Moya’nınki gibi hiciv romanının örnekleri azdır, yakın sayılabilecek yıllarda yetkin örneklerini Y. Hakan Erdem yazdı. Kitabı Duvduvani’de (Doğan Kitap, 2018, 456 s.) tarihî romanların parodisini yapmış, Unomastica alla Turca’da da (Doğan Kitap, 2018, 388 s.) memlekette her daim meraklısı çok olan komplo kurgularını hicvetmişti. Bu çok eğlenceli iki romanı sadece eleştirip hicvettikleri üzerinden ele almak haksızlık olur. Karakterleri, atmosferi ve kurgusuyla yetkin birer romandı ikisi de. İlk yayımlanışlarının üzerinden on yedi on sekiz yıl geçti, bu zaman zarfında ne tarihî roman tutkusu ne de komplo kurgularına ilgi azaldı; arttı hatta. Y. Hakan Erdem’in bu romanları güncelliklerini ne yazık ki daha yıllar boyu koruyacağa benziyor. Beri yandan, okurken, romanlarda hicvedilenlerin halen umulmadık çevre ve kişiler tarafından önemsendiklerini hatıra getirmek neşe kaçırıcı olabilir. Bundan kaçınılmasını öneririm.
Ne yazık ki yıllar önce beni ve arkadaşlarımı belki de en çok neşelendiren kitabın künyesini burada veremiyorum (verebilseydim de bulunabileceğini zannetmiyorum). Kitabın ve yazarın adı aklımda kalmamış. O yıllarda çok seyrek olmayan aralıklarla bir araya geldiğimiz bir grup arkadaşımla vakit ve kadehlerin sayısı ilerlediğinde mutlaka o kitap ortaya çıkarılır, elden ele dolaştırılırdı, yüksek sesle kahkahalar atarak okurduk. Bir arkadaşımın sokak sergisinden aldığı bir kitaptı bu. Yazar, okuyuculara hayat dersleri veriyordu, akla gelebilecek en saçma, en gülünç –sözümona– muhakeme ve tespitlerle. Bizim bu kitabı okuduğumuz yılların birkaç yıl sonrasında Virgül’de yayımlanan Ulus Baker’in “Meczup Edebiyatı” başlıklı yazısını okurken tam da o kitap ve benzerlerinden söz ettiğini düşünmüştüm. Daha sonra Birikim'de de yayımlanan yazıdan bir bölüm aktarıyorum:
“Sokaktan, kahvelerden ve meyhanelerden tanıdığımız, son derecede samimi (birilerine ‘açılmak’ onların yaşam biçimidir neredeyse), ortaya düşen her konuda olduğu kadar, kimsenin sorun olarak algılamadığı alanlarda da tuhaf, çoğumuza gülünç gelen çözümler üretip durmayı bir meslek haline getiren, bu fikirlerini yayımlatmak uğruna matbaa matbaa dolaşarak ellerinde avuçlarında ne varsa yatıran şu tanıdıklardan bahsediyorum. Meczup bir yazarı ayırt eden, öncelikle onun dünyada düşünülmesi mümkün olan her konuyla ilgilenmesi ve buna tekabül eden engin bilgisizliğidir. Kurmaca edebiyata pek yakın değildir bu yazarlar – roman, şiir, öykü yazsalar da esas alanları yeryüzünün algılayabildikleri bütün sorunlarına derin çözümler getiren teorik, fikrî yazılardır. Ağır teorik, kutsal, peygamberce... Her konuda yazabilirler, ama bir aydın gibi görünmeyi de genellikle istemezler.”
Tatil beldelerindeki sokak sergilerinde, belediye panayırlarında çokça görülebilecek, bir hayli yüksek satış rakamlarına ulaşmış, korsan baskıları falan yapılmış kimi kitapları da –yazarlarının düşünür, bilim insanı, mühim şahsiyet, kanaat önderi olarak anıldıklarını unutmak kaydıyla– neşelenerek okumak mümkün!
FATİH ALTUĞ
"Anekdotlar arasında..."
Çetin Balanuye, Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor, Ayrıntı Yayınları
Çetin Balanuye’nin kitabı, Spinozacı düşünceye bir tür giriş olduğu kadar Spinoza dolayımıyla kendimizi, dünyayı, karşılaşmaları ve neşeyi düşünmemiz için de bir mecra. Balanuye kavramlarla anekdotları, fikirlerle deneyimleri iç içe geçirerek metni örmüş. Neşe bu kitapta, olup bitene karşı bir kayıtsızlıkla, kötü gidişatı paranteze almakla, kabuğuna çekilmeyle değil eyleme gücümüzle, etkilenimlere ve duygulanımlara açıklıkla, karşılaşmalarla, kolektivitelerin vücut bulmasıyla akraba.
Tiffany Watt Smith, Duygular Sözlüğü, çev. Hale Şirin, Kolektif Kitap
Bizi kuşatan tüm bu duygular, fikirler, haller, işler gaile ve hercümercinin içinden “neşe”yi yalıtıp bu ıssızlaştırılmış neşeye doğru insanlara/kendimize çağrıda bulunmak nafile bir çaba. Neşe diğer haller, modlar ve duygular gibi bizatihi değil, bir kompleksin unsuru olarak hayatımızda neşet ediyor. Tiffany Watt Smith’in kitabı, neşeyle birlikte sayısız duyguyu, maddeleri birbirine atıfta bulunan alfabetik bir sözlük formatında bir araya getiriyor. Duyguların birbirine göre konumlarını, aralarındaki nüansları takip etmek için çok güzel bir etkileşim imkânı sunduğu kadar, edebiyatta, felsefede, dinde, gündelik hayatta çeşitli duyguların nasıl tahayyül edildiğini öğrenmek için de kıymetli bir metin.
