Nefise Abalı:
“Bazen yarım kalan öyküler de bitmiş sayılmaz mı?”
“Ben hikâye anlatılan bir evde büyüdüm. Bizde anlatıcı dedemdi. Bir şifacıydı da aynı zamanda. Her derde bir hikâyesi vardı. ‘Bak, sen bunu yaşadın ama yalnız değilsin’ demekti bu. Sanırım ben de öykülerimde bunu yaptım; bir çözüm sunmuyorum, karakterlerim özgürlüğe koşmuyor ama okuruma kıymetli bir şey söylüyorum: ‘Yalnız değilsin.’”
Nefise Abalı
Nefise Abalı’nın ilk öykü kitabı Havva’nın Düşü geçtiğimiz yıl yayımlandı. Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamlayan Nefise Abalı akademik çalışmalarına devam ediyor ve yine bu alanda öğretim görevlisi olarak çalışıyor. Öykü yazarlığının yanı sıra çizgi film senaristliği yapan, çocuk kitapları yazan Abalı ile söyleştik...
Geçtiğimiz yıl yayımladığınız Havva’nın Düşü ilk öykü kitabınız olsa da, edebiyatla ilişkiniz daha uzun bir geçmişe dayanıyor. 2000’li yılların başından bu yana yazıyorsunuz, öyküleriniz çeşitli edebiyat dergilerinde yer aldı, yeni öyküleriniz yayımlanıyor. 2000’lerden bu yana geldiğimiz noktadan dönüp baktığınızda öykücülüğümüzün geçirdiği dönüşümü nasıl değerlendirirsiniz? Bu dönem Türk edebiyatında öykü türü özelinde yazan birçok yeni ismin edebiyat ortamına katıldığı, öyküde yeni açılımların yaşandığı bir edebi hareketliliğe tanık olduk. Genel olarak 2000’ler öykücülüğü içinde yazarlığınızı nasıl konumlandırırsınız?
Evet, yazmaya 2003-2004 yıllarında başladım, henüz 18-19 yaşlarındaydım. Ankara’da Kum dergisi yazarlık atölyesine de gittim hatta. O zamanlar öykü çok ön planda olan bir tür değildi, ancak ivme de kazanıyordu giderek. Ankara Öykü Günleri başlamıştı, arka arkaya öykü atölyeleri düzenleniyordu. İmge Öykü, Kül Öykü gibi sadece öykü odaklı dergiler çıkıyordu. Öncesinde tabii Adam Öykü var. Hatırlıyorum, İmge Öykü, öyküsü yayımlanan yazarlara telif ödemesi yapmıştı. Bunlar önemli adımlardı. Özellikle kadın öykücülerin sayısının giderek artmasının, günümüzde daha görünür olmalarının ilk adımları da 2000’lerin rüzgârıyla oldu diye düşünüyorum. O dönemlerde kadın cinselliği üzerine yazdığınızda gözler üzerinize çevriliyor, direkt konu ve yazar arasında ilişki kuruluyordu. Gerçi bu hâlâ devam ediyor ama en azından bu durum kadın yazarları durdurmuyor artık. 2000’lerde kadın öykücülerde gözlemlediğim bir şeydi bu; erkek edebiyat dünyasını rahatsız edecek birçok meseleye otosansür uyguluyor, cinsellik gibi tabu olan meselelerden uzak durmaya çalışıyorduk. Dönemin dergilerinden birine kadın bir arkadaşım öyküsünü göndermişti, gelen yanıt şuydu: “Playboy dergisi yerine yanlışlıkla bize göndermişsiniz.” Öyküdeki kadın özgürce seviştiği ve bunu da sansürsüz anlattığı için öyküden bile sayılmamıştı. Şu an o arkadaşım öykü yazmıyor ne yazık ki… Günümüzde azımsanmayacak sayıda kadın öykücü var, bu beni çok mutlu ediyor.
