Nakleden: Halit Ziya
“Bu öykülerde Halit Ziya’ya ait olan nedir? Dil. Tek o mu? Duyuş. Bu en iyi, öykülerin özgün diline bakarak mı görülür? Sanatçı duyuşunun bu kadar ‘şıpın işi’ yakalanacağını sanmasam da hepten eli boş dönülmeyeceği ortada.”
Halid Ziya Uşaklıgil (büyük resim). Üstte soldan sağa: Alphonse Daudet, Émile Zola, Guy de Maupassant. Altta, soldan sağa: Gustave Droz, André Theuriet, Jules Claretie.
Baksana, büyükbaba, baksana!
Nereye baksın? Şimdi o dönmedolaplar, salıncaklar, merkepler, arabalar savrulmuş, heyhât!
Halit Ziya, “İhtiyarın Bayramı” öyküsü
Romancılığıyla tanınan çoğu yazarımızın dünyasına öykülerinden girdim, çünkü onlarla ilk kez ders kitaplarındaki ‘okuma parçaları’ ile karşılaştım: Samipaşazade Sezai’den “Pandomima”, Refik Halit’ten “Eskici”, Hüseyin Rahmi’den “Kedi Yüzünden”, Reşat Nuri’den “Kirazlar” öyküsü aklıma ilk gelenlerden. Biri daha: Halit Ziya Uşaklıgil’in “Ferhunde Kalfa”sı.
Halit Ziya’yı okumayı öyküleriyle sürdürüp romanlarına Aşk-ı Memnû ile değil, Mai ve Siyah’la başladım. Karlı kış gününde, pencerenin yanındaki koltuk kılıklı sandalyede çok severek okuduğumu anımsıyorum. Bugün bile en sevdiğim romanı Mai ve Siyah’tır.
Pek çok iyi yazarımız gibi Halit Ziya sevgimi pekiştiren, bana onu daha derinlemesine öğreten Selim İleri oldu. Halit Ziya için ne çok yazdı İleri! İki de kitabı var ama o yazılar da ayrıca kitap olabilir bence. O iki incelemeyi Halit Ziya okurlarına önereyim: Aşk-ı Memnû ya da Uzun Bir Kışın Siyah Günleri ile Halit Ziya Uşaklıgil: Siyah Bir Adam / Bende Kalan “Sanata Dair”ler. Çok sevdiğim bir romanı da Aşk-ı Memnû’nun son cümlesindendir: Yaşarken ve Ölürken.
Nereden çıktı Halit Ziya? Öyküleriyle tanıdığım yazarı yıllar sonra yine öykülerle, ama bu kez çevirdiği öykülerle okudum: Nâkil (Timaş Yayınları). “Halid Ziya Uşaklıgil’in kaleme aldığı ve tercüme ettiği öykülerden bir seçki” üst başlığıyla çıkan kitabı Berna Civalıoğlu Sevindik yayıma hazırlamış.
Halit Ziya’nın çevirdiği yazarların tümü Fransız. İçlerinde Alphonse Daudet, Guy de Maupassant, Émile Zola gibi Türk okurunun bugün de okuduğu yazarlar da var; Gustave Droz, Hector Malot, Jules Claretie, André Theuriet gibi az bilinen ya da çoğunlukça hiç bilinmeyenler de.
Konularına bakınca Halit Ziya’nın bu öyküleri kendisinin seçtiğini, severek çevirdiğini düşündüm. (Şairin ölümünün anlatıldığı “İhtiyârî Bir Vefât” [François Coppée] öyküsünü sondaki şu cümle için bile çevirmiş olabilir: “Şöyle bir ölüm güç bir muhârebe kazanmaktan beterdir.”) Örneğin, Halit Ziya’da çocuklarla yaşlılara özel bir şefkat görmüşümdür hep. Kitaptaki kimi öykülerin öznesi bu kişiler.
Kitabın ilk öyküsü, “Bir Köylünün Ölümü” (Émile Zola). Bu öyküdeki ihtiyar köylü, bir çiftçi. Çocukları da öyle. Aslında ölme biçimlerinden biri bu öykü. (Fransızcası da bu anlamda: Comment on meurt.) Öykü bana şu satırlarıyla, üretim biçimleriyle insan davranışları arasındaki ilişkiyi, kişilerin olaylara, bunların içinde de yaşamın (doğal ya da doğal görünmeyen) akışına karşı duruşlarını düşündürdü:
“Çocuklar o kadar acımıyorlar. Toprak onlara böyle şeyler için mukâvemet vermiştir. Toprağa pek yakındırlar, ihtiyarı almak istediği için kızmazlar. Sabahleyin bir nazar, akşamleyin bir nazar; ziyâdesini yapamazlar.”