Ahmet Bozkurt, Evvel Zaman İçinde İstanbul,
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları
Şehirde ve metinler arasında dolaşmak bende çoğu zaman ferahlama ve neşelenme doğurur. İçerisinin içime çöktüğü, ataletin bastığı anlarda yürüyerek ya da okuyarak dışa açılmak ne güzel bir nimet! Hele metinler şehre, şehir metinlere göndermede bulunduğunda, şehri ona dair metinlerle birlikte deneyimlediğimde, içimde kuvvetli bir merakın, yeni bir şeyler yapma kudretinin filizlendiğini hissediyorum. Ahmet Bozkurt’un derlediği Evvel Zaman İçinde İstanbul’da şehre dair denemeler, kurmaca dışı metinler bir araya gelmiş. Evliya Çelebi, Yahya Kemal, Ahmet Rasim, Burhan Felek, Ahmet Refik, Osman Cemal Kaygılı, Ahmet Haşim, Sermet Muhtar Alus, Sadri Sema, Selim Nüzhet Gerçek gibi yazarların İstanbul’un gündelik hayatına, insan manzaralarına, aşk âlemlerine, eğlence ortamlarına, gösteri dünyasına ve başka izleklere dair yazıları, okuru şehrin geçmişinde girift hatları olan bir gezintiye çıkartırken şehrin şimdiki zamanındaki öznel deneyimimizi zenginleştirip başka deneyimlerle karşılaşma kudretimizi artırıyor.
Dan Fox, Gösterişçilik, çev. Osman Şişman, Minotor Kitap
Neşelenen gövdemizi, şehirde dolaşan varlığımızı, yazarken benimsediğimiz üslubu ortaya koyma tarzlarımız daima toplumsallıkla dolayımlanıyor. Sahicilikle sahtelik, içtenlikle yapmacıklık, hakikilikle taklit arasında keskin karşıtlıklar kurmaya meyyal bir kavramlar ve yargılar kümesine sahip olsak da, kendimizi ifade etmekle kendimizi gösteriye dönüştürmek arasındaki sınır hiç de öyle kolayca çizilemiyor. Dan Fox’un kitabı, gösterişçilik kavramının tarihini, oluşum hikâyesini ve hangi kavramlar ve pratiklerle yolunun kesiştiğini çözümlemeler, örneklemeler ve anekdotlar yardımıyla gösteriyor. Sahicilikle gösterişçiliğin, içsellikle icranın birbirine dolandığı bir dünyanın keyifle okunan özenli analizi.
Mustafa Alp Dağıstanlı, Anekdotlar: Edebiyat Tarihimizden Anılar, Tanıklıklar, Kolektif Kitap
Yukarıda sözünü ettiğim kitaplar anekdotlara bolca başvururken Dağıstanlı’nın kitabı tamamen anekdotlardan oluşuyor. 20. yüzyılın önde gelen yazarlarının başından geçmiş ilginç olaylar, eserlerinin yazılışlarına dair söylentiler ya da açıklamalar, yazar adına göre alfabetik olarak sıralanmış. Eskiden yayın dünyasında çok daha sık rastlanan bir tarzı yeniden canlandıran Dağıstanlı’nın bu girişimi, okuma hatlarınızı gönlünüzce çizebileceğiniz bir yolculuk arkadaşı.
MESUT VARLIK
"Bir neşeye övgümüz eksikti!"
Her şey tamamdı, bir “neşeye övgü”müz eksikti. O da oldu! K24’ün liste sevdasından bakalım başımıza daha neler gelecek…
Çağrı metninde söylenenlerden anladığım kadarıyla “kafa dağıtıcı, keyifli vakit geçirmelik, zorlanmadan beslenmelik” öneriler istenmiş. “Dinlenme okuması” için neler olabilir diye etrafımdan şu aşağıdaki kitapları çıkardım tezgâha:
Alice Oseman, Kalp Çarpıntısı, 3 cilt, çev. Ömer Anlatan, Yabancı Yayınları.
Gençlerin ahlakını bozduğu için hem kapağının üzerinde “KÜÇÜKLERE ZARARLIDIR” etiketi hem de her bir cildi ayrı ayrı, içini göstermeyen saman kâğıda zarflarda satılıyor. “Yasal” nedenlerle uygulanan bir sansür örneği var karşımızda yani.
Genç okur hedef alınarak yazılmış bir çizgi-roman. İki genç liseli erkeğin birbirlerine ilgi duymaları ve ilişkilerinin gelişmesi hikâyesi. Aile ve çevreden gördükleri tepkiler bizim gibi toplumlarda “fazla large” bulunacak bir olay akışına sahip.
Türü gereği, dili elbette eğlenceli ve akıcı. Çok az kitapçıda bulunabiliyor, onlarda da alt kısımdaki raflarda üst üste yığılmış durumda oluyorlar genelde. Eh, zarflandıktan sonra pek de rafta sergilenebilir bir hali kalmıyor kitapların. Nerelerde vardır bilmiyorum ama online birçok yerden sipariş edilebiliyordur. Yasaklanmasına rağmen satışı fena gitmiyor sanırım, ben dördüncü baskısında satın almışım.
Önce evin büyükleri okusun bu kitapları, onların ahlakı bozulana kadar gençler okuyup yerine koymuş olurlar zaten.
