• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Mümkün dünyalar üzerine (IV):

Zamanın ikili görünümü

“Leibniz’de süreklilik vardı, her şey birbirine tam tamına bağlanıyordu. Tanrı olmasaydı evren boşluklardan, kopukluklardan, ilişkisizliklerden oluşacaktı. Kafka’nın evreni ise işte böyle, sürekliliği sağlayan bir Tanrı’nın olmadığı evrendir.”

AYHAN GEÇGİN

@e-posta

DENEME

27 Haziran 2024

PAYLAŞ

12.

“Tanrı’nın ölümü” ya da sürekliliğin ortadan kalkışı. Bunun dolaysız bir sonucu her ânın sıradan hale gelmesidir, burada sıradan için dünyevi de diyebiliriz. Her an sıradan, dünyevi hale gelir. Ama aynı nedenle, yani bu yokluk nedeniyle artık mutlak düzeni ya da bütünlüğü sağlayacak herhangi bir aşkın, üst ilke ya da düzenleyici merkez bir nokta olmadığından, her an aynı zamanda önemli, sıradışı hale gelir. Bu gördüğümüz gibi Kafka’nın edebiyatında aynı zamanda sürekli kriz diyebileceğimiz bir duruma karşılık geliyordu.

Sürekli kriz durumunda şimdiki zaman diğer boyutlarından kopar, kendisine indirgenir. Aslında ardışık zamanın krizidir bu. Ardışık ya da olağan zamanda şimdiki an, bir önceki an ile bir sonraki âna yapışık olarak doğar. Şimdiki an geçip anı olur, geleceğe dair ise beklentilerim oluşur. Her bir gelen şimdiki anla birlikte geçmiş bir o kadar uzaklaşır. Çocukluk çok geride kalmıştır, hâlâ gençsek yaşlılar gözümüze uzak bir gezegenin sakinleri gibi görünür. Kriz zamanında kopan işte bu zincir gibi yapıdır. Öte yandan bağlantılarından kopan şimdiki an bu sayede bir yoğunluk kazanır, alışkanlığın yakın geçmişiyle beklentilerin yakın geleceğini yitirmekle sanki en uzak geçmişten en uzak geleceğe bütün zamanı kendisinde toplama gücüne kavuşur.

Aslında her an kriz anıdır, süreklilik zinciri her bir anda dağılıp gitmeye yatkındır. Dava’daki gibi odaya herhangi bir zamanda biri dalıp olağan ânı askıya alabilir. Sıradan ya da olağan zaman ise yine aslında çeşitli edimlerle bir alışkanlık kurarak bu zinciri her anda inşa etmem demektir. Dava’nın ilk cümlesi K.’nın tutuklanmasıysa, ikinci cümlesi aşçı kadının her gün hiç aksatmadan sekize doğru getirdiği kahvaltıyı o gün getirmemesidir.

Öyleyse şimdiki zaman ya da an ikili bir görünüm kazanır; bir yandan onda hiçbir şey olup bitmez, boş bir küre gibi bizi içine hapsetmiştir; küre kımıldasa, hareket etse bile içinde biz kımıldayamayız, tutsağızdır. Bu sınırdır; sınırlayan, hapseden zamandır. Boş ya da homojen zamandır. Öte yandan an aynı zamanda bir yoğunluk kazanır, bütün zaman ona boşalmış ya da onda toplanmış gibi bir dolulukla kaynaşır. Kısaca her bir an bir eşik haline gelir. Eşiklerin ise bir yer ile zamanı yoktur, zamansız-yersizdirler; diğer bir deyişle çatallanma noktalarıdır, şimdinin içinde açılan başka yer, başka zamanlardır. Bir yeri ile zamanı olmadığına göre buna da bir bakıma boş diyebiliriz ama kesinlikle homojen değil, içinde zamanların kaynaştığı heterojen bir zamandır. Belki ona ancak “dolu bir boşluk” gibi paradoksal tanımlamalarla yaklaşabiliriz.

13.

