Ne Duygu Ama! Ama Duygu Ne?
Duygunun tekilliği, duygunun çokluğu
“Didi-Huberman daha en baştan duygulara dair ‘bilimsel açıklama’ları reddeder ve aynı şekilde, erginlikle gelen ‘duygunun bertarafı’na kuşkuyla yaklaşır; zira bu bağlamda ilgilenilen şu ya da bu duygunun nedeni değil, başlı başına bir sonuç olarak, nedeni aşan bir sonuç olarak duygudur.”

Kuzey Osetya'da 5 Eylül 2004'te 186'sı çocuk toplam 331 kişinin öldürüldüğü Beslan okul katliamının kurbanları için ağlayan ve yas tutanlar. Fotoğraf: Yuri Kozyrev.
Pek bilinmeyen fakat olağanüstü bir berraklık ve billurlukta olan, ancak bir düşüncenin “geç dönem”inde verebileceği bir meyve olarak pek tabii değerlendirilebilecek, (İki Delilik Rejimi: Metinler ve Söyleşiler 1975-1995’te yer alan) “İçkinlik: Bir Yaşam” adlı kıpkısa bir metninde Gilles Deleuze tekilliğin özneye değil, aksine öznenin henüz var olmadığı, diyelim ki oluşum göstermediği bir mevcudiyete ait olduğunu söyler ve buna örnek olarak küçük çocuk figürünü öne sürer. Küçük çocuk figüründe söz konusu olan şudur: O duyguları hiçbir öznel niteliğe göndermede bulunmaksızın ifade eder. Onun ne cinsiyeti açıkça bellidir ne tam oluşmuş bir karakteri vardır ne de hissettiklerini dolaylama, diyelim ki dille ifade etme becerisi bulunur. Daha ziyade, tüm duygulanımlarını saf birer duygu olarak dışavurur o; tekilliği duygularıdır ve duyguları da tekilliği. Dolan gözler, komik bir surat, belli başlı jestler; her biri bir öznenin değil, özneye indirgenemez bir yoğunluklar çokluğunun görüngüleridir. Ve bu görüngüler söz konusu çocuğun bedeninden yansır doğrudan. Belki de bu nedenle bir küçük çocuğa kayıtsız kalınamaz, çünkü o tüm duygularını hiçbir “öteki”ce dolaylanmamış haliyle belirginleştirir; en amiyane tabirle her şeyi “üst perde”de yaşar. Ve tabii böylece yaşatır da. Sanki ona karşı koymak mümkün değildir, çünkü o duyguların saf hareketinin kozasıdır ve böylece duygusuyla kapsar, kuşatır. Diğer bir deyişle, içimizdeki en “derin duygu”lara seslenir çocuk: Herkesle paylaştığımız ama bizim sandığımız o duygusallığa dokunur. İşte çocuk budur: Duyguların tekilleştiği içkin beden.

Ne Duygu Ama! Ama Duygu Ne?
çev. Baran Bilir
Haziran 2024
62 s.
Küçük çocuğun duygularının bu denli tesir edici oluşunun bir nedeni de şu olabilir: Bir zamanlar hepimiz bir çocuktuk. Küçük bir çocuk. Kırılgan bir bedene sahip, akla ise (umulanın aksine) henüz sahip değil. Duygularını anlamlandırmamış, ufacık bir bedendik bir zamanlar; duyguları bilmek ise ancak ikinci, hatta üçüncü tahlilde bir şey ifade edecekti. O vakitler duygularımızı “kontrol etme”yi öğrenmediğimiz, onları “ifade etme”yi bile öğrenmediğimiz, daha ziyade onları yaşamayı, hatta yaşamayı bile değil, onlarla yaşamayı bildiğimiz, ama bu bilgiyi de ancak his denen şeyden hiçbir farkı kalmadığı bir düzeyde edindiğimiz bir hal içindeydik diyelim. Belki de Deleuze’ün de sözünü ettiği tipte bir çocuktan bunca etkilenme sebebimiz budur. Bizde en kötü halde yitmiş, en iyi halde ise karanlıklara itilmiş şey onda parıl parıl parlayan, yeğin, kutlu bir şeydir: Duygunun katıksız oradalığı. Dışarıya tamamen maruz, ama onun tarafından sınırlanmamış, ket vurulmamış bir hissin çarpıcılığı. Bize “Ne duygu ama!” dedirtecek, sonra da “Ama duygu ne?” diye de sorduracak bir duygu yoğunluğu.