Peter Kuper, Kafkaesk – On Dört Öykü, çev. Özde Duygu Gürkan, Metis Yayınları.
Metis’in nadiren girdiği bir yayın alanı. “Yaza yönelik kitap” fikri yayınevlerimizde karşılığını buluyor anlaşılan. Kafka’nın on dört öyküsünün Kuper’in “yorumuyla” çizgiye aktarılmasını takip etmek meraklısının ilgisini çekecektir.
Kafka’nın o kesintili anlatımı Kuper’in yorumunda bağlantılar arasında mekik dokuyan karelere evriliyor. Kuper için bu kitaba çalışmak eğlenceli olmuş, o çok belli.
Kafka’nın karanlık dünyasının karanlık çizgiler içinde ama fazla hareketlenmeye başladığını gören “Kafkaesk” okurun tepkisi ne olur, merak ediyorum.
Özer Uzun, Komik Günler, İndie Kitap.
Özer Uzun bu aralar, takip edebildiğim kadarıyla, “İbrahim Selim ile Bu Gece” programında editörlük ve stand-up gösterileriyle hayatını sürdürüyor. Yakınlarda bir de öykü kitabı yayımladı; Öyle ya da Böyle “Bir Şekilde Hayattayız”, Hayalci Hücre Yayın.
Ancak onu henüz edinemedim. Ben ilk kitabını, Komik Günler’i okumuştum. Kadıköy’deki lansmanında “kikir kikir gülmen dileğiyle” diye imzalamıştı. Hakikaten kikirdeyerek okumuştum. Hikâyemizin müzik grubu olan “Komik Günler”le hem ilişkili hem ilişkisiz olduğu bilgisi de tabii biraz gıdıklamıştı beni okurken.
Kendine has, sesli okuyunca daha belirginleşen bir mizah üslubu var Uzun’un. Yollarda uzun vakit geçirecekseniz, su gibi okunabilecek bir kitap, meraklısına tavsiye edilir...
Abdullah Ataşçı, Heder Ağacı, Everest Yayınları.
“Yaz maz anlamam, okur dediğin kendini bozmamalı” diyenlerdenseniz, Abdullah Ataşçı’nın Heder Ağacı’ndan haberdarsınızdır.
Yıllardır tüm yazdıklarını yakinen takip ettiğim bir yazar Abdullah Ataşçı. Her yeni kitabıyla dil kullanımını daha yetkinleştirmesinin yanı sıra, en başından beri “ağır” mevzuları “ağır ağır” pişirdiği metinler kaleme alıyor.
Okurundan hem emek hem de “nefes” talep eden metinler ortaya koyuyor. Ataşçı’nın kitaplarını, en azından ben yolda bayırda okuyamam. Bir kere elimin altında mutlaka kalem olmalı.
Henüz kimsenin Abdullah Ataşçı’nın romanları, öyküleri üzerine yakın okumalar kaleme aldığına rastlamadım, umarım benim cehaletimdir. Ülkenin “Ankara’dan doğusu”nun tarihiyle ilgilenen tarihçi-edebiyatçı okurların hâlâ Ataşçı’yı gözden kaçırdıklarını rahatlıkla söyleyebilirim.
Dahası için okumayı bitirmem lazım önce, “ağırdan” okumaya devam ediyorum, yaz daha uzun...
Latif Demirci, Çeviren Latif Demirci, Metis Yayınları.
Doğrusu ya, yukarıdaki kitaplar böyle bir liste için uygun gördüğüm seçimlerdi. Ancak bu kitap benim gerçekten “nefes” kitabımdır. Bazen sinirimi dağıtmak, bazen kafamı toparlamak, bazen de öylece bakmak için açarım sayfalarını bu kitabın.
İsmiyle müsemma, “Latif” bir dünyası olan, onu da dünyanın bir parçası gibi açıklıkla paylaşan bir “çevirmen-çizer”di Latif Demirci. Kitabın girişindeki Murat Belge’nin Türkçe-İngilizce önsözünün yanına, Demirci’nin vefatının ardından yeniden yayınlanan, Arslantunalı’nın yazısını da koyalım. Aslında bu listeyi herhangi bir Latif Demirci albümüyle veya sevdiğiniz karikatüristlerin albümleriyle kapatmak uygun düşecek.
Kapanış için; Mehmet Yaşın’ın Yaz Zamanı şiirlerinden “Sabah Kahvesi”:
Yola açılan bahçedesin. Günlük güneşlik sabah.
Yudum yudum içtiğin koyu kahve onu hatırlatıyor.
Ondan ayrılmak sigarayı bırakmak gibi bir şey.
Derin bir nefes alacaksın uyanınca.
(Gelecek yaz.)
MUSTAFA ARSLANTUNALI
"Farklı okumaların farklı hazları"
Her seçki, her derleme biraz gelişigüzeldir, –varsa– kendi kurallarının dışına çıkmak zorundadır. Burada bizim yaptığımız derleme haydi haydi böyle… Bu nedenle ben tam da böyle bir seçkiyle başlamak istiyorum: Birhan Keskin’in Cemal Süreya’dan seçtiği 54 şiiri içeren Seviş Yolcu ile. Sunuşta “bu kitap benim Cemal Süreya seçkim” diyor Keskin, “herkesin Cemal Süreya’sına ben karışmam.”
Şiir sevenler için gerçek bir eğlence: Dur Yolcu, Dur ve İşe! Roni Margulies’in İngiliz edebiyatından derleyip çevirdiği mizah şiirleri. Çoğu keskin bir hicivle bezeli. Şiirlerden birkaçını epey önce K24'te yayımladığımız Tadımlık’ta okuyabilirsiniz.