Dünya hayatı hüküm kapısının önünde, hemen eşiğinde ölene dek beklemeye dönüşmüştür demiştik. Bu sınırlayan, sınırlar koyan homojen zaman açısından ortaya çıkan görünümdü. Anımsanacağı gibi “Yasanın Önünde” adlı hikâyede köylünün bütün hayatı yasaya açılan kapının önünde bekleyerek geçer. Kapı bekçisi köylüye beni geçersen der, benden güçlü başka bir kapıcıyı, onu da geçersen daha güçlü üçüncüsünü bulursun. Böylece ardışık zamanı öne sürer, köylüyü yine ardışık zamanın düzeni içinde tutmaya çalışır. Köylü ikinci kapıcıya ulaşsa bile aynı şeyleri yaşayacaktır. Aslında bu her bir anda aynı olayın meydan geleceği –kapıdan geçilemeyecektir– tek bir andır. Köylü kendi tarzınca kapıcıyı ikna etmek için her şeyi –faydasızca– yapar. Ancak ömrünün sonuna doğru, artık gözlerinin feri sönerken karanlıkta kapıdan gelen yoğun, görkemli bir ışık fark eder. Yoğun zamandır bu. “Kapı önünde geçen bütün zaman içindeki yaşantıları toplanıp bir soruya dönüşür.” Bu soru ise adaletle ilgilidir.

Çoğunlukla sonda ortaya çıkar gibi görünse bile, eşik ya da yoğunlaşan zaman açısından ortaya çıkan görünüm başka bir şey söyler: Hüküm günü sonda değildir, her âna yerleşmiştir. Her an tüm sıradanlığı içinde hüküm gününün kuvvetine yükselmiştir. Demek ki aslında her bir anda sınırlayan, sınırlar çizen zamanın boyutuyla her bir ânın eşik olarak belirdiği boyut arasında kavga sürüp gider. Kafka’da bizi hapseden kapıyla çıkış kapısı tek, aynı kapıdır. An bakış açısına göre sınır olarak da belirebilir, eşik olarak da. Gelgelelim Kafka’da konumlar sabit değil, durmamacasına değişkendir; onda hem ağır hem hafif, hem kasvetli hem komik olarak görünen, işleri çok daha karmaşıklaştıran şey, perspektiflerin işte bu sürekli birbirine kayması, birbiri içinden geçmesi, yer değiştirmesidir.

Eşik fikri açısından baktığımızda daha önce söz ettiğimiz en yakın köye atla bile bir ömür boyu varılamayacağını söyleyen parça başka bir anlam kazanır. Parçayı anımsayalım:

Dedem hep söylerdi: “Hayat şaşılacak kadar kısadır. Şimdi belleğimi yokluyorum da, örneğin bir gencin ata atlayarak mutsuz rastlantılar bir yana, mutlu bir akış izleyecek normal bir yaşam süresinin bile böyle bir şey için yetmeyeceğinden korkmaksızın en yakın köye gitmeye nasıl karar verebildiğini anlamıyorum.”[1]

En yakın köyün böyle en uzak hale gelişi tam nedir? Aslında imparatorun habercisi zamanın ilk görünümüne, sınır fikrine uygun bir örnekti; haberci yola baktığında kapılar, sınırlar, aşılması gereken sayısız engeller görüyor, bunların asla bitmeyeceğini, geçilemeyeceğini düşünüyordu. Burada da ilk bakışta bir ulaşılmazlıktan söz edilir. Söz yine dolaylı olarak aktarılır, amaç tıpkı kapı bekçisininki gibi gitmeyi, bir noktayı geçmeyi engellemekmiş gibi görünür. Ama aynı zamanda gitme arzusunun gücü de vurgulanmıştır, biri ata atlayıp gitmiş gibidir. Ayrıca konuşanın kim olduğu belli değildir, dahası nerede konuşmaktadır, o da belli değildir. Hâlâ köyde midir? Yoksa köyden gitmiş midir? Dedesinin bilgeliğinden mi, köyden dışarı adımını atmamış birinin saflığından mı, yoksa diyelim bir zamanlar gençlerin köyden gitmeleri engellemek isteyen birinin kurnazca ürettiği bir mitten mi bahsediyor?