Hemen arkasındaki “Bum-Bum” (Jules Claretie) adlı öykü epey acıklı. Halit Ziya’nın öykülerinde çocuk sevgisi az yer mi tutar? Doğrusu, birçok yazarımız çocuğu yazmış, çocuk gözünden bakmıştır. Diyebilirim ki edebiyatımız –ne mutlu ki– çocuk edebiyatıdır aynı zamanda. Halit Ziya da bunların başında gelir kuşkusuz. Örnek mi? Kitapta Halit Ziya’nın da birkaç öyküsü var. Bunlardan biri de “Sadaka”:
“Kim bilir? Şu saatte ne kadar titreyen var! Gözlerimin önünden geçiyor zannediyorum. Şu küçük kız! Arkasında zengin bir kızın yazlık esvâbının eskisi var, zayıf kolları için pek kısa olan yenlerinden çıkan şu küçük kırmızı eller… Ah! O eller bugün kaç kişiye uzanmış, kaç kişinin meşy-i lâkaydânesini (ilgisiz yürüyüşünü) takip etmiş, kaç kere bir hırmân-i müdhiş (büyük nasipsizlik) ile kapanarak ısınmak için şu dudakları soluk ağıza tutunmuş! Midesi boş, orada, ta karnının içinde bir şey deliniyor, sanki bir çukur açılıyor, bütün hayât-ı vücûdu o çukura gömülüyor, güyâ bu sefîl vücûdun mezârı yine karnında kazılıyor! Aç!.. Soğuk!.. Bu akşam nerede yatacaksın küçük kız?” (s. 202)
Bugün de olan bu küçük kızları, çocukları Halit Ziya çevirmemiş de yazmış gibi, değil mi? Yoksa zaten “nâkil”den bunu mu anlamalıyız? Halit Ziya’ya göre öyle sanırım.
Nâkil, çevirmen midir?
Eski romanlarda “mütercim”i de görürüz, “nakleden”i de. Nakledenin, yani “nâkil”in çevirmen anlamından başka “aktaran”, “aracı” anlamı da var. Bu bir yazınsal eseri sözcüğü sözcüğüne değil de ‘anlam odaklı’ diyebileceğim biçimde çevirmedir. (Serbest çevirmeyi, ‘yaratıcı’ çeviriyi söylemiyorum.)
Halit Ziya bu işe nasıl bakıyor? Sanata Dair 1 kitabındaki “Tercüme İşi” yazısından ‘naklediyorum’:
“Ben birtakım tercümelere tesadüf ettim ki, mütercimleri aslından birkaç sayfayı bir hamlede okurlar, sonra bunu nasıl anladılar ve nasıl dinledilerse Türkçe olarak yazmışlardır. Bu tarza tercüme değil meal itibarıyla topyekûn nakil demek muvafık olur. Edebî bir eser ibare ibare alınmalı, hatta cümlelerin terkibine dikkat ederek kelime kelime ve Türkçe selikasına uydurularak çevrilmelidir. Bu, hiç kolay bir iş değildir ve bu zorluğa galebe çalmak her mütercimden beklenemez.” (s. 394. Haz. Abdullah Uçman)
Halit Ziya burada nakletmeye karşıdır ama aktardığım yeri “Türkçe selikasına uydurarak” çevirdiği ortadadır. Üstelik Halit Ziya Türkçesine.
Kimi benzerlikler
Benzerlik yerine yakınlık da diyebilirim, gönül yakınlıkları da.