Yervant Odyan’ın İstanbul’dan Der Zor’a Sürgün ve Geri Dönüş Hikâyem alt başlıklı Lanetli Yıllar’ı, neşe, mizah ve hafifliğin birbirlerine o kadar da yakın olmadığını gösteren bir örnek. Robert Koptaş’ın “Odyan’ın odysseia’sı” olarak nitelendirdiği kitaptaki mizah, hem tahayyül edilemeyen şeylere tahammül etmemizi sağlıyor, hem de o korkunç yılları gözümüzde canlandırabilmemizi.
Siz yine de plajda okumak için Lanetli Yıllar’ı değil, Lucia Berlin’in Temizlikçi Kadınlar için El Kitabı’nı alın yanınıza. Berlin’in öykülerindeki hüzünle mizahın birlikteliği çarpıcı. Lafı uzatmayayım, K24’te daha önce Asuman Kafaoğlu-Büke’nin, F. Betül Şahin’in ve Çiler İlhan’ın Lucia Berlin’e dair ya da Lucia Berlin’den yola çıkan yazıları yayımlanmıştı, isterseniz önce onları okuyunuz…
Çehov’un hikâyeleri kadar oyunlarını da okumayı severim. Oyunları seyretmesi de ayrı bir zevktir. Okumakla seyretmek birbirini etkilemez – daha doğrusu etkilemesine etkiler de çok tatlı, okuduğumuzu da seyrettiğimizi de başka gözle görmemizi sağlayan, gizli kalmış ihtimallere açık bir etkileşimdir bu. Çehov’lar çoktan bitti (gerçi tekrar okunur, yine seyredilir) ama tam böyle bir fırsat daha yakalamış durumdayım şu an: Sen, Ben Lenin’i seyrettim, çok beğendim. Şimdi Barış Bıçakçı ile Tufan Taştan imzalı, İthaki’den çıkan Sen Ben Lenin: Bir Hikâye, İki Senaryo, Bir Film adlı kitap elimde. Üstelik buradaki ihtimaller katmerli: “Birincisi koşullar yüzünden çekilememiş, ikincisi koşullara rağmen çekilmiş” iki farklı senaryoyla filmi tekrar tahayyül etmek, sonra filmi tekrar yenilenmiş bir gözle seyretmek… Şahane. Farklı bağlamdaki okumaların farklı zevkleri oluyor işte, metnin verdiği zevklerin dışında.
Plaj deyince, polisiye olmadan olmaz: Everest, Simenon’ları tekrar basıyor. Bunlar arasında hem çok yeni hem epeski bir tanesi var: Georges Simenon Türkiye’de. Simenon’un Türkiye röportajları ve uzun Mare Nostrum ya da Uskunayla Akdeniz’ini daha önce okumamıştım! Troçki röportajı ile İstanbul’un yeraltı dünyasıyla ilgili iki röportaj, bir vakitler edebiyat ile gazeteciliğin nasıl iç içe geçmiş olduğunu hatırlatıyor bize. Genç bir gazeteci-yazarın izlenimleri, 1930’ların başındaki Türkiye ve dünya hakkında çok şey söylüyor… Kitapta yer alan iki romandan biri, Avrenos’un Müşterileri. Herhalde okuyalı bir otuz yılı geçmiştir (o zamanlar –belki de Türkiye’de geçtiğini vurgulamak üzere– Eminönü’nde Avrenos Meyhanesi adıyla basılmıştı). Önceden okuduysanız bile tekrar okumak çok eğlenceli. Hatta daha eğlenceli: Hatırladığım yerlere ayrı sevindim, unuttuklarıma ayrı! (Tamamını hatırlarsanız, özellikle de sonunu, okuma şevkinizi kaybedebilirsiniz.) Karşı Penceredeki İnsanlar ise, aslında tek bir sayfası bile Türkiye’de geçmeyen bir roman: Olaylar 1933’te Batum’da cereyan ediyor, ama Batum’a yeni atanan Türk konsolosu Adil Bey, o kadar canlı ve ‘aslına sadık’ çizilmiş ki tek başına dönemin bütün Türkiye’sini içeriyor! Simenon’un Türkiye’de sadece birkaç hafta kaldığını da belirtmeli…
Metinler ne kadar çetrefil olursa olsun, seçki okumak biraz daha kolaydır. Fol Yayınlarının Corpus serisi hararetle tavsiye edilir. Şimdiye kadar Aşk, Kurmaca, Tanrı ve Bellek çıktı. Her bir kitap, bir yazarın editörlüğünde ve kılavuzluğunda, düşünce tarihinden yorumlu seçmeler içeriyor. Éric Blondel tarafından hazırlanan Aşk’la başlayabilirsiniz: Aşkın çeşitli veçheleri, felsefe tarihinden metinlerle ve bu metinlere ilişkin kısa sunuşlarla birlikte…
Tek kitaptan çıkıp dizi tavsiye etmeye başlamışken, yeterince ilgi çekmediğini düşündüğüm bir diziyi de anmalı: İletişim yayınlarının Psykhe dizisi. Mesela Kişisel Gelişim Çılgınlığında Kendiniz Kalabilmek nefis bir kitap, bu kitabın adından da anlaşılabileceği gibi Psykhe dizisinin kişisel gelişimle uzaktan yakından bir ilgisi yok. Öte yandan psikolojinin ve psikanalizin teknik ayrıntıları, zorlayıcı terminolojileri de zorlamıyor okuru. Kişisel gelişim endüstrisinin panzehiri olarak da tanımlanabilir dizi, “gündelik hayatın felsefesi” diye de... Önemli bir nokta, başta Wilhelm Schmid’inkiler olmak üzere, kitapların rahatça ve zevkle okunuyor olmaları. Dizideki kitapların birkaçı üzerine daha uzunca söz etmeyi başka bir yazıya bırakarak, bazı kitapların isimlerini saymakla yetineceğim. Kitapları adları ve alt başlıkları bile belli bir fikir verebilir:
Dokunmanın Gücü Üzerine
İnternet Bağımlılığı: Bağımlılar ve Aileleri için El Kitabı,
Hayata nereden Bakmalıyız? Yeni Bir Dünya için On Eski Fikir
Yaşamın İkinci Yarısında Anlam Arayışı: Sonunda Gerçek Anlamda Nasıl Büyürüz?