Öyleyse şu durumu da hayal edebiliriz: En yakın köye ulaşamamanın nedeni yolcunun varamaması değil, tam tersine varması ama yola çıkanın bile geride kaldığı ölçüde bambaşka bir kişi olarak varmasıdır. Bir başka yere geçmek, eşiği geçmek, ancak eşiği geçen de geride bırakılırsa gerçekleşebilir. Varmanın varmamakla çakıştığı ilginç dönüşüm. En yakın işte bu anlamda en uzak olur.

Bununla birlikte belki de zorluk gitmek ya da kalmaktan ziyade artık ikisinin ayırt edilememesinde yatar. Ânın ya da noktanın kendisi bir geçişin yeri haline geldiğinde eşik de bir geçişin sürüp giden yeri olur. Yasanın kapısının önündeki köylünün bulunduğu yer işte tam böyle bir eşik noktası olarak görülebilir.

14.

Eğer Leibniz ya da Barok diye adlandırılan 17. yüzyıl için süreklilik yasasına uygun biçimde sonsuza giden süreklilik kesitleri geçerliyse, Kafka ya da modern diye adlandırılan 20. yüzyıl için artık sonlu, süreksiz, yani birbirinden kopuk kesitler söz konusudur. Bu durumda hayatımızın sürekliliği hâlâ nasıl mümkündür? Görünüşte hâlâ bir sürekliliğe sahibiz. Örneğin Şato, bu sürekliliği sağlar. Çin Seddinin İnşası’nda devasa bir duvar örme işine girişilir. Ancak duvarı parça parça örme zorunluluğu ortaya çıkar. Set parça parça örüldüğünden her yerde geniş boşluklar barındırır.

Eski bilginlerden biri şöyle bir sav ortaya atmıştır: Duvarların kesintisiz inşa edilebilmesi için tam ortaya Babil Kulesi gibi bir kulenin dikilmesi gerekir. Yıkılmaz bir kule için öncelikle Büyük Çin Seddi’ni inşa etmek gerekir. Niçin kule? Savın dayanağı bu kısa parçada henüz tam açık değildir. Kule, Şato halini aldığında açık hale gelir. Boşlukları Şato’nun nüfuz edilemez varlığı bir araya getirir. Bu varlıksa somut olmak şöyle dursun, bir bakıma yalnızca söylemlerde, onun hakkındaki konuşmalarda vardır. Bu konuşmalar ise Şato’nun bazen öyle, bazen böyle olduğunu ileri sürer. Acaba köye bir kadastrocu atanmış mıdır, atanmamış mıdır? Kimse bilmez, Şato’nun bildiği varsayılır. Yine Şato’daki muhtar sahnesini anımsayabiliriz. Elimizde aslında yığınla çoğu da birbirini geçersiz kılan, tutarsız yazışmadan başka bir şey yoktur. Köyde işler yukarda bir yerde birileri biliyordur varsayımıyla günübirlik biçimde, rastlantılarla, kazalarla kör topal yürür.

Leibniz’de süreklilik vardı, her şey birbirine tam tamına bağlanıyordu. Tanrı olmasaydı evren boşluklardan, kopukluklardan, ilişkisizliklerden oluşacaktı. Kafka’nın evreni ise işte böyle, sürekliliği sağlayan bir Tanrı’nın olmadığı evrendir. Burada şaşırtıcı hale gelen, bu kopukluk ya da ilişkisizliklerden, bağlantısız görünen öğelerden artık bambaşka ilişkilerin ortaya çıkabilmesinin, böylece ani ya da açıklanamayan birleşmelerin, dönüşümlerin ya da geçişlerin mümkün hale gelmesidir.

