Mümkün dünyalar üzerine (I):
Leibniz ve sonsuzluğun yırtılmayan kumaşı
“Doğada hiçbir zaman atlamalar, sıçramalar yoktur, diyor Leibniz; yani şimdi burada, bir saniye sonra Japonya’da boy gösteremem ya da gece insan biçiminde yatıp sabah böcek olarak uyanamam. Demek ki süreklilik olmasaydı dünya olayları ya da hayatımızın olayları birbirine bağlanamazdı...”
Gottfried Wilhelm Leibniz'in heykeli. Leipzig, Almanya. (Kolaj)
1.
Leibniz yaşadığımız dünyanın en iyi dünya olduğunu söylemişti. İlk bakışta bu önerme saçma ya da gülünç görünür, doğrusu özellikle de bugün, çöken bir dünyaya yaşıyormuşuz gibi hissederken; ama bilindiği gibi Leibniz’in çağı, bazılarının Barok diye adlandırdığı 17 yüzyılda büyük altüst oluşların, çatışmaların, derin krizlerin çağıydı.
Mümkün dünyaların en iyisi. Öyleyse Leibniz ne kastediyordu? Soruya gelmeden önce bu önerme tekrar edildiğinde tuhaf tonlar kazanmaya başlıyor. Mümkün dünyaların en iyisi: Başka bir deyişle daha iyi bir dünya yok, en iyi dünya bu. Böyle olunca kolayca şuna geçebiliyoruz: Başka dünya yok, sadece ve sadece bu dünya var. Biri herhangi bir şeye başlayacaksa bu dünyayla, şimdi, burada, elinde ne varsa onla başlayabilir. Böyle bir insanın başlayabilmesi içinse önce elinde olanları, içinde bulunduğu dünyayı olumlaması gerekir. Leibniz için dünyayı olumlamanın yolu Tanrı’ydı. Tanrı önce –zamansal değil ama mantıksal bir öncede– mümkün bir sürü dünyayla başlıyor, ardından bunlardan birini, mümkün dünyalar arasındaki en iyisini, yani bu elimizdeki tek dünyayı varlığa getiriyordu.
Kafavis’in o iyi bilinen Şehir şiirinde, başka yerler hayal eden şiirin kahramanı şiirin sonunda şunu fark ediyordu; ömrünü nasıl burada, bu yerde, bu şehirde, işte bu köşecikte harcadıysa her yerde yine öyle harcayacaktı. Başka bir yere gitseydi bile hiçbir şey değişmeyecek, hayatını yine harcamış olacaktı. Kavafis en iyi dünyadan değil, Leibniz’ci bir Tanrı’nın artık ortadan kalktığı, harcanmış bir dünyadan bahseder. Ama şiir bir bakıma hâlâ Leibniz’cidir. İlkin şiir sadece bu yer olduğunu, bu tek dünya olduğunu kabul eder. Hayatını bir yerde harcayan her yerde harcamış sayılır. Elimizde yalnızca bu yer, yalnızca bu tek hayat vardır. İkincisi, şiirin kahramanı nereye giderse gitsin hayatını harcamaya yazgılıdır. Yazgı öznenin kendisine bağlanmıştır, dışsal koşullara, belli bir yere ya da zamana değil. Başka bir deyişle yüklemleri, yani olaylar, başına gelenler, kısaca yazgısı öznede ya da monadın kendisinde içerilmiştir. Bir hayat onu yaşayanın zaten önceden –Deleuze’ün Leibniz kitabının adındaki gibi– kıvrılmış ya da katlanmış biçimde içindedir. Yaşadığı bu önceden içerdiklerinin bir yerde, bir zaman içinde açılıp yayılmasıdır yalnız. Niçin öyledir? Çünkü dünya kişiden önce gelir, kişi o dünyanın düzeni ya da mantığının bir parçası olarak vardır. Demek ki yazgı zorunluluğa bağlanmıştır, zorunlu olarak harcanan hayat; başka türlü olamayacak tek bir dünya, başka türlü yaşanamayacak tek bir hayat.
