Ne Para Ne Saat Ne Kasket:
“Gün gibi aydınlık ama anlamsız bir karabasan, acil çıkışı bile yok”
“Genazino başlangıçlar dahil tüm hikâyeyi, mekân ve zaman geçişlerinde nesneleri –dış dünyaya yönelik varlıklarıyla– karşısına alarak onlarla çoklu bir sohbete dönüştürür.”

Wilhelm Genazino
Dünyanın neresinde olursa olsun –yaşarsa yaşasın– çizilen çizgilerin ve sınırların benliklerini savurduğu, akıp giden, acımasız kayıtsızlığı ve müphem alaycılığıyla zamanın kalıntılarına ve onu oluşturan sayısız toz zerreciklerine direnmeden yaşayan, yaşama dair hemen tüm sorunları geride bıraktığını ya da onları çözdüğünü düşünen, fakat yanıldıkları gerçeğiyle er geç yüzleşen ve sıklıkla boşluğa odaklanan orta sınıf erkek karakterlerin/anlatıcıların yaratıcısıdır Wilhelm Genazino. Kendi içinde yürüyen, sokakları bir atölye gibi kullanan/değerlendiren, mutlu bir iç izlenim endişesinden uzak, sesleri ve sözcükleri edebiyatın ve yaratının yolunda kışkırtan Genazino ve Frankfurt, Mainz, Wiesbaden arasında geçirdiğim zamanlar –yaklaşık bir yıl yaşadığım Rhine-Main-Gebiet– bu yazıyı kaleme alma arzusunu harekete geçirdi.
Genazino’nun ölümünden önce yayımlanan son romanı Ne Para Ne Saat Ne Kasket (Kein Geld, keine Uhr, keine Mütze), 2024’ün Aralık ayında Tevfik Turan çevirisiyle Jaguar Yayınları tarafından basıldı ve okurlarıyla buluştu. Roman, yazarın Türkçe çevirisi yapılan altıncı eseridir. Okuyucu, izleyici, gözlemci, eleştirmen, yazar ya da memnuniyetsiz herhangi biri geriye çekilip ortaya çıkan romanların tümüne dair salt bir bütünlükten söz edebilir mi? Edebilir. Çünkü bu durum, yazarın çizdiği ve kaleme aldığı şeyler arasındaki uzamsal bağlantı, enerji seviyesi, coğrafya ve benzerliklerle ilgili olduğu kadar onun nevi şahsına münhasır üslubuyla da ilgilidir. Sanatçı, yarattığı karakterlere onların ne ya da kim olduklarını “gündelik hayatı” mercek altına alarak hatırlatır ve bilgece bir yaklaşımla varoluşlarındaki sapmaları, iç dünyalarındaki zenginlikleri, “bir şeylerin arkasına saklanma zorunda hissetmenin” yarattığı ilginç ve çatışmalı dürtüleri kararlılıkla gözler önüne serer. Karakterler günün sonunda gerçekliğin ve benliği oluşturan şeylerin keşfedilmesini ya bir diğer güne erteler ya da beklentiler sağanağında, ifade araçlarının, hikâyeyi var eden unsurların ve içsel anlam üzerine kurulan metaforların –bedenlerin mekanik, harmonik, vb. salınımlarla– yardımıyla kendi otoportrelerini yazarın sarkastik tarzıyla bir denge noktası oluşturarak tamamlamaya çalışırlar.
Genazino romanları Aki Olavi Kaurismäki filmlerine özgü açılış sahnelerinin ruhunu yansıtır. Kaurismäki’nin filmlerinde ayrıntılar, sonbaharda bir yaprağın üstüne düşen akşam güneşinin iç ısıtan ışıkları gibi, diyaloglara neredeyse hiç ihtiyaç duymadan görsel bir zenginlikle sergilenirken, Genazino başlangıçlar dahil tüm hikâyeyi, mekân ve zaman geçişlerinde nesneleri –dış dünyaya yönelik varlıklarıyla– karşısına alarak onlarla çoklu bir sohbete dönüştürür ve onları ufuk çizgisinin kıyısında ince ince detaylandırarak anlatır. Farklı sınıfların yaşamlarına odaklansalar, anlatılarında yapısal farklılıklar taşısalar da, hikâyelerindeki yalın ve zahmetsiz görünen –bilakis, düşünme ikâmeleriyle derinlik kazanan– her ayrıntıyı, yol ve izleği çok katmanlı bir anlatıma yaslanarak ustalıkla dokuyabilmeleri, iki sanatçının en belirgin ortak noktasıdır. Kaurismäki’nin kadrajından süzülen hikâyelerin hüzünlü dokularında yer eden yalınkat anlatım ustalığı, Genazino’nun eşyaları ve seslerin sınırlarını sözcüklerle, onların çağrıştırdığı manzaralarla ve imgelerle çözülme eşiğinde anlamaya ve yorumlamaya çalışmasında da görülür. Dolayısıyla, her şey hakkında alabildiğine konuşkan bir dünyada hemen herkes kendi gerçeğini ifade etme noktasında fazlasıyla ketum ve derin bir suskunluğa gömülüdür.