Demek ki elimizde artık sonlu kesitler var, bu kesitler değişik bağlantılara girebilir. Başka bir semtte olması gereken mahkeme odalarına, ressamın odasındaki yatağın arkasındaki kapıdan çıkınca kafam karışmış biçimde girerim. İşyerindeki bir deponun kapısını açtığımda mahkemenin iki adamına rastlarım, ertesi gün yeniden eski halini alacak oda ceza odası olmuştur. Ayrık diziler –aile, işyeri, mahkeme, erotizm vs.– hiç beklenmedik noktalarda kesişir. Uzaklıkla yakınlık her defasında bu kesişmeler içinde yeniden oluşur. En yakın birden en uzak olabileceği gibi, tersi de mümkündür. Leibniz’de uzakla yakın yine perspektiflere göre değişiyordu ama Tanrı tüm bu perspektifleri düzenleyen ilke olarak onları baştan belirleyip ayırıyordu. Leibniz’de insan bedeni bir sürü hayvansal öğeyi içeriyordu, hatta belki bitkisel öğeleri de, ama hepsinin yeri belliydi, bakış açılarının alanı önceden belirlenmişti, insanı belirleyen ise asıl olarak akıldı, bu özelliğiyle diğerlerinden kesin olarak ayırılıyordu.

Oysa artık her bir parça kopuk kopuk kesitlerden oluştuğundan başka türlü birleşimler olanaklı hale gelir. İnsan parçası hayvan parçasına eklenebilir, bir makine parçasıyla birleşebilir, insan birden bir hayvan çizgisini ya da makinelere ait bir çizgiyi izleyebilir. Doğrusu mucizeler Leibniz’in değil, ancak Kafka’nın evreninde mümkündür.

15.

Kavafis’in Şehir şiirine dönelim. Eğer yaşamımı zorunlu olarak harcıyorsam, başka bir yere gitseydim bile yine harcamış olacaktıysam o zaman özgürlük nerededir? Kuşkusuz şöyle itiraz edebiliriz: Gitmediğine göre nasıl bilebilirsin ki? Ama iki noktayı, önceyle şimdikini karşılaştırabileceğim nesnel bir üçüncü nokta yoktur. Olsaydı, orayı işgal etmemem koşuluyla olabilirdi. Önceki noktayı ancak işgal ettiğim yeni noktaya göre değerlendirebilirim. Spinoza gibi Leibniz için de, belki tüm 17. yüzyıl düşüncesi için özgürlük, eylemin nedeninin bilgisidir. İki şey arasında isteğime göre seçim yapmak değildir, sanki ikisine de aynı derece kayıtsızmışım ya da terazinin iki kefesinde eşitçe duruyorlarmış gibi. Seçmek, ancak niçin onu değil de bunu seçtiğimi, o seçime neden olan nedenleri bildiğimde özgür bir seçim olabilir. Bu açıdan özgürlük ruhum üzerine düşünme çalışmasıdır, ruhumu ve başka ruhlarla kurduğum ilişkinin biçimini belirleyen nedenlerinin araştırılmasıdır.

Ama nedenlerin bilgisiyle ilişkisiz olmayan başka bir açıklama deneyelim. Şiire göre eğer çekip gideceğim dünyadaki herhangi bir yer ile zamansa, o zaman bu şimdiki yer ile zaman da dünyadaki herhangi bir yerdir. Özgürlüğün öyleyse bakıştaki bu dönüşümde yattığını söyleyebiliriz. Özgürlük bu anlamda başka ya da farklı bir bakış açısına geçebilmektir. Bakış açısı özneye bağlı değilse (“hakikatin göreceliği”), aksine özne bakış açısına bağlıysa, bakış açılarından doğuyorsa (“göreceliğin hakikati”) bu başka bir öznelliğin üretilmesi olacaktır; sanki bu zamanla bu yerin içinde daha derin ya da başka bir yer ile zaman keşfetmişim gibi. Böylece belli bir yer ile zaman, onu o yer ile zaman yapan belirleniminden kurtulur, herhangi bir yer haline gelir. Kafka’nın parçasındaki en yakın köy böylece komşu köy ya da başka bir yerdeki köy değil, o köyün içindeki en uzak köy haline gelir.