Çevirdiği öykülerin birkaçında Halit Ziya’nın ‘sonradan’ yazdıklarının izlerini gördüm. Sonradan deyişim, yazdıklarının gerek dizi (tefrika) gerekse kitaplaşma tarihini göz önünde tuttuğumdan; yoksa yazılış tarihini bilmem olanaksız (kendisi belirttiyse başka). Görebildiklerim:
Yukarıda andığım “Sadaka” öyküsündeki şairin adı Seyfettin Celâdet. (s. 201) Çok tanıdık gelen bu adı nereden anımsıyorum diye düşünüp çıkaramamıştım. Sonradan Sanata Dair 1kitabında buldum. Oradaki “Hikâye Bolluğu” yazısında Ahmet Celâdet’ten söz eder:
“Bizde hikâye iptilasına hatta Karagöz ile Ortaoyunu da bir burhan (kanıt -oü) olarak zikredilebilir, eğer bu oyunların mevzuları yazılmış olsa onlar da birer hikâye demek olurdu. … Hele bunları nakleden ve fıkragû diye tanılan şahsiyetler arasında öylelerini tanıdım ki, onların ağzından aynı fıkrayı birçok defalar dinlediğim halde her defasında katıla katıla gülmekten kırıldım. Bu meyanda hatırasını tebcil etmek (yüceltmek -oü) kastıyla eski dostum –yazık ki o da öldü!– Cin Ahmet nâmıyla meşhur olan Ahmet Celâdet’i yâd edeceğim.” (s. 421)
Kendi öyküsü “Leke”den genç bir adamın tasviri: “… uzun kıvrık sarı saçları kulaklarının arkasından dolanarak omuzlarına kadar dökülmüş…” (s. 198)
Meşhur romanı Mai ve Siyah’tan: “Bir tarafta Ahmet Cemil –latif kıvrıntılarla bükülerek kulaklarından doluşan uzun sarı saçları ensesine dökülmüş bir genç– …” (s. 2)
Halit Ziya’nın Kırık Hayatlar romanının kendisini de, adını da severim. Romanından önce, “Evlenecek Kız” (Aurélien Scholl) çevirisinde kullanmış bu tanımı: “Bizim iki kırık hayâtımızdan kâbil-i tahammül bir tarz-ı hayât teşkîl etmek kâbildir.” (s. 239)
Bu da “Yâdigâr” (André Theuriet) çevirisinden: “Binbaşı Saint Johnny bana dedi ki: Ben bir meyve yerken ‘Bunun bir kabahat olması ne kadar yazık!’ diyen o güzel kadının fikrindeyim. Hakîkat, bazı şeyler vardır ki ‘memnû meyve’ olmak fikri karışmadıkça bize lezzet vermezler. Böyle olduğu zaman hissedilen teessürât tatlı ve acıdan mürekkeb, bilemem nasıl, bir şey kesbeder [kazanır] ki lezzetini ta’zîf eder [artırır]…” (Olur ya, Aşk-ı Memnû’yu yazarak bunun yanlışlığını göstermek istedi belki de.)
Benzerlik, yakınlık, gönül yakınlıkları dediğim şeye Halit Ziya Uşaklıgil, Suut Kemal Yetkin’e bundan tam seksen bir yıl önce, 19 Ağustos 1943’te Yeşilköy’den yazdığı mektubunda değinmiş:
“Bir yandan öğrenimimi ve bilgimi artırmayı sürdürürken bir yandan büsbütün yazı dünyasına dalıyordum. Görüşlerimde de bir yükseliş olmuştu. O zaman Fransa’da Naturaliste okulu en parlak dönemindeydi. Zola, Daudet, Goncourt’lar başlıca sevdiklerimdi. Bunlardan neler topladım, ne düşünüler aldım, nasıl izlenimlerle yuğruldum, bunu çözümlemek olanaksızdır. (…) Bilirsiniz ki bir şiir parçası, hikâye konusu, belli bir kaynaktan gelen bir etkinin, yalnız bir tek etkinin ürünü değildir. (…) Bir sanatçının, bir yazarın eserleri nasıl küçük küçük parçalardan birleşir, bunlar nerelerden gelip düşmüş ve bir araya toplanmıştır, bunu kim çözümleyebilir?”
(5 Eylül 1943’te Ulus gazetesinde çıkan bu mektubu, Baha Dürder, yazarlarımızın roman üzerine dediklerini topladığı o ilginç ve yararlı Roman Anlayışı adlı 1971 tarihli kitabına koymuş. s. 37, 39-40.)