“Yaşlanmak lekelenmek demektir. Bu kadar çok insanın lekelenmiş bir ruhtan niçin korktuğunu sordum. Bir ruhu lekeleyen ne olabilirdi? Ne demekti ki zaten ‘lekelenmiş’?”[1]
Romanın anlatıcısı aynı zamanda onun başkahramanıdır. Altmışlı yaşlarının başında, ‘isimsiz’ kentli erkek karakter Rhine-Main metropol bölgesinde yaşar. Çocukluğu ve ergenliği savaş sonrası dönemdeki yokluğa, hastalıklara, sosyo-ekonomik koşulların yıkıcı etkilerine ve siyasi kargaşaya denk düşer. Modern çağın –şimdinin– kendisini sürüklediği açmazlara, soru(n)lara ve anlamsızlıklara karşı düşünce bulutundaki nemli ve sisli manzaraları iç monologlarında dile getiren ana karakter, anne-baba özlemi, kuşak çatışması, anılar, eski aşklar, biten evliliği (gelecekteki “eski”liğiyle eşi), okul yılları, başarısızlıkları ve bazı utanç verici düşüncelerin onulmaz hatıralarıyla geçmişini; yürüyüş güzergâhları, insanlardan ve zaman zaman kendisinden kaçıp saklanma isteği, ilginç gözlemleri, ev halleri, kararsızlığı, ölüm, yaşlılığa dair kaygı, endişe ve korkularıyla bugününü; çevresine dair kırık umutları, olup bitenler karşısındaki kayıtsızlığı, yarı-melankolik ruh halleri, kendi dünyasının sıradanlığı, atalet duygusu ve “sürekli bekleme durumu”nun yarattığı küçük gerilimlerle de geleceğini okurla içtenlikle paylaşır.

Toplumsal normlardan, yerleşik değer yargılarından, çoğunluktan ve hâkim yaşam tarzlarından uzak kalmayı denese de, çocukluğundan beri hemen her gün kaçma planları yapan fakat nereye gideceğini bilemeyen başkahraman/anlatıcı, göz açıp kapanıncaya kadar geçen günlerin beyhudeliğinde “her an kaçış halinde olan hayatın hüznünü hissetse de”, kendisinin değil, hayatın münasebetsizlik ettiğini düşünür ve bu hususta hiç tereddüt etmeden, kalıtsal bir bencillikle kendini onaylar. Uzun yürüyüşler ve gözlemler sonrası yorgun düşmüş bedeniyle –metaforlar silsilesiyle– ne yapacağını bilemez. Bazen yatakta uzanırken, yatağın kenarında/yanında ayakta durup kendisine bakan, uyku ve uyanıklık arasındaki anlamın yokluğunu seyreden bir adam izlenimi veren başkarakterin bu görüntüsü hem okur hem de yazar için dümdüz bir çizgide ilerleme sarhoşluğu yaratsa da, durum oldukça farklıdır. Benliğin etrafındaki boş alan, tembihlenen seslerin, enteresan fikirlerin, anılar kümesinin, karmaşık rüyaların, değişen yüz hatlarının, saklanan/unutulan eşyaların, sürekli konuşan ve susan insanların gölgeleri ve hareketleriyle gelişigüzel çarpışır.
Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk (Ayrıntı Yayınları) romanının başkahramanı Gerhard Wahrlich ve Abschaffel-Trilogie (Abschaffel, 1977; Die Vernichtung der Sorgen, 1978; Falsche Jahre, 1979) roman serisinin başkahramanı Abschaffel dışında – bu tespit yazarın Türkçeye çevrilmiş bütün kitapları ve orijinal dilinde okuduğum üçlemesiyle sınırlıdır. Yazarın yarattığı hiçbir başkahraman tam anlamıyla melankolik değildir. Orta sınıfa mensup başroldeki erkek karakterler kapitalizmin inşa ettiği modern dünyanın ve küçük burjuva ilişkilerin yeknesaklığı karşısında iş yaşamından gündelik hayata, kolektif sorunlardan kadın-erkek ilişkilerine, toplumsal düzenden aile içi problemlere, evlilik, çocuk, cinsellik, aşk ve bağlılıktan özgürlüğe dek uzanan bir düşünsel sorgulama ve çelişkiler yumağı içinde hemen her şeyin kendiliğinden değişeceğine ya da yoluna koyulacağına ihtimal dahilinde inanan, hayatta kalmak için ihtiyaç duyduğu şeylere karşı olmayan, yalnız kalma/yaşama korkusuyla iç seslerini ve isteklerini bastıran, bunalımları uç verdikçe kendilerini ve düşüncelerini gizil bir kibirle önemseyen, egemen erkin kadına biçtiği ikincil (art) rolden rahatsızlık duymayan, bazı keyifsiz durumların, duraksama anlarının tadını çıkaran, depresif ve yarı-melankolik ruh hallerine sahip, algıları açık ve titiz gözlemcilerdir.
Bazen herhangi bir yerde duruyor, sırtımı bir bina duvarına dayıyor, bir sonraki tesadüf gelip beni ileri götürene kadar bekliyordum. (s. 148.)
En ciddi sorunlar karşısında bulanık düşüncelerle zihninin herhangi bir yerinde beliren fikirlerin netleşmesine izin veren Ne Para Ne Saat Ne Kasket’in başkarakteri suiistimal edilmiş nesnelerin sınırlarında kırmızı şarabını içer, radyosundan Bach’ın bir süitini ya da kantatını dinleyip gevşer, yatağında sarıldığı kadınların (Sibylle, Christa, Frederike) memelerinde, koltuk altı sıcaklığında ve ter kokusunda kendi yaşamına, özellikle geleceğine dair taşıdığı “derin kaygıları” gözlerinin, ellerinin, kollarının, bacaklarının ve kaslarının huylarını anlayarak rahatlıkla unutabilir yahut erteler. Anne figürünün baskınlığının ve koruyuculuğunun etkisiyle, ilişki kurduğu, birlikte olduğu, gözlemlediği ya da uzaktan seyrettiği kadınların memelerine karşı bir tür ‘zararsız’ saplantı geliştirir. Kadın bedenini mütemadiyen bireyden bağımsız bir obje olarak algılayan ve annesiyle olan geçmişinin izlerini her ilişkide yeniden canlandıran bu fetişizm romanda sık sık bir leitmotive olarak okurun karşısına çıkar.

Genazino (solda) Frankfurt'taki Mentz restoranında arkadaşlarıyla... 1970'lerin sonu.
Fotoğraf: Inge Werth
Yaşamla kendi arasındaki uyumu/anlaşmayı bozan ve/ya sabote eden insanları eleştiren, yüzeyi oluşturan şeyleri, kabartmaları, parçaları, yükseltileri, kolajları, taslakları, tabakaları, vd. önceleyen, yaşını kendisine ve başkalarına (özellikle birlikte olduğu kadınlara) yük eden ve “Ben birilerinin bir yere ‘yerleştireceği’ veya ‘sokacağı’ biri değildim” (s. 27) diyen kahramanın sabah sekizle akşam beş arasındaki ezici çoğunluğu şekillendiren zorunlu çalışma/mesai döngüsünden kaçması –tasasız bir hayattan kahrolası bir hayata geçişi ertelemesi– da onu fazlasıyla yorar. Anlamın yokluğunu icra etmeye çalışan biri için tüm bunlar anlaşılır olsa da, okur benliğin etrafındaki “boş alan”ın neyle doldurulacağını merak eder. Sorgulanması gereken, insanın ne ya da kim olduğunu bilse de, bildiği ve hissettiği şeyi ifade etme gücünü yadsımamasıdır. Genazino’nun yarattığı karakterler bu noktada çevrelerine ve yakınlarına karşı dürüst olmaktan uzak, fakat hem kendilerine hem de okura karşı iç monologlarında ve dolaysız eylemlerinde oldukça samimi ve açık sözlüdürler.