Kat ya da kıvrımının diline çevirirsek özgürlük bizdeki kıvrılmış bir katı açmak demektir. Her monad dünyanın bütününü ifade ettiğinden, bir bakıma dünya hepimizin içinde kat kat kıvrıldığından, her kıvrım aslında sonsuz sayıda bakış açısını içeren bir bakış açısıdır. Öyleyse insan ondaki kıvrılmış katlardan ne kadar çoğunu açarsa o kadar özgürdür. Bu durumda tüm yaşamını yalnızca tek bir katı açarak yaşayan insan, en köle insan olacaktır. Lanetlenmiş insan Leibniz’e göre budur; nefretine, acısına ya da Nietzsche gibi söylersek hıncına takılıp kalmış insandır. Her ânında o kıvrımı açıp durmaya devam eder. Bu anlamda Tiran’ın ya da Despot’un kendisi de köledir. Ancak, elinde bulundurduğu güç aracılığıyla herkesi tek bir kıvrımda yaşamaya zorladığından kuşkusuz çok tehlikeli bir köledir. Acı, nefret, intikam, haset ya da hınçtan beslenir, onları kışkırtıp durur. Bir hınç topluluğu ya da sürüsü yaratmaya çalışır.

Son kez Leibniz gibi konuşursak, Egemen ya da Monark insani ölçülerde Tanrı’yı taklit etmelidir ama Tanrı ne despot, ne keyfi ne de belki asıl olarak cezalandırıcıdır. Leibniz’in Tanrısı her şeyden önce sonsuz iyiliğe sahiptir, yaratıklarının mutlu olmasını ister. Dünyayı her bir yaratık için kendisini mümkün olan en yetkin düzeye eriştirebileceği tarzda kurup düzenlemiştir. Dünyaların en iyisi ilkesi zaten tüm yaratıklarının iyiliğini, mutluluğunu isteyen bu özelliğinden türer. Her bir akıl sahibi monad Tanrı’nın imgesidir, böylece hepsi Tanrı şehrinin sakinlerini oluştururlar, doğal dünyanın içindeki ahlaki dünyadır Tanrı şehri. Ahlak ise bu durumda olağan anlamından önce çok daha farklı bir anlamı içerir:

Ahlak her bir ruh için şu anlama gelir: Her seferinde açık ifade bölgesini genişletmeye çalışmak, şu ya da bu koşullar altında olası en çok şeyi ifade eden özgür bir edim üretecek tarzda kendi genişliğini çoğaltmaya çalışmak. İlerleme denen şey budur, Leibniz’in bütün ahlakı bir ilerleme ahlakıdır... Elbette söz konusu olan yalnızca uzanım kazanma değil, genişleme, yeğinleşmedir de; güç artışı, boyutların çoğalması, ayrımlar kazanma.[2]

 

NOTLAR:

[1] Kafka, Hikâyeler, çev. Kamuran Şipal, Cem Yayınevi, 1991.

[2] Gilles Deleuze, Kıvrım, çev. Hakan Yücefer, Bağlam Yayınları, 2006, s.112.

Yazarın Tüm Yazıları
  • franz kafka
  • gilles deleuze
  • Leibniz

Önceki Yazı

KRİTİK

Rıfat Bali’den Bilanço Zamanı

“Bali’nin geçenlerde çıkan son kitabı, adının da anlattığı üzere, son otuz yıllık yazın hayatının bir muhasebesini içeriyor. Yazarın değişik çevrelerle yaşadığı tartışma ve gerilimlerin tüm hikâyesi bu kitabında toplandığı için, metindeki polemik dozu diğer kitaplarında olduğundan da fazla.”

ADNAN EKŞİGİL

Sonraki Yazı

KRİTİK

Ingeborg Bachmann

ve dilin imkânsızlığı

“Çocuk yaşlardan itibaren ailesinde, ülkesinde ve Avrupa kıtasında faşizmle karşı karşıya kalan ve ertesinde dil felsefesi okuyan bir insan, başta kendi anadili olmak üzere bütün dillerden kuşku duymakta haksız mıdır acaba?”

SEFA KAPLAN
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist