Mümkün dünyalar üzerine (III):
Kafka’ya bir değini
“Sıradan ile önemli olayları ayıramadığımız bir insan dünyası acaba nasıl bir dünya olurdu? Bir yanıt: Bu, Kafka’nın dünyası olurdu. Her nokta aynı anda hem sıradan hem önemli olurdu.”

Franz Kafka
7.
Leibniz savaşların, çatışmaların, uzlaşmaz ayrışmaların yaşandığı, dünyanın kaotik bir hale büründüğü bir dönemde evrenin tüm bu görünüşüne rağmen aslında yasalı; kopukluklar, çatlaklar değil, süreklilik barındıran, uyumlu bir evren olduğunu göstermeye çalışıyordu. Belki de modern anlamda mümkün kavramını ilk Leibniz icat etmiştir. Ancak bu düşünceyi yaşadığımız dünyadan dışlayan yine o olmuştur; adeta mümkün’ü ya da başka türlü olabilir’i bu dünyadan atmak için mümkün üzerine olağanüstü bir düşünce geliştirmek zorunda kalmıştır.
“Tanrı’nın ölümü”, 19. yüzyılın sonuna doğru ilan edilen bu modern olay, bu açıdan mümkün’ün yeniden dünyaya dönmesi anlamına gelir. Mümkün dünyalar artık bu dünyanın içindedir. Başka türlü söylersek, dünyanın dışında ya da ötesinde başka bir dünya –bir aşkınlık– olmadığından, başka başka dünyalar bu dünyanın içinde mümkün hale gelir.
Leibniz düşüncesine göre her şey bakış açılarına bağlıydı. Tek ve aynı evren farklı bakış açılarından farklı biçimlerde görünüyordu. Bir bakış açısının açık algıları, dolayısıyla gördüğü ya da aydınlattığı aydınlık bölgeler vardı, bunun dışındaki bölgelerse yine bu bakış açısından karanlıkta kalıyordu, bunlara denk düşen algıları da karışık, bulanıktı. Benzer biçimde, her bir bakış açısına göre önemli noktalar, bir de sıradan noktalar vardı. Bu önemli noktalar her şeyin değiştiği eşik noktalarıydı. Ancak önemli ya da sıradan noktalar açık ki bakış açılarına göre farklılaşır. Biz insanların bakış açısından önemli dediğimiz noktalar bir kuşun ya da böceğin bakış açısından öyle değildir; neyin önemli, neyin sıradan olduğu bu bakış açılarına göre bambaşka kılıklara bürünecektir.
Böylece Leibniz perspektifleri çoğaltır. Şehir benzetmesini anımsayalım. Evren aynı şehrin farklı açılardan farklı biçimlerde görünmesine benzer; bu haliyle ne kadar çok bakış açısı varsa, sanki bir o kadar evren, bir evrenler çokluğu var gibidir. Oysa yalnızca farklı açılardan farklı biçimlerde görünen, tek ve aynı evrendir bu. Her bir bakış açısına karşılık gelen bir sürü dünya, bir dünyalar çokluğu değil, Tanrı’nın tüm bu bakış açılarını kuşatması sayesinde tek, aynı evren.
8.
Peki ama sıradan ile önemli olayları ayıramadığımız bir insan dünyası acaba nasıl bir dünya olurdu? Bir yanıt: Bu, Kafka’nın dünyası olurdu. Her nokta aynı anda hem sıradan hem önemli olurdu. Dahası, artık bu ayrımın mümkün olduğu bir dünya ortadan kalkmış olurdu. Böyle bir dünyada sıradan noktalar bütün sıradanlıkları içinde artık tanınmaz hale gelir. Bu bir yandan bildiğimiz, tanıdığımız, her günkü hali içindeki bir dünyadır, öte yandan bütün tanıdıklığı, bildikliği içinde aynı zamanda başka, yabancı, tanınmaz bir hale bürünmüştür. Dünya tek bir eğri çizgi haline gelmiştir ama şimdi bu tek çizgi ikilenmiştir. Böyle bir dünyada özne ya da insan şu hale bürünür: Bütünüyle anların içinde olmasına rağmen aynı zamanda anlardan dışlanmıştır. İnsan yerinden hiç kımıldamadan bir sürgüne dönüşmüştür.

Bu durumun yol açtığı bir görünüm, dünya hayatının Hüküm kapısının önünde, hemen eşiğinde ölene dek beklemeye dönüşmesidir, tıpkı Kafka’nın “Yasanın Önünde” adlı kısa parçasında adaleti aramaya gelen köylünün ölene kadar yasanın kapısının önünde beklemesi, kapının açık olmasına rağmen bir türlü içeri girememesi gibi. Demek ki olayın yerini bir bakıma olayın beklentisi almıştır.
9.
Leibnizci bir bakımdan Kafka’da ortaya çıkan kriz nedir? Doğrusu kriz tam tamına sürekliliğin ortadan kalkışıdır, bir önceki ânın sonraki âna bağlanamamasıdır. Artık bir sabah böcek olarak uyanmayı hayal edebileceğim bir dünya vardır. Dolayısıyla krizi bir sürekliliğe yeniden yerleştirmeye çalışan Leibniz’in aksine, Kafka’da artık sürekli kriz gibi bir şeyle karşılaşırız. İmparator ölüm döşeğindeyken bir haber yollar. Haberci haberi iletmek için saraydan çıkar ama daha iç sarayın kapısına bile ulaşamaz, umutsuzlukla sarayın dış kapılarına giden bitimsiz yolu düşünür:
...ve avlular bitecek, birinci sarayı içine alan ikinci saray çıkacaktır karşısına; ardından yine merdivenler, yine avlular; ve bin yıllar boyu sürüp gidecektir böylece. Hadi sonunda dış kapıdan kendini atabildi diyelim, –ama dünyada, dünyada olmaz böyle bir şey– bir de bakacak ki daha yeni duruyor karşısında başkent, dünyanın merkezi başkent, tortusu dağ gibi başkent; kimse bir yol bulup geçemez içinden, hele bir ölünün haberiyle asla![1]
Ya da, en yakın köye atla bile varmanın bir insan ömrünü aşacağını söyleyen başka bir kısa parça. Bir andan sonraki âna nasıl geçilir, artık birbirlerine bağlanamadığından bilemeyiz. Hatta bu örneklerde bir sonraki âna geçiş bile kuşkulu hale gelmiştir. Diyelim tam nasıl olduğunu anlamadan sonraki âna geçtik ama o da tıpkı bir önceki an gibidir, yani bir sonraki âna nasıl geçeceğimizi bilemediğimiz bir andır. Bu açıdan her an, bir diğerine geçsek bile hep o aynı andır.
Oysa Leibniz’de sonsuzluğu atlatabiliyor, sonsuzca küçükler birbirine bağlandığından en yakın köye varabiliyorduk. Bizim için karanlıkta kalan bir bölge, algı alanımıza hiç girmeyen başka monadların ya da ruhların aydınlık bölgelerini, açık algılarını oluşturuyordu. Bu sayede bizim açımızdan karanlıkta kalan ya da boşluk olarak beliren bu bölgelerden, bu küçük sonsuzluklardan neredeyse hiç farkına varmadan geçebiliyorduk. Bayıldığımda ya da komadaysam sürekliliğimde benim açıdan elbette bir kesinti oluşur ama organları çalıştıran ya da kanımı oluşturan sayısız yalın monad için sürekliliğim sürer; ayrıca, doktorun ya da yakınımın bakış açısından sürekliliğim yine sürer. Böylece evrende karanlık bir nokta, bir kesinti ya da boşluk kalmıyordu. Aslında bütün bakış açılarını kuşatan Tanrı’nın bakış açısı, yani Tanrı’nın gördüğü dünya apaydınlık, açık, her şeyin bir nedeninin olduğu, ussal bir dünyaydı. Benzer biçimde şurada burada, şu ya da bu bakış açısına göre uyumsuz, birbirine aykırı görünen sesler, bazı disonanslar olabilirdi ama evrenin kendisi bir bütün olarak uyumlu seslerden oluşan, seslerin birbirlerine kontrpuanlar oluşturduğu mükemmel bir senfoni gibiydi.
-1084224654.jpg)
10.