Sakin Olmak – Yaşlanırken Kazandıklarımız
Arkadaşlıktaki Saadete Dair
Mutsuz Olmak – Bir Yüreklendirme
Seks Olmayınca – Yeniden Başlama Sanatı Üzerine
Annelik Duygusu: Mitler ve Deneyimler
Annelikten Pişman Olmak
Düşmanlığın Faydaları
ÖZGÜN ÖZÇER
"Önemsiz şeylerin önemli şeylerden daha önemli olduğu mevsim"
İlk kez bir yaz seçkisi hazırlıyorum, göründüğünden daha zor bir işmiş meğer. Aklımda bir dizi soru: Yazın ne tür kitaplar okunur? Bir kitap neden “tam da yazın okunmalık” olur? Bir imge olarak yazdan ne anlamalıyım? Sonra düşündüm, herhalde yaz denince akla bu kadar karmaşık sorular gelmemesi gerek. Kendimce bir tanımın peşine düştüm ve onu çok sevdiğim Polonyalı şair Wisława Szymborska’nın bir dizesinde buldum.
Szymborska hayata dair ciddiyetini kendine has, hafif, oyunbaz ve uçarı bir üslupla gizler hep. “Başlığa lüzum yok” şiirinde de nehir kenarında bir ağacın altında oturduğunu anlatır. Tam yazlık bir tablo canlanıyor gözümüzde değil mi? “Önemsiz bir olay / tarihte yer almayacak” diye bahse girdikten sonra Szymborska sıradan anlarla tarihe yöne veren büyük büyük olayları karşılaştırmaya başlar. Birkaç dize sonra gözü yanında uçuşan bir kelebeğe takılıverir ve şu mısralarla bitirir şiiri: “Görünce bunları, emin değilim artık / önemli şeyler / önemsiz şeylerden daha mı önemli.” Yaz da önemsiz şeylerin önemli şeylerden daha önemli olduğu bir mevsim galiba. Bu yüzden Levinas ya da Deleuze önermeyi sanırım bir başka mevsime erteleyeceğim.
Okurlara kitap önermek biraz hilebazlık gerektirebilir – çok zevkli bir hilebazlık bu. Mesela geçtiğimiz sene şubat ayında okuduğum bir kitabı “Temmuz ayının üçüncü haftası için birebir” diye sunasım var. Ya da mutlaka yanında bira ve kuruyemişle eşlik edilmesi gereken en az on kitap sayabilirim size. Yine de daha önce okuduğum kitaplardan ziyade, bu yaz okumaya niyetlendiğim kitaplardan bir liste hazırlamak daha kolay olacak sanki. Hem kim bilir, belki kitapların adlarını buraya yazarsam kaytarmama da engel olabilirim.
Yaz demek benim için yol demek – mümkünse upuzun bir yol. Yıllar önce sırf yolu olabildiğince uzatmak için Artvin’e Doğu Ekspresi’nin Pulman vagonunda seyahat etmiştim (Artvinli arkadaşlarımı memleketlerine gitmek için bunun en mükemmel güzergâh olduğunu ikna etmekte hâlâ güçlük çekiyorum). Pandemide hasret kaldığım, gecenin bir yarısı tost ve çay molasıyla bölünen uzun otobüs seyahatlerimin eşlikçileri beni içine çeken, ucunu göremediğim, okumakla bitmeyen kitaplar olur. Bu sene eğer uzun bir yola çıkarsam, yanıma Polonya’nın en önemli çağdaş yazarlarından Wiesław Mysliwski’nin Taş Taş Üstünde romanını almayı istiyorum. Bir Polonya teması sezmişsinizdir burada – ancak Mysliwski biraz Buhimil Hrabal’ı, biraz da Halldor Laxness’i andıran üslubuyla uzun süredir okumayı arzuladığım bir yazar. Taş Taş Üstünde ise Polonya’da kırsal hayat üzerinden dünyayı hayret ve iyimserlikle sorguladığı en önemli yapıtlarından biri. Ben PEN ödüllü İngilizce çevirisini okuyacağım, kitabın Türkçesini ise Aylak Adam Yayınları’ndan edinebilirsiniz.
Spoiler vermiştim, sıcak bir günde vergileri ve zamları düşünmeden fıçı birayla ve çerezle çıkıyor yazın keyfi. Ortam müziğiyle, kalabalığın hayhuyuyla renkli hikâyeler ve hayatları okumayı severim en çok. Ve bu yaz Patti Smith’in çokça övgü alan anı kitabı Çoluk Çocuk (Just Kids) okuma listemde. Fotoğrafçı Robert Mapplethorpe ile olan yıllar boyu sevgi ve dostluk ilişkisinin etrafında Janis Joplin, Jimi Hendrix, Bob Dylan ve daha nice ünlü sanatçının sahne aldığı anekdotlar paylaşıyor Smith. Her biri için kadeh (ya da şişe) kaldıra kaldıra okunası.