Kimi yanlışlar
Berna Cıvalıoğlu Sevindik kitabı güzel hazırlamış. (Alper Zeki’nin kapak tasarımını da çok sevdiğimi söylemeden geçmeyeyim.) “Sunuş”unda, “Halid Ziya, Nâkil’de yer alan çoğunlukla Fransızca ve diğer dillerdeki özel ad ve yer adlarını okunuşuna uygun olarak yazmıştır. Biz bu kelimelerin yazımında orijinal dildeki hallerini esas aldık” demiş. (s. 11)
Çoğunlukla doğru yazılmışsa da birkaç yanlış çarptı gözüme:
“Cafe des Voyageurs’ın” (s. 128) değil, Voyageurs’ün; “Marseille’ya” (s. 223) değil, Marseille’ye (ya da Marsilya’ya); “Saint Maximin’den” (s. 228) değil, Maximin’dan; “Nina Pied-d’lvoire’in” (s. 233) değil, Nina Pied-d’Ivoire’ın olacaktı. Bir de tabii “Turenne’lı” değil Turennelı (Kadıköylü gibi). Émile Zola’nın kırk beş sayfalık uzun öyküsünde geçen “Pembe ipek perdeli bu oda hayâlhânesinde tasavvur ettiği mahall-i ferahfezâ [neşelendiren yer] idi” cümlesine, hele ki köşeli ayraçla ferahfezâ sözcüğünün bu çevirideki anlamı doğru verilmişken, yayıma hazırlayanın notu olarak “Alaturka musikimizde bir makam”ı eklemenin yeri yoktu bence.
Severek okunuyor
Halit Ziya’nın seçerek, severek çevirdiğini söylediğim öykülerin çoğu bugün de okunuyor. O yaşama biçimleri bugün de sürdüğünden mi? Olabilir. Halit Ziya’nın çevirilerinin dili bu kitaptaki kendi öykülerinden daha yalın. Onun zamanla romanlarının dilini sadeleştirdiğini biliyoruz; çevirilerini okuyunca, ta gençlik zamanlarından yalın anlatıma eğilimi varmış diye düşündüm. Geç girişmiş, o başka.
Bu öykülerde Halit Ziya’ya ait olan nedir? Dil. Tek o mu? Duyuş. Bu en iyi, öykülerin özgün diline bakarak mı görülür? Sanatçı duyuşunun bu kadar ‘şıpın işi’ yakalanacağını sanmasam da hepten eli boş dönülmeyeceği ortada. Zaten bu öyküler de bir tek Halit Ziya’nın dille edebiyat tutumu hakkında bize bir şey söylesin diye yayımlanmadı – yazarları da günün birinde bizi bir Türk yazarı çevirsin diye yazmadı. Halit Ziya’nın çevirdiği kimi öykülerin bugün de okunan, geçerli öyküler olduğu, kimilerinin de şimdilik yankısının sürdüğü görülecektir. (Maupassant’dan çevirdiği “Châli” adlı öykünün bugünün ahlak değerleriyle –en azından görünen ya da gösterilenleriyle– örtüşmeyeceği açıktır.) Fethi Naci’lik edip yüzde hesabına vurmadım ama Halit Ziya’nın seçtiği öykülerde isabet ettiğini söyleyebilirim. Öykülerin çoğu bugün de ilgiyle okunuyor – hele ki klasiklerin uzun yıllardır çok sattığı ülkemizde bu isabet daha bir belirginleşiyor.
Önceki Yazı
Joe Sacco’nun Filistin ve Gazze’nin Dipnotları kitapları üzerine:
Filistin’e grafik romanla bakmak
“Joe Sacco’nun çizimlerine eşlik eden metinler edebi bir türden ziyade eğitimini aldığı gazeteciliğin diline sahip. Zaten kendisi de Filistin kitabıyla “çizgi roman gazeteciliği” olarak isimlendirilen bir türün öncülüğünü üstlenmiş durumda.”
Sonraki Yazı
Piyadenin bakışı (III):
Teknopolis’te beliren üç temel argüman
“Yeniden eski masum ve mesut günlere ya da masun yerlere dönmeye yönelik nostaljik bir romantizme kapılmaya gerek yok, çünkü ne böyle günler ne de böyle yerler var. Ne dün vardı, ne bugün var ne de yarın olacak. Ayrıca düşmanımız ne makineler ya da yapay zekâdır ne de külliyen teknoloji. Shoshana Zuboff’un dediği gibi, mesele kuklayı değil, kuklacıyı takip etmektir.”