Sanatçı, başkarakterin aşınmışlık duygusuna karşı geliştirdiği idare etme, aşırı tüketime karşı olma –kanaatkârlık– durumunu zamana, yaşama ve kahramanın kendisine direnen, onun sahip olduğu sınırlı sayıdaki kişisel eşyayla, özellikle eprimiş pantolonu, düğmeleri sallanan ceketi, eskimiş ayakkabısı, çalışmayan saati, bozulmaya yüz tutmuş radyosu ve yirmi yılı aşkın kullandığı paltosuyla özdeşleştirir.
Yağmur verip veriştiriyordu ve kimseye ilettiği bir mesajı yoktu. Büyük binalar şehirde yan yana ıslak havlular gibi dikiliydi/asılıydı. Günlerden beri yağıyordu. İnsanlar kapüşonların, şemsiyelerin altından bakınıyordu. (s. 154)
Daha “iyi bir yaşam” aldatmacası ve “başarılı olma” baskısıyla kuşatılmış, tüketime endeksli bir toplumda hayata ve ona uyum sağlama çelişkisini yapıtında içeriğin hareketi ve dili bozan/sarsan kullanımlarla kurgulayan yazar, geçmişin yankısı ve gölgesiyle şimdinin ve geleceğin garip görüntüleri etrafında salınan başkarakterin hikâyesini, her türlü gelip geçici mutluluğun ve coşkunun içinde alaycı bir tebessümle açığa çıkarır. İster bir şeylerin eksikliğini duysun, isterse de bir şeyler kendisine fazla gelsin, çevrilen her sayfada yazar serzenişlerle, yalanlarla, şikâyet edip sızlanmalarla yaşamın çok azının törpüleneceğini okuyucuya, yaygın ve ikiyüzlü anlayışların aksine, açık yüreklilikle gösterir. Buna rağmen Genazino okurlarına umuda dair herhangi bir vaatte bulunmaz. Bu onun edebiyat anlayışına da uygundur; metinle ideoloji arasında –kapitalist üretim tarzıyla modern toplumun ilişkisinde ortaya çıkabilecek bir analojiden– düşünsel bir üretim ilişkisinden bahsetmekten kaçınır.
Kültürel evrimin işleyişinin farkında olsun ya da olmasın, edebiyat eserinin görevinin/amacının ve niyetinin ne olup olmadığı tartışmasından bağımsız, Genazino felsefi görüş ayrılıklarına rağmen karakterler arası çatışmaların çözümüne rastlantısallıkla yaklaşmayı tercih eder. Anlatımı aynileştiren, metnin göstergelerini doğallaştırarak ezoterik bir edim içine hapseden ve okuru yanıltan bu durum, insanın yaşam karşısında önemsizliğini sadece kendisini abartarak aşmasıyla pek mümkün değildir. Anlatının fiili içeriğini paranteze alarak tamamen biçim ya da yapısal sağduyu üzerine yoğunlaşan anlamlandırma pratikleri, modern dünyanın ve onu yöneten egemen kapitalizmin korunmasına yönelik tartışmaya açık ilişkiler ve etkiler üretir. Nitekim savaş öncesi ve sonrası dönemlerde Avrupa’nın histerik ve aşırı katı ahlak anlayışı karşısında yazıya Wilhelm Genazino’nun başkarakterinin sözleriyle son vermek de yarar var:
Özellikle aldatıcı olan da, kendi gündelik hayatımın savaş sonrası dönemden bugüne kadar annemlerin hayatına benzemediği, ama bu benzemezliğin de hiçbir önemi olmadığı için bana hiçbir faydasının olmadığıydı. Bazen sırf bizimkilerin sıradanlığının kendi hayatımın sıradanlığıyla hemhal olacağını umduğum için sokakları arşınlıyor veya süpermarkete gidiyordum; gün gibi aydınlık ama anlamsız bir karabasandı, acil çıkışı bile yoktu. (s. 66)
[1] Wilhelm Genazino, Ne Para Ne Saat Ne Kasket, çev. Tevfik Turan, Jaguar Yayınları, İstanbul, 2024, s. 98. Sonraki alıntılar da aynı kitaptandır.