İlk bakışta paradoksal görünebilir ama süreklilik içeren dünyanın temel duygusu tedirginliktir. Tedirginlik terimini (uneasiness/inquiétude) Leibniz, Locke’dan almıştı. Benim o hiç ayırdında olmadığım sonsuz küçük algılardan kaynaklanıyordu, tıpkı titreşen atomlar ya da gezegenlerin eliptik yörüngelerini izlerken her anda “hissettikleri”, meydana gelen o küçük sarsıntılar, baş dönmeleri, sallantılar gibi. Tedirginlik hiç farkına varmadan, durmaksızın işittiğim dünyanın bütün uğultusundan ya da açık algılarımın gerisinde adeta sanrısal biçimde kaynaşan dünyanın geri kalanına ait o devasa bulanık algılarımdan kaynaklanır. Bu açıdan asla dengede varlıklar değilizdir, ya da dengemiz zaten hep küçük küçük sayısız sarsıntı barındıran bir dengedir.
Leibniz’e göre arzunun kaynağında bu tedirginlikler vardır. Arzu bu sürekli tedirginlik ya da daha düz bir çeviriyle rahatsızlıktır. Bu açıdan arzunun her şeyden önce acıya bir yakınlığı vardır, içimde durmaksızın beni dürten bir sivriliğe ya da boşalmaya çalışan bir yaya, gerili bir zembereğe benzer. Ruhumda ya da gövdemde bu sayısız, küçük dürtmeler kesintisizce çalışıp durur. Neyse ki doğa bize içgüdü ya da refleksler yoluyla bunları, bu küçük küçük sayısız acı ya da rahatsızlığı farkına bile varmadan alt etme gücünü bahşetmiştir.
Ama arzu acı değildir. Acı, bu küçük küçük rahatsızlıklar belli bir eşiği geçtiğinde hissedilen fark edilebilir bir algıdır. Leibniz’in verdiği bir örnekle, iştah ile açlık arasındaki farktır bu. Benzer biçimde bu küçük küçük rahatsızlıkları hiç fark etmeden, bilincinde olmaksızın her anda alt eder, böylece aynı zamanda küçük küçük hazlar alırım, “bu küçük acılar üzerindeki zaferlerimiz bize küçük küçük hazlar sağlar”. Bunların toplamı, bir bütün haline gelişi, yani belli bir eşiği geçmeleri ise haz verir. “Doğrusu bu küçük acılar olmasaydı haz da olmazdı.”[2]
Bir örnek verelim. İnsanlar için basit, doğal bir eylem gibi görünen ayakta durmak hiç farkında olmadığımız bir sürü kemik, kas, bağ, doku, sinirin bir denge sağlamak için durmaksızın çalışmasını içerir. Bir yandan bu kesintisiz çabanın verdiği küçük acılara aynı zamanda yine her anda bunları alt etmemizin, geçici dengemizi sağlamamızın verdiği küçük hazlar eşlik eder. Eğer bu sürekli dengeye ulaşma çabamız olmasaydı, yürürken dengemizi kaybetmenin, düşmenin bir nedeni de olmazdı. Düşmek bu açıdan yürüme eyleminin içinde barınır, her anda ona eşlik eder. Kısaca acı, fark edilmeyen sayısız küçük hazzı içerir, haz da büyüdüklerinde acı halini alacak küçük algıları şimdiden içinde barındırır.
Bu yüzden acıdan hazza ya da hazdan acıya birdenbire geçmem. Böyle bir dünyada aslında hiçbir şeye hazırlıksız yakalanmam, alacağım darbeyi önceden hep bilirim – kuşkusuz bulanık, karanlık ya da bilinçdışı bir biçimde. Öyleyse paradoksal biçimde asla denge içinde olamayışım, dengemi o mikroskobik sallantıları durmaksızın alt etmek yoluyla sağlamak zorunda kalışım, hep tedirgin oluşum ya da yürüme örneğimizdeki gibi düşmeye hep yatkın oluşum dünyanın asla beni gafil avlayan, hazırlıksız yakalayan bir dünya olmamasından kaynaklanır; sürekli tedirginliğim, hep huzursuz oluşum bir bakıma düzenli, ussal, şaşırtmacasız bir evren için ödediğim bedeldir. Tıpkı mümkün en iyi dünyanın bedelinin bir miktar kötülüğü, bazı ruhların lanetlenmesini gerektirmesi gibi.
11.
Süreklilik tedirginlik doğuruyorsa, endişe ya da anksiyete de süreksizlikten doğar. Dava’daki gibi işinde gücünde, “sıradan” bir insanken, sabahın köründe yattığım odanın kapısına kadar gelir, tutuklandığımı söylerler. Birdenbire kendimi hiç anlamadığım, sıradan hayatımı sürdürmeme engel bile olmayan “sıradışı” bir dünyada bulurum. Artık ne tür darbenin, ne zaman, nasıl, nereden geleceğini hiç bilemem.