İşte Georges Didi-Huberman’ın Ne Duygu Ama! Ama Duygu Ne? adlı kitabı da tam da bu tip bir yoğunlukla başlar ve boşu boşuna bir ünlem ile bir soru işaretini kendi başlığında dışavurmaz (ki bu başlık kitabın kapak tasarımında dahi aksedecektir). Yine bir küçük çocuğun duygusuyla, bu örnekte ağlamasıyla karşı karşıyayızdır: Didi-Huberman’ın kitabı Oscar Gustave Rejlander’in ağlayan bir çocuğu görünür kılan bir fotoğrafıyla açılır. Ama ilginçtir, tıpkı bu “duygu seli”ni her ne kadar fotoğraflanması itibariyle kontrollü görse de, bu “duygu ifadesi”nde en soyut anlamda çıplak bir şey olduğunu göz ardı etmeden yazar; ağlayan çocukta “olağan duygu”yu aşan bir şey bulur. Bunun ne olduğu da bellidir tabii: Doğrudanlık. Başkalarının, “yetişkin”lerin dolaylamayı öğrendiği şey, duygu, çocukta dolaysızca bulur ifadesini. Tıpkı Deleuze’ün çocuk figürü gibi, Didi-Huberman’ınki de duygunun tekilliğine vücut verir varlığıyla. Tüm içtenliğiyle ağlar; dışarının onu nasıl göreceğinden, onunla ilgili düşünüleceklerden, özetle duyguya dair olmayan her şeyden bir sıyrılmışlıkla. “Bakalım” der Didi-Huberman ve şöyle yazar:
Gözümüzün önünde ağlayan, gözyaşı döken, bize kendini sunan çocuğa. Kendini ortaya koyuyor. Duygusunu ortaya koyuyor, duygusunun görünmesine izin veriyor. Kendini bütün zayıflığıyla ortaya koyuyor, hatta belki gülünç kılıyor, alay konusu ediyor, bilmiyorum, gerçi kimin gülünç olup kimin olmadığına kim karar veriyor?
Gülünç ya da değil, bu tip bir duygunun kitabın başlığına da ilham olduğunu söylemek mümkün: Önce bir şaşkınlık, bir şok, bir derin etkilenim (“Ne duygu ama!”), ardından gelen sorgulama, sual, yaşanan hakkında bir cevap arayışı (“Ama duygu ne?”). Burada duygunun nedensellikten bağımsız, saf, diyelim ki “kendinde” bir halinin deneyiminden ileri gelen bir felsefi soruşturmayla karşı karşıyayızdır. Tam da bu nedenledir ki, Didi-Huberman daha en baştan duygulara dair “bilimsel açıklama”ları reddeder ve aynı şekilde, erginlikle gelen “duygunun bertarafı”na kuşkuyla yaklaşır; zira bu bağlamda ilgilenilen şu ya da bu duygunun nedeni değil, başlı başına bir sonuç olarak, nedeni aşan bir sonuç olarak duygudur. Evet, duygulanmamızın nedeni vardır, neden (çoğu zaman) dışarıdadır, fakat duygu bir kez olanca açıklığıyla ifade edilmeyegörsün, artık hiçbir neden hiçbir duyguyu hiçbir şekilde tanımlamaz. Aksine, onun ifadesi için altlıktır olsa olsa. İşte Didi-Huberman’ın söz ettiği duygu da bu tip bir tanesi: “İçeride yaşanan” değil, (mümkün en düz anlamıyla) “dışavurulan” bir şey olarak duygu. Vurucu bir duygu. Tekrar Didi-Huberman:
Çoğu zaman bir duygu, biz nedenini ya da tam olarak neye dayandığını bilmeden, onu tahayyül edemeden bizi yakalar, sarar. İçimde harekete geçer ama aynı zamanda beni aşar. Hem içimdedir hem dışımda.
Bunun nedeni nedir? Neden bu tip bir duygu? Apaçık duygu, onu yaratan şeyle, giderek de onu aşan dünyayla ilişkisinde farklılık gösterir, ondan. Bu raddede duygu gizlenen ya da dolaylananarak ifade bulan bir şey değil, aksine “neyse o” olan şeydir; hissedildiği gibi hissettirilir. Artık “olgunca yaşanan duygu”nun diyarından çıkmışızdır ve bir tür çocuğuzdur, “çocukça duygulanır”ız, yani etkilenmişliğimizi gizlemeksizin, buna gereksinim duymaksızın.