Şiirin sonunda, belki aynı zamanda zorunlu olarak harcanmış bir hayatın sonunda nihayet farkına varılmış bir bilgi gibi ortaya çıkar bu. Şiirin sonu bu açıdan belki bir aydınlanma içerir. Ama bu aydınlanma ne tür bir aydınlanmadır? Neyi aydınlatır? Böyle bir bilgi bize eyleme geçme gücü, başlama gücü verebilir mi? Dünyayı olumlamamızı sağlayabilir mi? Üstelik hayatımızın sonlarına doğru elde ettiğimize göre ne yararı olacak? Şiirin sonu bizi Leibniz sonrası bir soruya, belki Benjamin’in sorabileceği bir soruya götürür: Harcanmış bir dünyanın, başka bir deyişle kurtarılamayacak bir dünyanın anlamı nedir?
2.
Mümkün dünyaların en iyisine dönelim. Niçin en iyisidir? Şimdilik bir giriş kitabı bilgileriyle yetinirsek şunlar söylenebilir: Tanrı bir sürü dünyayı, sonsuz sayıda farklı farklı dünyayı kafasında yaratır. Bunlar ideal ya da mümkün dünyalardır. Ancak bu dünyalardan yalnızca birisini, bu şimdiki yaşadığımız dünyayı gerçekleştirmek için seçer. Burada Tanrı daha çok yetenekleri sınırsız, olağanüstü bir matematikçi gibidir, bizim gücümüzün yanından bile geçemeyeceği hesaplamalara girişir. Bu hesaplamalar sonucu yaşadığımız şimdiki dünyayı en iyisi bularak varlığa getirir, gerçek kılar. Bu dünya en iyisidir, çünkü ilkin mümkün en yüksek sayıdaki çeşitlilik mümkün en az sayıda basit yasayla sağlanır. Dünya görünüşler açısından en yüksek çeşitliliği içerir ama bu çeşitlilik en az sayıdaki yasaya uygun biçimde vardır. Görünüşler açısından epeyce zengin, Tanrı’nın şanına uyacak biçimde hayranlık uyandıran bir dünyamız vardır ama karmaşık bir dünya değildir bu; yasaları az, yalın, ussal, yani açıklanabilir bir dünyadır.
İkincisi, var olanlar tek tek mümkündür ama bir arada mümkün olamazlar. Günah işleyen bir Âdem, günah işlemeyen bir Âdem ya da çok başka bir Âdem düşünebiliriz. Ama günah işlemeyen Âdem bu dünyada mümkün olamaz, zira diğer olaylarla –İsa’nın doğumu, Sezar’ın Rubicon’u geçmesi, barbar akınları, vs.– bir arada olması mümkün değildir. Günah işlemeyen bir Âdem’in olduğu dünya başka bir mümkün dünya olurdu; bu mümkün dünyanın olayları ise yine günah işlemeyen Âdem’in edimleriyle bir arada mümkün olayları içeren, diyelim Havva’nın şeytana uymayı reddettiği, Çin’in ilk demokratik devleti kurduğu, Roma’nın barbar kabilelerce yönetildiği, vs. bambaşka bir dünya olurdu. Demek ki dünya en iyisidir, zira bir arada mümkün olabilen olaylar en iyi biçimde bu dünyada bir araya gelir. Üçüncüsü, mümkün bir arada oluşu düzenleyen ilke süreklilik ilkesidir. Bu dünya ancak bu haliyle en fazla sürekliliği içerebilirdi.[1]
Tanrı ilkin dünyayı yaratmıştır. Dünya bir süreklilik içinde art arda gelebilecek yüklemlerden ya da olaylardan oluşmuştur: İlk insan olmak, Rubicon’u geçmek, aşka ya da ona da düşüldüğüne göre hapse düşmek, göç etmek. Bunlar kendi içlerinde Mümkünler, İdealar ya da saf Olaylardır. Tanrı’nın zihninde bulunurlar. Ardından bu olayların başına geleceği monadları yaratmıştır (“monas, birlik ya da bir olan anlamına gelen Yunanca bir sözcüktür”). Canlılar, ruh sahibi hayvanlar ve akıl sahibi insanlar monadlardır. Dünya kuşkusuz onu ifade eden monadların dışında var değildir, yine de dünya önce gelir (mantıksal ya da ideal olarak önce, ama gerçekleşmeleri bakımından sonra. Deleuze’ün deyişiyle, dünya monadların içinde var olur ama monadlar dünya için var olur). Başka türlü söylersek, ideal ya da saf olaylar monadın kavramında içerilmiştir. Sezar kavramında Rubicon’u geçmek, Âdem kavramında ilk insan olmak, cennette olmak, günah işlemek, vs. içerilmiştir.