Gelelim öyküde yeni açılımlar meselesine… Dönem dönem çok iyi öykücüler, çok iyi öyküler okuduk, okuyoruz ama genel olarak öykücülüğe baktığımda öyküyü çok da iyi bir noktaya taşıdığımızı düşünmüyorum. Hatta birkaç yıldır yayımlanan kitaplara baktığımda sanki aynı şeyleri okuyormuşum hissiyatından kurtulamıyorum. 2000’lerin başında öykücüler deniyorlardı, farklı anlatımlar yakalamak için bir çaba söz konusuydu. Dergilerde müthiş yaratıcı öyküler okurdum. Şimdilerdeyse anıların öyküleştirildiğini, hiçbir meseleyi dert edinmeyen, estetikten uzak öykülerin yazıldığını görüyorum. Okuyorum, bende ne bir düşünce, ne bir his kalıyor geriye. Elbette onları da okuyalım ama çoğunluk böyle olunca tadı tuzu kalmıyor pek. Bunun birçok sebebi var. Yazarlık atölyeleri pandemiyle beraber daha çok arttı, basılı dergiler kapansa da online edebiyat siteleri sayıca fazla. Belki bu kadar ulaşılabilirlik nitel olarak vasatlığın önünü açmış olabilir. Bunları üzerine düşünelim diye söylüyorum. Basılı bir dergide en az altı ay, bir sene öykünüzün basılmasını beklerken, ki basılı olduğu için az sayıda öykü yayımlanacağını da göz önünde bulunduralım, şimdi birkaç hafta içerisinde öykünüzü online platformlarda görebiliyorsunuz. Keza atölyeler… Çevremde ne çok öykücü varmış, bilmiyordum. Havva’nın Düşü, sizin sorduğunuz tam yirmi yıllık bir sürecin ürünü. Öykünün yükselişini de bir nevi içinde barındırıyor. Denemişim; farklı teknikler, farklı anlatım yolları… Gençliğim de var içinde tabii. Şu an ikinci dosyamın üzerinde çalışıyorum. O bambaşka Havva’nın Düşü’nden. Olması gereken de bu sanırım. 1950 kuşağı öykücülerine yakın buluyorum kendimi. Sevim Burak, Leyla Erbil, Vüs’at O. Bener, Ferit Edgü, Onat Kutlar, Yusuf Atılgan, Feyyaz Kayacan. Okuduklarım, gördüklerim, sevdiklerim de onlardı. İyi bir edebiyat okuru elbette onların peşinden gidecektir ama ortalama okur için öykünün anlamı değişti bence. Bende de bir değişim söz konusu. İkinci dosyamda öykülerim daha farklı bir yere evrildi çünkü. Belki o dosyam bitince kendimi bir yerde konumlandırabilirim ama şimdi bir şey söylemek için henüz erken.
“YAZARLIK ATÖLYELERİ PANDEMİYLE BERABER DAHA ÇOK ARTTI, BASILI DERGİLER KAPANSA DA ONLINE EDEBİYAT SİTELERİ SAYICA FAZLA. BELKİ BU KADAR ULAŞILABİLİRLİK NİTEL OLARAK VASATLIĞIN ÖNÜNÜ AÇMIŞ OLABİLİR.”
Hemen her yazar gibi yazdıklarınızı dinlendirmek, dönem dönem metin üzerinde tekrar çalışmak, değişikliğe gitmek gibi yollar izlediğinizi tahmin ediyorum. Yazdıklarınız üzerinde nasıl çalışırsınız? Akademik eğitiminiz ve editörlük tecrübeniz yazma disiplininizi etkiliyor mu?
Etkiliyor, evet, hem de çok. Bir öyküm üzerinde aylarca çalışırım bazen. Yazdıktan sonra sürekli okurum, bazen sabah akşam, okudukça düzeltmeler, eklemeler yaparım. Onun yükünü taşırım sırtımda, uyurken bile. Sonra bırakırım, belki birkaç ay hiç bakmam. O sırada film izlerim, okurum; radarım da açıktır, öykümle ilgili detay toplamaya devam ederim. Görüşlerine güvendiğim arkadaşlarıma gönderirim okuması için. Onların yorumlarından sonra tekrar otururum başına. Sonra yeniden, yeniden… Havva’nın Düşü’nde son güne kadar hep bir düzelti oldu. Hatta kitaplaştıktan sonra da üzerine notlar aldım, yeni baskı için. Ne yazarsam yazayım, ne okursam okuyayım, düzeltilecek bir yer bulacağım hep. Bir de ben sistematik çalışırım. Hep bir yol haritam vardır. Notlarım dağınıktır ama hepsini toplar, dosyalar, yoluma devam ederim. Üç defterim var. Biri günlük notlarımı aldığım, çantamda taşıdığım bir defter. Diğeri fikir defterim. Daha büyüktür, evde durur; telefonuma, küçük defterime yazdığım fikir kırıntılarını, “euraka”larımı, hayallerimi oraya aktarırım sonrasında. Yazmaya oturduğumda mutlaka elime alırım onu, şöyle bir baştan sona bakarım, hangi fikrin hangisiyle yola çıkacağı belli olmaz çünkü. Bir defterim de o dönem hangi dosya üzerinde çalışıyorsam onun notlarının yer aldığı. Hatta belli kısımları da çalakalem orada yazar, sonra bilgisayara aktarırım. Kalemin hızı bazen çok işe yarıyor çünkü.
Havva’nın Düşü’ne gelelim: Kitap bir önsöz ve üç ana bölümden oluşuyor. Bölümler, “Gökten Düşenler”, “Tavşan Deliğinde”, “Çıkış Ne Tarafta?” başlıklarını taşıyor. Bölüm isimleriyle öyküler arasındaki kurgusal bağ okuma sürecinde dikkatimi çekti. Kitabı bu şekilde bölümlere ayırma fikri nasıl ortaya çıktı? Kitabın ismine nasıl karar verdiğinizden de söz eder misiniz?
Öykü kitaplarının çoğunda gördüğümüz bir şeydir, öykü isimleri ilk sayfada arka arkaya sıralanır, yanına sayfa numarası verilir. Böyle olmayan kitapları görünce heyecanlanırdım. Öykülerin bölümlendirilmesi estetik olarak kitabı tamamlayan bir unsur bence. Bölümlendirmede de bir metafor, bir öykü var baktığınızda. Bir eleştirmen bu bölümlendirmeyi, öykülerin sıralanış biçimini bir insanın yaşamına benzetmişti. Bunu yaparken bu kaygıyı gütmemiştim tabii ama sezgisel olarak doğru şeyi yaptığımı düşünüyorum. Bir kadının hayatta kalma hikâyesinin izdüşümü bu; Havva’nın düşü. Babaannemin kimlikteki adı Havva, aile arasında adı Nefise. Bir nevi, benim o, benim adım. Kitabın tamamında düşlere, rüyalara göndermeler var ve kadın meseleleri yer alıyor. Bu kitap da benim düşümdü. Kadın olmak, anneden kızına, nineden kız torununa geçen bir kimlik. Ben de “Babaannemin, benden önceki kadınların kimliğinde bizim düşümüz olsun bu” dedim. Hikâyelerimiz benzer, aynı yoldan geldik, düşümüz de baki.
Kitaptaki öykülerin çoğu çocukluk, ergenlik, gençlik dönemlerini süren ana karakterlerin bakış açısından yazılmış. Öyküleriniz bu anlamda büyüme, gelişme temalarını yansıtıyor. Ama karakterler bildiğimiz büyüme ve olgunlaşma anlatılarındaki şemayı tekrarlamıyor. Gelişimleri ivme kazanırken bir kesinti olmuş, bir yerlerde zincirin bir halkası kopmuş gibi eksiltili bir varoluşun, tam olamama halinin dışavurumu hissediliyor. Bu örüntü arada kalmışlığı da çağrıştırıyor ister istemez. Yazınsal bir strateji olarak arafta olma hali hakkındaki düşüncenizi merak ediyorum.
Evet, öykülerdeki kadınlar da arafta çünkü. Hiçbiri zincirlerini koparıp özgürleşemiyor, görünürlüğünü tamamlayamıyor. Ne yazık ki… Kitabın isminin de umut vermesi biraz da bundan. O yüzden soruyorum kitabın sonunda, çıkış ne tarafta? Bir çıkış var orada, düşlersek olacak ama şimdilik buradayız, arafta. Bunu fark etmeniz, dile getirmeniz mutlu etti beni. Eksiltili bir varoluş bu, evet. Leyla Erbil’in Tuhaf Bir Kadın’ında da öyledir. En entelektüel, en feminist dediğimiz kadının bile gelenekle bir bağı vardır; ninesinden, annesinden gördükleri çıkar önüne, özgürleşme çabasında bir ket vurulur ona. Bazen farkında bile değildir. Biz kendi aramızda da konuşuruz bunu kadın arkadaşlarımla. Belli kodlarla yetiştirildik, yine bu sistemin kodlarıyla eğitim gördük, zihnimizi ne kadar açsak da bazen biz de eril zihniyetin taşlarına takılıp düşüyoruz. Bize güçlü olmamız gerektiği dayatıldı uzun yıllar. “Çocuk da yaparım, kariyer de” dedik. Bence bunu bir erkek söylemiş olmalı. Kadınlar her zaman güçlü olmak zorunda değil. Neden erkeklerden daha fazlasını yapmak zorundayız? Bunlar benim kendime de sorduğum sorular. Üzerine düşünelim isterim. Karakterlerim kadın olunca, dilime de, anlatım biçimime de yansıttım bunu diye düşünüyorum. Zincirin bir halkası kopmuşsa, onu okurumla birlikte tamamlayalım istiyorum, boşlukları birlikte dolduralım.
Hatırlama anları, geçmişe dönme, yüzleşme gibi temalar üzerinde durmanızın belli sebepleri var mı? “Kavanozda Yaşayan” öyküsünde örneğin, ana karakter bir zamanlar yaşadığı aile evini görmek için evin yeni sahibinin misafiri oluyor ve burada geçmişte yaşadığı travmayla yüzleşiyor. Okurun bakışını evin içine odaklayan bu öyküde mekân gibi eşyalar da simgeselleşmiş, gömülü hayat parçalarıyla birlikte anlatının katmanları açığa çıkıyor.
Evet, yüzleşme temasını çok önemsedim bu kitapta. Salt bu öyküye özgü değil bu, arka planda da olsa hemen hemen hepsinde var. Yüzleşmeyle birlikte geçmişe dönme, hatırlama, inkâr belki. Temel derdim de buydu: “Ben kimim?” Her öykümde sordum, dosya defterimin her yerinde var bu soru: “Ben kimim?” Siz bu kitabı okuduğunuzda ben tüm samimiyetimle oradayım. Mekanik, soğuk, uzak öyküler değil bunlar. Size de bu soruyu sorduracağından eminim. Çocukluğunuzdan, gençliğinizden, kadınlığınızdan, yaşlılığınızdan yakalayacak. En çok da yaralarınızdan, korkularınızdan… En korunaklı, en güvenli olduğunu varsaydığımız evde geçiyor “Kavanozda Yaşayan”. Şiddeti bir evin içinde yaşamak, ürkütücü ve tehlikeli mekânlarda yaşamaktan daha korkunç bence. Korku sinemasında da bu tema kullanılır; “ev baskını”. Siz kendinizi evinizde güvende zannederken dışarıdan gelen birileri tarafından şiddete maruz kalırsınız. Burada bir de evin ahalisinden gelen bir şiddet var. Düşünün korkunun boyutunu. “Gömülü hayat parçaları” dediniz, evet, onlar da uzakta değil, evimizin içinde, burnumuzun dibinde. Hepimizin var bence.
Havva’nın Düşü’nde kolektif belleğin yansımalarını da görüyoruz sık sık. Masallar, mitler, geleneksel hikâyeler, rüya anlatıları... Kadınların hikâye anlatma geleneğindeki rolü öyküleriniz için önemli bir kaynak oluşturuyor gibi görünüyor, biraz bahsetmek ister misiniz?