İnsan bazen ipleri elinden bırakmalı, değil mi? Hele yaz aylarında. Rebecca Solnit, kaybolabilmemiz için bir kılavuz sunuyor Kaybolma Kılavuzu’nda. Hatta kendisi bile bazen ipleri elinden bırakıyor, bir göçebe gibi tarihî bir anekdottan sanata, sanattan kendi hayatına mekik dokuyor. Kayıp ve kaybolmak üzerine ajandası olmayan denemelerden oluşuyor bu kitap. Yazın rehavetinde kaybola kaybola keşfetmenin tadına varmak için listeme ekledim.
Her sene birden fazla eserini okuyacağım bir-iki yazar seçiyorum. Bu yaz da Salâh Birsel’in denemelerini okumaya niyetlendim. Salâh Bey Tarihi kitabının ilk cildi Kahveler Kitabı yazın okumaya can attığım kitaplardan. Tarihî bilgilerle dolu, ama bu bilgilerin akademik bir üsluptan ziyade belagatle janrlar arasındaki sınırların kaldırılarak anlatıldığı, tadını ala ala, sindire sindire ve –bu zevksiz teşbihimden dolayı bağışlayın– “höpürdete höpürdete” okunacak kitaplara bayılırım.
Okumaya sabırsızlandığım bir diğer kitap ise en sevdiğim yazarların en başında sayabileceğim Richard Powers’ın 13’üncü ve son romanı Bewilderment. Richard Powers’ın bugüne kadar Türkçeye neden çevrilmediği bir muamma. Hele hele 2018’de çıkan Pulitzer ödüllü, iklim kurmaca romanı The Overstory’nin Türkiye’de yayınlanmamış olması beni şaşırtıyor. The Overstory dokuz ana karakterin olduğu, merkezine aldığı ağaçlardan mülhem, dallı budaklı bir hikâyeydi. Powers yazdıktan sonra öylesine yorulmuş ki, uzun süre yeni bir kitap yazmayacağını düşündüğünü söylüyor. Bewilderment’ın dünyası ise çok daha küçük ve samimi. Kitap astrofizikçi bir babayla otizmli oğlunun hikâyesi. Asperger sendromlu Greta ve genç kuşağın dünyada yaşamın sürdürülebilirliğine dair endişesinden ilhamla yazmış bu kitabı Powers. Ama bir o kadar da hayata karşı sevgiyi ve hayret edebilme hünerini öne çıkarmaya çalışmış.
Hayata meydan okumayan, aksine bağımızı daha da dirilten yazarlara, edebiyatçılara hep sığınmışımdır. Bu minik hikâye de gözümde huzurlu yaz sığınağı.
YASEMİN ÇONGAR
Kıvılcımlı birkaç kitap
Yayın kurulunda bu konu konuşulurken o kadar anlamadım ki, sonunda yayın yönetmenimiz, meseleyi “Yasemin’e anlatır gibi” anlatmaya karar verdi ve “Neşeye Övgü” başlıklı çağrı metnini yazdı. Hâlâ tam anlamamış olabilirim. Yaz kitapları deyince de hep biraz duraklıyorum zaten; deniz tuzu, kum, şezlong, şemsiye, limonata, bira eşlikli plaj okumalarım ilk gençliğimde kaldı zira. Nicedir öyle yazlarım yok benim. Tatilsiz yaşıyorum. Neşeye gelince: Yakınlarda okuduğum ya da okumak için bir köşeye ayırdığım kitaplar hiç de “pürneşe” değil. Masamdaki öykü, roman ve anlatılara baktım, neşeyle gam, komik olanla trajik olan hep iç içe, başka türlüsü de imkânsız belki; kelimelerin tebessümü hep biraz acı, kahkahalar hep ölü evinde atılmışçasına sarı, hafiflik duygusu dahi kendi yükünü sırtlanarak yükseliyor sayfalardan. Tarife uyacak mı tam bilmesem de, son zamanlarda okuduğuma memnun olduğum, içinde mizah, coşku, enerji, artık her ne derseniz, bir kıvılcım bulduğum kitaplardan birkaçını fazla yorum yapmaksızın sıralıyorum aşağıda. Neşe deyince yüreklerimize tünemiş ürkek serçeler canlanır benim gözümde oldum olası; bugünlerde her şeye rağmen birer bahane bulup sekip şakıyorsa serçelerimiz, hele de okuduğumuz bazı kitaplar kanatlandırabiliyorsa onları, ne mutlu bize!
Haruki Murakami-Seiji Ozawa, Sadece Müzik, çev. Ali Volkan Erdemir, Doğan Kitap, 2021.
Bu kitabı dört-beş yıl önce İngilizcesinden okumuştum ve komodinin üstünden hiç kaldırmadım. Hâlâ birçok gece, çoğunlukla kitapta bahsi geçen bir müzik eserinin eşliğinde sayfalarını karıştırıyorum, yeni bir duyguyla, yeni şeyler öğrenerek yeniden okuyorum bazı bölümleri. Müziğe, özellikle de caza düşkün bir romancıyla klasik müziğin en önemli icracılarından ve –bu kitapta anladım ki– icra sürecinin en önemli düşünürlerinden olan bir orkestra şefinin bu uzun sohbeti, aslında kelimelerle anlatılması belki de en zor olan şey üzerine, müzik ve müzikal nüans üzerine bir hazine sunuyor okura. Karajan’ın Mahler’in Dokuzuncu Senfoni’sini içinden adeta “güzellik damlatarak” yönettiğini, buna karşın ortaya çıkan müziğin hiç de “Mahlervari bir Mahler” olmadığını, Karajan’ın Mahler’i kendisinin güçlü olduğu alana sürüklercesine, mesela bir Schönberg ya da Berg eserini yönetircesine yorumladığını okuduktan sonra, o senfoniyi hem Karajan’dan hem Ozawa’dan dinlemekten ve kendimce kıyaslamaktan daha büyük bir haz az bulunur. Neşeyse neşe!