Eğer Tanrı gibi bir kişinin tam, eksiksiz kavramını bilebilseydik, o kişinin geçmişte, şimdide ve gelecekte başına gelen her şeyi bilirdik. Hatta dünya olaylarının tümünü o kişinin kavramından çıkarabilirdik.
“Her bireysel töz eksiksiz kavramında bütün evreni içerir.”
Ve:
“İskender’in ruhunda, bütün zamanlarda başına gelmiş her şeyin izi vardır, başına gelecek her şeyin işareti konmuştur; hatta evrende olan her şeyin izi, ama ancak Tanrı hepsini görebilir.”[2]
3.
Süreklilik dünyanın tutarlılığını sağlayan ilkedir, bir mozaikteki ya da yapboz bulmacalardaki gibi değişik şekillerdeki parçaların birbiri içine hiç boşluk kalmaksızın tam oturmasıdır. Doğada hiçbir zaman atlamalar, sıçramalar yoktur, diyor Leibniz; yani şimdi burada, bir saniye sonra Japonya’da boy gösteremem ya da gece insan biçiminde yatıp sabah böcek olarak uyanamam. Demek ki süreklilik olmasaydı dünya olayları ya da hayatımızın olayları birbirine bağlanamazdı; dağınık, kopuk kopuk, boşluklarla dolu olur, her an sona erebilir ya da birden ileriye ya da geriye sıçrayabilirdi. Peki süreklilik nasıl kurulur? Bu tutarlılık nasıl sağlanır? Leibniz iki meselenin insan aklının yolunu yitirebileceği birer labirente benzetilebileceğini söylemişti, özgürlük ile süreklilik meselesi. Biz burada süreklilik fikriyle ilgili labirentin ancak ağzında durup Deleuze’ün yardımıyla birkaç noktayı vurgulamaya çalışalım.
Deleuze, Kıvrım’da Leibniz’i ele alırken tekil ya da önemli, dikkat çekici noktalarla sıradan noktalar arasında bir ayrım yapar.[3] Bu ayrıma göre önemli noktalar bir dönüşün, dönüşümün, hayatımız ya da dünya söz konusuysa dünya tarihi dediğimiz eğride yeni bir bükümün, bir kıvrılmanın ya da Borges’in deyişiyle çatallanmanın gerçekleştiği anlardır. Hayatımızın dönüm noktaları diye düşündüğümüz her olay hayat eğrimizin üzeri boyunca dizilmiş bu önemli noktalardır. İkisi arasındaki noktalar, o olaylara varan ya da ondan uzaklaşan sıradan noktalardır. Kuşkusuz benim için önemli olan nokta, bir başkası için sıradan olabilir.
Bunu tarihe uygularsak, dünya tarihi İsa’nın doğumu, Roma Cumhuriyeti’nin doğuş ya da çöküş ânı, Fransız Devrimi, Mayıs ‘68, Gezi İsyanı gibi bir dönüm ya da büküm noktası oluşturan olaylardan oluşur. Bunlar birer eşik noktalardır, dünyanın gidişatı içinde sonuçları bakımından genellikle hüsrana yol açtığı söylenebilse bile bir bağımsızlıkları vardır, bizim hislerimizin ötesinde kendileri içinde kapalıdır, korunurlar (bu yüzden yeniden etkinleşebilirler, kuşkusuz farklı biçimlerde). Sıradan noktalar ise bu önemli noktalara doğru giden, olayları hazırlayan ya da onlardan uzaklaşan, başka olayları şimdiden hazırlamaya başlamış sıradan olaylardır.
Geometriden çok basit bir örnek alalım. Karenin tekil noktaları köşelerini kuran o dört noktadır. Araları sıradan noktalar doldurur. Demek ki karenin “hayatını” bu dört olay kurar. Kuşkusuz hangisinin önemli hangisinin sıradan bir nokta olduğu bakış açılarına göre değişecektir. Karenin sıradan noktalardan biri bir çemberin merkez noktası olarak alınabilir, bu durumda kare açısından sıradan olan nokta çember açısından öyle olmayacaktır. Ama biz fiziksel bir örneği, bir su damlasını düşünelim. Suyun tekil noktalarından biri kaynama noktasıdır. Su belli bir derecede buhara dönüşür. Başka bir deyişle bu noktadan sonra suyun “hayatı” kesinlikle bambaşka bir biçim alır. Peki ama hangi noktada buhara dönüşür, su damlası tam ne zaman buhar haline gelir? Biz yüz derece derken nicel bir değerden bahsediyoruz. Ama bu nicel değerin, derecenin işaret ettiği yer tam neresidir? Zira bu noktayı gerçekten belirleyebilseydik şunu dememiz gerekirdi; su damlası olmayı sürdürürken buhar damlasına dönüştüğü an. Aslında yeriyle zamanı saptanamayacak bir an: Aynı esnada hem damla hem buhar olmalı, ama yine aynı zamanda hem artık damla olmamalı hem de henüz buhar olmamalı.