Evet, seve seve… Geleneği taşıyanlar kadınlar ve çocuklar. Çoğunlukla onların arasında döner masallar, hikâyeler. Erkekler değişime daha açık. Modern hayata en hızlı onlar adapte oldu, tabii bunda tüm sistemin onlara hizmet etmesinin de payı büyük. Kadınlar geçmişine, geleneklere daha bağlı, değişime daha dirençli. Öyle olmak zorundayız belki de. Ben hikâye anlatılan bir evde büyüdüm. Bizde anlatıcı dedemdi. Bir şifacıydı da aynı zamanda. Her derde bir hikâyesi vardı. “Bak, sen bunu yaşadın ama yalnız değilsin” demekti bu. Sanırım ben de öykülerimde bunu yaptım; bir çözüm sunmuyorum, karakterlerim özgürlüğe koşmuyor ama okuruma kıymetli bir şey söylüyorum: “Yalnız değilsin.” Babaannemin de, ailemdeki tüm kadınların da hikâyeleri varmış meğer. Yaş aldıkça daha iyi anladım. Ben çocukken susarlardı genelde. Sadece bir hastalık, bir musibet yaşandığında konuşur, toplaşıp dertlerini paylaşır, hikâyelerini anlatır, dualarını ederlerdi. Kadın dayanışmasıydı bunun adı. Şimdi halalarımla sohbet ederken fark ediyorum, hikâyeleri var, çok derinde. Onları çıkarmak için biraz cesarete ihtiyaç var. Onlara yalnız değilsin dememize ihtiyaçları var. Sanırım ben de öykülerim aracılığıyla kendime söyledim bunu; masallarda da, mitlerde de var bak bu, yalnız değilsin.
“HAVVA’NIN DÜŞÜ ÇIKANA KADAR MİZAHİ YA DA İRONİK DİYEBİLECEĞİMİZ BİR ÜSLUBUM OLDUĞUNUN TAM DA FARKINDA DEĞİLMİŞİM. BENİM İÇİN HAYATIN OLAĞAN AKIŞINA UYGUNDU YAZDIKLARIM. HAYAT DA BÖYLE DEĞİL Mİ? GÜLEREK, ÜZÜLEREK, KIZARAK YA DA TİYE ALARAK YAŞIYORUZ.”
Genel olarak mizahi dilin öykülerinizde özel bir rolü olduğunu söyleyebilir miyiz? “Mişmiş” isimli öyküde örneğin, trajedi ve mizah dili el ele yürüyor. “Mişmiş”, ana karakterin zihin dünyasında yankılanan seslerin bir araya geldiği çoksesli bir iç monolog biçiminde kurgulanmış. Başta aile olmak üzere yakın ilişkilerde yaşanan gerilim, uyumu ve itaati kabullenmeyen öznenin bilincinden aktarılıyor. Bir bakıma karakterin iç dünyasında yargılayan, alay eden, buyuran seslere karşı ortaya koyduğu bir kendi olabilme mücadelesi sahneleniyor diyebiliriz. Buradan hareketle mizahi anlatım, öykülerinizdeki toplumla uyumsuz özneler için bir çıkış umudunu yansıtıyor olabilir mi?
Havva’nın Düşü çıkana kadar mizahi ya da ironik diyebileceğimiz bir üslubum olduğunun tam da farkında değilmişim. Benim için hayatın olağan akışına uygundu yazdıklarım. Hayat da böyle değil mi? Gülerek, üzülerek, kızarak ya da tiye alarak yaşıyoruz. Tam can alıcı bir görüşmenin ortasında saçma sapan bir şey gelebiliyor aklımıza. Yazdıklarım da öyle… Bir iç sesimiz var, bir de onun arkasında bir ses. Ciddiyeti ele alacağımız sırada o en arkadaki ses durdurmuyor mu sizi de? Acınızı hafifleten bir şey o aslında, yaranızı sarmak isteyen bir ses. “Çıkış umudu” dediniz, çok güzel. Beyninizin sizi koruma yöntemi. Mizahi dili seçmek de, öykünüze hizmet ediyorsa anlamlı. Öykülerimde karakterin iç çatışmasını daha iyi verebilmek için seçtiğim bir yol. Kendi iç sesiyle bile konuşurken kendi olmaya çabalamak zor iş. Öyle değil mi?
Öykülerinizde dili sorguluyor, alışılageldik kullanımların dışına çıkarak farklı anlatım teknikleri kullanıyorsunuz. Çağrışımlı, simgesel, hatta bazen soyutlamacı bir üslup öne çıkıyor. “Kokuşmuş” isimli öykünüzdeki şu satırları anmak istiyorum bu noktada: “Kelimeler sallanıyor ipte. Mandalın ucunda. Anlamlarından uzak, harflerden müteşekkil. Bir ceset gibi… Kimisi tersyüz olmuş, kimisinin harfleri bozulmuş, bazıları da birbirine yapışmış yıkanırken” (s. 60) diyor öykünün anlatıcısı. Belki deneysel metinler yazdığınızı söylemek fazla genellemeci bir yaklaşım olacak ama dildeki sapmalar ve biçimle ilgili kaygılar açıkçası beni heyecanlandırdı, dolayısıyla deneyselliğe bakışınızı merak ettim.