Canan Tolon, Geçmişsiz Gelecek, Raskol’un Baltası, 2021.
Canan Tolon’un bu resimli anlatısı 1999’da ilk kez Fransızca basılmış, daha sonra ilk Türkçe baskısı 2004’te Norgunk/Galeri Nev tarafından yapılmış. Ben çok gecikmeli olarak, ilk kez geçen yıl Raskol’un Baltası’nın yaptığı baskıdan okudum metni ve etkisinden kurtulamadım. Neşeli olmasa da hayat enerjisiyle dolup taşan bir kitap bu. “Yaşama hakkı olmayan çocuklar var günümüzde. Çocukluğu olmayan çocuklar var. Hayal gücünü yitirmiş çocuklar var” diye başlıyor söze sanatçı ve bize, sınırları çocuk felciyle ve bir nevi sürgünle çizilen bir hayatın, kendi hayatının, içinde durup o sınırları bir bir aşmasını, hayal etme, yaşama ve yaratma gücüyle başka bir hayat kurmasını anlatıyor. Her usta anlatıcı gibi hikâyelerle, bizi de o hikâyelerin içine çekerek yapıyor bunu. Mizahla. Nüansla. Renkle.
“Bugün haritadaki kırmızıdan geçiyoruz. Annesiyle babasının geldiği kan kırmızısından. Aralarında kırmızıdan gelen dili konuşuyorlar, o yasak dili. Deliye dönmelerine tanık oluyoruz, ülkelerini yeniden görmenin, göz alabildiğine uzanan şu çamurlu tarlalara yeniden kavuşmanın verdiği mutluluktan deliye dönüyorlar; şu dumanlı fabrikalara, yokluğun siyahıyla delik deşik olmuş, yarım kalmış inşaatlara kavuşmanın mutluluğuyla… Kabullenmişliğin manzaraları, terk edilmiş, yıkıntı haline gelmiş tutkulu düşlerin manzaraları, birer yabancı olmak için geride bıraktıkları bu manzaralar… Kırmızı kavga demek. Kırmızı sıkıntı demek. Kırmızı yoksulluk demek. Kırmızı gri demek.” (s. 29)
László Krasznahorkai, Seiobo Orada, Aşağıdaydı, çev. Gün Benderli, Can Yayınları, 2019.
“Zor okunmak” diye bir şey var kuşkusuz ve zor okunan kitapları “yaz kitabı” diye önermek pek de akıl kârı olmasa gerek. Fakat virgülü her zaman noktaya tercih eden, uzun, bitimsiz, dolambaçlı cümlelerle düşünceler, kavramlar, kişiler, mekânlar, hatta zamanlar arasında gezine gezine yazmayı seven, adı “kasvetli”ye çıkmış Macar yazar Krasznahorkai’nin “okunmayan büyük yazar” statüsünde, kapağı aralanmamış ciltler halinde raflarımızda arz-ı endam etmesi onun değil, bizim kaybımız bence. Birçokları gibi Krasznahorkai de okuru kendi huzur alanının dışına çağıran, bu çağrıya karşılık verdiğimiz ölçüde yazısının ritmine, döngüsüne alışabildiğimiz, okudukça daha rahat okuduğumuz, okuya okuya “onun okuruna” dönüştüğümüz bir yazar. Kitapları zaman talep ediyor, sakin bir yaz molası bunun için ideal fırsat ve Seiobo Orada, Aşağıdaydı da uygun bir başlangıç bence. Ölümlüler diyarına inen tanrıça Seibo’nun peşinden bir hikâyeden ve bir diyardan diğerine taşınacağız, özellikle sanat üzerine, yaratıcılık üzerine, neyin sahici ve kalıcı, neyin geçici olduğu üzerine, anlaşılmak ve anlaşılmamak üzerine, sanat eseriyle kurduğunuz ilişkinin biçimleri üzerine düşüneceğiniz, çok şey öğrenirken biraz başınızın döndüğünü de hissedeceğiniz bir roman bu. 2015’te Uluslararası Man Booker’ı kazanmıştı; bana kalırsa Krasznahorkai’nin en etkileyici kitabı değil, ancak pekâlâ en “neşeli” kitabı olabilir!
“Büyüleyici derdi, tesir edici derdi, tarifsiz derdi ama son yıllarda giderek daha çok hissettiği Venüs’ün güzelliğinin bir isyan olduğu duygusuydu ve bundan Louvre’da söz etmezdi, sadece evinde aklına gelirdi bu, 1 numarayla sonra 4’le sonra Gare de L’Est’de aktarma yaparak 7’yle Aubervilliers’ye kadar gidip uzun günün sonunda nihayet eve geldiğinde leğene çabucak soğuk su doldurup, ayakkabılarını çoraplarını çıkararak leğeni koltuğun önüne çekip ayaklarını yavaşça suya daldırdığında işte o zaman orada otururken aklına gelirdi o gün kalabalıkta bir grup yaşlı Amerikalı kadına ya da genç bir Japon’a anlattıkları, utanırdı, fena halde utanırdı bütün gerçeği söylemediği için, çünkü gerçek Milo Venüsü’nün güzelliğinin sırrının isyankâr gücünde olduğuydu, eğer güzelliğin sırrını ifade etmek mümkünse, Milo Venüsü hakkında son yıllar boyunca vardığı her şeyi sadece bu cümleye sığdırabilirdi…” (s. 322)
Roberto Bolaño, Katlanılmaz Sığırtmaç, çev. Seda Ersavcı, Can Yayınları, 2022.