Didi-Huberman her ne kadar bu tip bir duygunun “gülünç”lüğü özelinde ağlamayı örnek verse de, bu gülme de olabilir (ki en gelişkin haliyle Henri Bergson’un Gülme’sinde tahlil edilmişti), hatta öfke de (ki Marcus Aurelius’un Düşünceler’inde “rolü yapılamaz duygu” olarak tanımlanmıştı). Burada mesele duygunun, etki edilmişliğin, diyelim ki dokunulmuşluğun ve belki de yaralanabilirliğin açıklaştırılmasıdır. Saf duygunun çıplaklığı da buradan ileri gelir zaten: Onda hiçbir şey gizlenmez. Bu mutlak bir dışa açıklığın bir tezahürüdür ama, yoksa tersi değil. Derinden duygulanan beden önce onu duygulandırana karşı çıplaklaşır; ona tesir edildiğini gösterir. Ardından, aynı anda aynı beden onu duygulandıran nedeni de aşar ve duygusunu herkesin kılar; içinde olan biteni dışarının bir parçası haline getirir. Tam da bu nedenle “her şeyi içinde yaşayan”lar aslında en duygusuz, en duygu yoksunu olanlardır; onlar ki duygularını düşünceye açmaz, aksine duygularını düşünür (ve tabii onların nasıl düşünülebileceğini de). Oysaki mesele aksidir: Duyguyu düşünmek değil, duygudan düşünceye mekik dokumak. Duyguyu enikonu yaşamak.

Didi-Huberman’ın da yaptığı biraz budur ki, tam da bu nedenle “duygu durum” ya da “duygulanmak” cinsi şeylerden hiç bahis açmaz o. En saf haliyle duygudan söz eder daha ziyade. Neden? Neden şudur: Ne duygu durum gibi duygulanma haliyle akli melekeler arasındaki süreklilik arz eden bir vaziyete işaret ederek duyguyu tanımlamak ister ne de duyguyu anlık, gelip geçici, uçucu bir şeymiş gibi yansıtmayı arzu eder. Bu bağlamda duygu, saf haliyle duygu, ne bana gömülü ne de benden tamamen bağımsız bir şeydir; o beni aşar fakat benden geçer de. Tam da bu nedenle başkalarının “duygularını anlamak” diye bir şey vardır. Öyle ki, empati kurabildiğimiz insanla kendimizi ayıramayız ve onunla duygulanmak, onun duygusunu anlamak, bize onunla bir olmak, onunla anlaşmak gibi gelir. Duyguda birlik ya da duygu vasıtasıyla kendini aşmak. Lev Nikolayeviç Tolstoy boşu boşuna acı çekmenin yaşamak olduğunu, başkasının acısını hissetmenin ise insan olmak anlamına geldiğini söylemiyordu.
Dolayısıyla ne patolojik ne de patetiktir duygu. Didi-Huberman’ın dediği gibi, patetik değildir; çünkü saf bir etkilenme, “maruz kalma” haline indirgenemez (duygu hareketlendirir de, bkz. emotion tabirinde billurlaşan anlam). Patolojik de değildir, çünkü dışarıya kapalı bir içerinin duygulanımlarına da indirgenemez (duygunun örüntüsü yoksa, bunun nedeni içeri ile dışarı arasındaki –Baruch Spinoza’nın Ethica’sından bir kavramı ödünç alalım– “karşılaşma”nın öngörülemez oluşudur). Özetle: Duygu dışarı ile içeri arasındaki diyalektikten baş gösterir ve hiçbir şekilde ne dışarı ne de içeri aittir, dolayısıyla ne biri ne de ötekine hasredilmelidir. Gerçekten duygulananın dışarıdan görülebilir olması da boşuna değil, zira yalnızca o, dışarıdan geleni dışarı iade edecek kadar duygulanma gücüne sahip, “duygularıyla barışık” kimsedir. Duygulanır, evet, ama duygulandırır da. Duyguyu atmosferikleştirmek.
-1034515221.png)
Pier Paolo Pasolini, La Rabbia [Öfke], 1962-1963. (Fotogram: Morgnano maden felaketi, madenci karısı) Kitaptan, s. 27.
Pekâlâ, soralım ama: Duygu neden yalnızca “bizim” olmasın? Bunun nedeni açıktır: Duyguyu yalnızca bize aidiyeti olan bir şey addettiğimizde, onun gerçekliğini de, kurucu gücünü de yadsımış oluruz; yani duygu çift kutuplu bir lağvedilişle yüz yüze kalır. İlkin, duygu tanımı gereği bize ait değildir; öyle olsa ne birlikte duygulanmak ne de duygudaşlık olası olurdu. Diğer taraftan, ikinci olarak, duygu yalnızca edilgen bir halin ifadesi değildir; sıklıkla duyguda kalmayız ve duygumuzla eyleriz de, hatta sıklıkla en eylemlilikten mülhem olduğumuz anlar duygu yoğunluğumuzun arşa çıktığı anlara tekabül ve delalet eder. Bu sebeple, duygunun aidiyeti bize, “ben”e değil, daha çok o duygunun yarattığı düşünceye ve yaratacağı eylemedir, yani kendinden ziyade bir başka şeyedir; duygu olmayan ama “duygudan” olan, “duygusal” değilse de “duygulu” olan bir şeye.