Coetzee bir makalesinde Kafka’nın öykülerinden birini, “Yuva” başlıklı öyküyü, bu öyküde zaman kullanımı bakımından var olan bir gerilimi inceledikten sonra şu yargıya varır:
Uyarı, bir geçişi bildiren işarettir. Oysa Yuva’da zaman geçiş aşamaları biçiminde hareket etmez. Bir an vardır, sonra başka bir an, ikisi arasındaysa sadece bir kopukluk. Ne kadar dikkatli gözlenirse gözlensin, bir ânın başka bir âna nasıl dönüştüğü anlaşılamaz. Tek bildiğimiz, bir sonraki an meydana gelir.
Biraz sonra:
Yuva’da zaman, sıkı sıkıya biçimsel bir anlamda süreksizdir. Herhangi bir an, önce ile sonra arasındaki kopukluğu işaretleyebilir. Öyleyse zaman, her bir anda bir kriz zamanıdır. (Yunanca krino’dan: ayırmak, bölmek)[3]
Yalnızca kriz anları vardır. Bir andan diğer âna nasıl geçildiği, dahası geçilip geçilmediği bile bilinmediğinden, her bir an olağanüstü biçimde bir yoğunluk kazanır. An böylece kendinde bir geçişin –elbette aynı zamanda geçemeyişin– yeri haline gelir. Yasanın kapısının önünde köylüyle gardiyanın karşılıklı beklediği, mücadele ettiği, birbirilerini kandırmaya, ayartmaya çalıştığı, bütün ömür süren zaman bir bakıma tek bir andır. Geçiş yeri haline gelmiş an içinde durmak ile hareketi birbirinden ayırmak zorlaşır. Leibniz’de nasıl acıyla haz mikroskobik düzeyde birbirinden ayrılamıyor, ancak belli bir eşiği geçtiğinde haz ya da acı biçiminde algılanıyorsa, burada da hareket sürüp giden bir durmak mıdır, yoksa durmak aslında kesintisizce süren minik minik sayısız hareket ya da kaynaşma mıdır, açık değildir.
Zamanın ölçüsünü artık birbirine eklenen anlar değil, ânın kendisi, yoğunluğu belirler. Demek ki Mümkün ya da İdeal bu dünyanın içine kaydolduğunda artık her nokta sıradan hale gelir ama aynı nedenle her sıradan nokta aynı zamanda sıradışı, yoğun, olağanüstü nokta haline gelir. Her an bir bakıma geçip geçemeyeceğimizi, aslında kıyılarının olup olmadığını bile bilmediğimiz bir sırat köprüsüne dönüşür. Sırat köprüsü ise şehirde şu nehrin üstünden geçen sıradan köprüden başka bir köprü değildir.
NOTLAR:
[1] Franz Kafka, “İmparatorun Haberi”, Hikâyeler, çev. Kamuran Şipal, Cem Yayınevi, İstanbul, 1991, s. 92.
[2] Leibniz, New Essays on Human Understanding, çev. ve ed., Remnant ve Bennett, Cambridge, 1996. (haz ve acıyla ilgili XX. bölüm)
[3] J.M. Coetzee, “Time, Tense and Aspect in Kafka’s ‘The Burrow’, Doubling the Point, ed. David Atweel, Harvard, 1992..
Önceki Yazı

Enis Akın, öncülerden
“Enis Akın’ın şiirine poetik akraba arayan bir gözle baktığımızda ona bütünsel ve özel bir 'şiir babası' tayin etmek zor gibi görünüyor. Yine de, başta Ece Ayhan, İsmet Özel ve Can Yücel olmak üzere yaklaşıp uzaklaştığı bazı şairlerden söz etmeden olmaz... Çeşitli sıfatlar denenebilir Enis Akın şiirinin bütünü için: Üçüncü Yeni, Yeni Harfçilik, İkinci Hece, vb.”
Sonraki Yazı

Büyücü kraliçeler, başsız adamlar,
bir pembe ruj
“Çiçeği burnunda bir yayınevinden etkileyici bir kitap… Arjantinli yazar, oyuncu ve şarkıcı Camila Sosa Villada’nın yirmiden fazla dile çevrilen, mücadele ve büyü dolu, ödüllü romanı Kötü Kızlar, Medusa Yayınları aracılığıyla Türkçede.”