Bundan on bir yıl önce Bolaño’nun Between the Parentheses (Parantez İçinde) adlı kitapta toplanmış makalelerini okumuş, onun García Marquez ve Vargas Llosa gibi bir dizi yazarı sözünü sakınmaksızın eleştirdiğini ilk kez orada görmüş, üzerine epey düşünmüş ve yazmıştım. Kendimden alıntı yapacak değilim elbette, dileyen o eski yazıya dönüp bakabilir ama şu kadarını tekrarlayayım, Bolaño’nun o salvoları beni, gençliğimde García Marquez’i çok sevmiş bir okur olarak biraz örselemekle birlikte, etkilemişti. Bolaño’nun kalemiyle biçtiği başkaları gibi, bu iki yazarın da müesses nizamın parçası haline geldikleri aşikârdı zira, ve giderek kavrıyorum ki, Bolaño, Latin Amerika edebiyatının birçok “yıldızlaşmış” temsilcisine getirdiği “popülizm” eleştirisinde de haksız değilmiş. Şimdi size “neşenizi bulmanız” için önerdiğim Katlanılmaz Sığırtmaç’ta da Bolaño yine sözünü sakınmıyor. Aslında kitap, özellikle Polis Pepe –kendisi bir fare– ve Álvaro Rousselot –kendisi intihal kurbanı bir yazar– gibi karakterleri insanın zihnine kazıyan, Bolaño edebiyatını bilenlere tanıdık geleceğini sandığım, bilmeyenleri daha fazlasını okumaya teşvik edeceğini umduğum pırıltılı öykülerle başlıyor. Daha sonra hastalık üzerine, başlığı bile –“Edebiyat + Hastalık = Hastalık”– çok şey anlatan bir deneme var. En sondaki “Cthulhu Mitleri”nde de işte Bolaño’nun sert salvoları ve muhtemelen bir okurluk muhasebesi bekliyor sizi.
“Çağ devlet memuru yazarların, haydut yazarların, spor salonuna giden yazarların, tedavi için Houston’a ya da New York’taki Mayo Clinic’e giden yazarların çağı. Vargas Llosa’nın verdiği en iyi edebiyat dersi şafağın ilk ışıklarında jogging yapmaktı. García Marquez’in verdiği en iyi ders ise yanında Castro ile Havana’da, ayağında rugan botlar, Papa’yı karşılamaktı; García rugan bot giyiyordu, Papa değil, Papa herhalde terlik giyiyordur diye düşünüyorum, Castro postal giyiyordu. García Marquez’in, o büyük kutlama ânında, bütünüyle gizlemeyi başaramadığı gülümsemesini hâlâ hatırlıyorum. Gözleri yarı kapalı, yüzü sanki gerdirmiş gibi gergin, dudakları hafif büzülmüş; Amado Nervo görse hasedinden çatlar ve Sarazen dudakları olarak betimlerdi dudaklarını.” (s. 147)
Gökhan Yavuz Demir, Kesin Döneceksiniz, Yeni İnsan Yayınevi, Ocak 2022.
Otuz beş sayfalık bir novella. Yazarın yayımladığı ilk kurmaca metin. Başkarakter üniversiteden atılmış bir edebiyat doçenti; Hemingway’i, Çetin Altan’ı, Refik Halid’i, Don Kişot’u ve de köpekleri çok seven Refik Çavuş, birçok açıdan Gökhan Yavuz Demir’in aynadaki yansıması gibi. “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisine imza attığı için üniversiteden ihraç edilen yazarın kendi hayatından mülhem bir politik hiciv yazdığı söylenebilir. Fakat hikâyesi hem dümdüz hem değil. Baştan sona her şey bükülmüş bir zamanda geçiyor çünkü: Çavuş’un bekleyişi seksen yıl (“yakın geçmişi ve muhtemelen uzak bir geleceği de kuşatarak sakız gibi uzayıp giden tek bir gün”) sürüyor, beklerken yel değirmenlerine saldırmasa bile sönüp gidiyor enerjisi. Zamanın işlevini yitirdiği bir döngünün ortasındayız. Anlatılan, hiç bitmeyecek gibi görünen ortak kâbusumuz bizim. Öyleyse neden gülüyorum okurken? Nesiller boyu hayatlarımızı karartan şey bir saçmalıklar silsilesinden ibaret olduğu için mi, trajediyle mizah bu memlekette bu kadar yakın birbirine?
Önceki Yazı
İklim krizi karşısında futbol
"Bütün dünyada deniz seviyesinin yükselmesi sonucunda, 2050 yılında İngiltere’de Hull, Portsmouth, Avrupa’da Almanya’da Bremen, Hollanda’da Amsterdam, Rotterdam, Alkmaar, İtalya’da Venedik statlarının sular altına kalacağına kesin gözüyle bakılıyor. Bengladeş’in tamamen sular altında kalması karşısında, Feyenoord’un De Kuip, Ajax’ın Johan Cruijff arenalarının batıp gitmesinin cirmi nedir?"