Duygu “ben” demez: çünkü öncelikle, bilinçdışı benim zavallı küçük “ben”imden çok daha büyük, daha derin, daha eninedir. Sonra, etrafımdaki toplum, insan topluluğu da her bir küçük “ben”den çok daha büyük, daha derin, daha eninedir. Duygulanan birinin kendini teşhir ettiğini söylemiştim. Herkes karşısında kendini teşhir eder, herkes de herkesin duygusunu tabiri caizse –duruma göre iyi ya da kötü anlamda– toplar.
Öyleyse şu gerçeği es ve pas geçmemelidir: Duygu edilgen değil, etken olduğu düzeyde, hiçbir şekilde ben ya da biz belirlenimlerine indirgenemez, çünkü tam da beni dönüştürücü ve bizi var edici bir tarafı olduğu oranda, duygunun (sanılanın aksine) hareketizleştirici hiçbir tarafı yoktur. Burada Didi-Huberman’ın da dikkat çektiği, çift yüzlü bir duygu portresi söz konusudur: Duygulandığımızda, gerçekten duygularımızı dışavurduğumuzda biz değişiriz, ama bu duyguyla düşünüp eyleyebildiğimizde de bizimle birlikte dışarısı, dünya, kişiler (artık ne diyeceksek!) değişir. Duygular “aynı zamanda duygulananın dönüşümüdür de” denmesi boşuna olmadığı gibi, “duygularımız aracılığıyla dünyamızı dönüştürebiliriz” denmesi de boşuna değildir Didi-Huberman tarafından. Hiçbir duygu yoktur ki, hakikaten ve samimiyetle ifade bulan hiçbir duygu yoktur ki, onu ifadeye kavuşturanı ve/veya bu ifadeyle karşılaşanı başkalaştırma gücünü haiz olmasın. İşte Didi-Huberman’ın (mümkün en süperlatif anlamda) naif projesi: Spinoza’nın affectio ve affectus kavramları arasında gittiği ayrımın ifade ettiği şeyi alçakgönüllülükle hatırlatmak.

Bütün bunlar hesaba katıldığında duygunun gizil gücüyle karşılaşırız: Değiştirme gücü. Beni, bizi. Hepimizi. Dolayısıyla, duygunun yalnızca tekil bir şey olmadığından, aynı zamanda çoğul bir şey olduğundan söz edeceğiz. Yalnızca çok kişi tarafından paylaşıldığından değil, bir çokluk oluşturduğundan da. Didi-Huberman’ın Sergei Ayzenştayn’ın Potemkin Zırhlısı’ndan bir sekansa odaklanarak kitabını sonlandırması buna işaret eder zaten: Ayzenştayn’ın filminde plandan plana değişen, duygudan eyleme geçen bir güruhtur; niteliksel bir sıçramadır, katalizörü yoğun mu yoğun duygu olan. “Başkalarına hiçbir surette hitap etmeyen” bir duygunun “artık bir duygu olmayacak” oluşuna erken vurgusu da bundandır Didi-Huberman’ın tam da: Duygu karşılaşmadan çıkar ve karşılaşmalar yaratmak ister ve karşılaşma yaratamadıkça, “içte yaşandıkça” duygunun dönüştüğü, duygulanma gücündeki kademeli azalmadır (ve tabii duygulanma kapasitesine ket vuracak “ben” duygusundaki kademeli artış da). “İçe kapanma” diyelim. Duygularla yaşamak değil de duyguyu yaşamak: Acının daha net bir tanımı olmasa gerek.
Ama duygu, en azından tüm sözü edilen tarzda tekil duygu buna, acıya, “duyguda kalma”ya izin vermez. O ki insanın kırılgan bedenini aşar, ondan taşar. Duygunun tekilliği işte tam da bu açıdan onun çokluğudur. Her birimizin içinde bir ötekinden olduğunu hiçbir şey tüm tekilliğiyle ifade bulan bir duygu kadar görünür kılmaz bize. Ve yine hiçbir şey bu tip bir duygu kadar kadir, mahir, muktedir kılmaz bizi; tek tek, topluca. Bu raddede ise soru “Duygulanacak mıyız?” değil, “Eyleyecek miyiz?” halini alır, Didi-Huberman’ın da sezdiği gibi. “Tüm bu duygularla ne yapacağız?” Bundan daha politik bir soru olabilir mi?