Bu teknikleri kullanmayı amaçlayarak oturmadım hiçbir zaman masanın başına. Önce anlatmak istediğim hikâye şekilleniyor kafamda. Yazarken bozarak, deneyerek, bazen “Kokuşmuş”taki gibi yıkayarak bir yol bulmaya çalışıyorum. Bir okurum, bu öyküyü okuduktan sonra “Kelime Yıkayıcısı” adında bir metin yazmış benim için; çok hoşuma gitmişti. Arayışım hep baki, gerekirse kelimeleri bile yıkarım, yeniden, yeniden anlamlandırırım. Tabii bunun öyküme hizmet etmesi de önemli. O tekniği seçmenin sebebi de öykünün temelinde gizli çoğu zaman. Biraz zihnimin işleyişine de uygun bu. Günlük hayatta da çağrışımlarla yaşıyorum. Birkaç yıl öncesine kadar bunu normal sanıyordum hatta. Gerçekten hayatımı zorlaştıran da bir şey bu. Çoğu zaman hızlı konuşmama da yol açıyor. O kadar çok şey üşüşüyor ki zihnime… Bazı öykülerimde de öyle; bir hız var, sözcükler akar gider. Bu yöntemler, teknikler, hikâyeyi okurlarıma daha iyi aktarabilmek, karakterimin ruh durumunu daha iyi ifade edebilmek için var. Deneysellik de bunun bir ayağı. “Daha iyi nasıl anlatabilirim”in vardığı nokta. Yapabildiysem ne mutlu!
Öykülerinizde sabit bir mekân ve zaman algısından söz edemiyoruz. Dramatik yapıyı parçalara ayırarak anlatıyı genişletiyorsunuz. Kurguyu ayakta tutan ise ses çoğu zaman. İç konuşma, bilinç akışı ya da diyalog gibi tekniklerin kullanımında da seslerin anlatıdaki kuşatıcılığı görünürlük kazanıyor. Sesin öykülerinizdeki konumu sizde hangi arzulara karşılık geliyor?
En sevdiğim öykülerim de onlar. Sesle, iç konuşmayla, bilinç akışıyla yazdıklarım… Bir söyleşi etkinliğinde okurlarımdan biri de bunu dile getirmişti. “Ne eksik, ne fazla bir sözcük var” demişti. “Akıp giden bir ritim de söz konusu” diye de eklemişti. Evet, bazen öyle acılar yaşarız ki, kalakalırız öyle; sadece ses, sadece bir sözcük. Ah, laklak, elâlem, sömürtük… Sadece tek bir sözcükle, tek bir sesle çok derin hikâyeler de anlatabiliriz. Bazen korkarız, düşeriz bir çukura, debeleniriz, kendimize tutunuruz sadece, kendi sesimize. “Geçsin” diye de kimse duymasa bile konuşmaya devam ederiz. Onları anlattım bu öykülerde, onların hikâyesini. Anlam vermek, boşlukları doldurmak için. Biliyorum, oralardan yeni boşluklar açıldı, tamamlanmadı hepsi. Bazen yarım kalan öyküler de bitmiş sayılmaz mı?
Önceki Yazı
Gent Film Festivali’nden notlar
Avrupa’nın en köklü film festivallerinden olan ve bu sene kuruluşunun 50. yıldönümünü uzun, kapsayıcı ve söyleşilerle bezeli bir programla kutlayan Gent Film Festivalinden izlenimler...
Sonraki Yazı
Haftanın kitapları – 46
K24'te haftanın vitrini... Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevleri tarafından bize gönderilen, dikkatimizi çeken; okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar:
Bilge Karasu Sözlüğü / Bu bir söyleşi kitabıdır / Ebedi Ev / Fatma Nudiye Yalçı / İktidar ve Teknoloji / Kanun ve Nizam Dairesinde / Sınır Bölgeleri / Sosyal Isınma / Yabancı / Zesto Psomi