Bu ânı saptamaya çalıştığımda her zaman daha küçük bir an, daha küçük bir süre saptayabilirim. Benzer bir mantıkla Leibniz maddeyi sonsuzca bölebileceğimizi, ancak hiçbir zaman atoma benzeyen bir son parçacığa ulaşamayacağımızı söyler.
“Sürekliliğin bölünmesi, kumun tanelerine bölünmesi gibi değildir, bir kâğıt yaprağı ya da kıvrım kıvrım tunik bir kumaş gibidir… Öyle ki, sonsuza gidecek biçimde yeni bir kıvrımla yeniden bölünemeyecek daha küçük bir kıvrımı yoktur ... Tunik asla noktalara dek ayrılıp çözülmez…”
Öyleyse tekil ya da önemli anlar bir paradoksa neden olur. Bir yandan bu anların yeriyle zamanını nicel olarak tamtamına saptayabiliriz; 90 derecelik açı, 100 derece, Ekim 1917, bunlar kesindir. Öte yandan bu nokta bir dönüşüm ânına denk geldiğinden, bir şimdiki zaman ile yere tam olarak yerleşmez, bir derecelemenin ya da tarihlendirmenin düz çizgisi üzerinde yer almaz. Daha çok bir kesik ya da bir aralık gibi belirir. Su buharlaştı, dediğimizde ifade ettiğimiz anlam kesik ânına karşılık gelir. Tam kesik ânında su damlası, su damlası olmayı bırakır, buhar damlasına dönüşür. Ya da devrim ânı, Rusya’nın Sovyetler’e dönüştüğü ânı işaretleyen kesik olur.
Gelgelelim Leibniz’e göre evrende kesik yoktur, boşluk da yoktur; tunik kumaş –sonsuzluğun kumaşı– asla yırtılmaz, delinmez, kopmaz, eprimez, ancak bir dağ silsilesi ya da yarıklarla dolu bir vadi, bir yayla gibi kimi yerde dürülür, katlanır, büzüşür, kimi yerde açılır, serilir.
NOTLAR:
[1] Leibniz, Philosophical Essays, der. Roger Ariew ve Daniel Garber, Hakcett, 1989. Ve, Philosophical Papers and Letters, çev. ve der. Leroy E. Loemker, Kluwer Academic Publishers, 1989. Ayrıca, New Essays on Human Understanding, çev. ve ed., Remnant ve Bennett, Cambridge, 1996. Türkçede: Gottfried Wilhelm Leibniz, Monadoloji, çev. Devrim Çetinkasap, İş Bankası Kültür Yayınları, 2019. Bu kitap hem “Doğanın ve İlahi İnayetin Akla Dayanan İlkeler”ini hem de mektuplardan küçük bir derlemeyi içermektedir. Gottfried Wilhelm Leibniz, Metafizik Üzerine Konuşma, çev. Nusret Hızır, Kırmızı Yayınları, 2021. Gottfried Wilhelm Leibniz, Theodicee (nedense küçük bir kısmının çevirisi) çev. Levent Özşar, Biblos Kitabevi Yayınları, 2008. Ayrıca, bir giriş için, Maria Rosa Antognazza, Leibniz, çev. Orhan Düz, İş Bankası Kültür Yayınları, 2012. Çağının diğer düşünürleriyle ilişkileri, tartışmaları için, Steven Nadler, Mümkün Dünyaların En İyisi, çev. Abdullah Yılmaz, Alfa Yayınları, 2016.
[2] Hatta: “Her cisim atom değil de bölünebilir, doğrusu sonsuzca bölünebilir olduğuna, ayrıca her şey bunlarla dolu olduğuna göre, en küçük cisim bile, ne kadar uzak ve küçük olursa olsun, diğerlerinde meydana gelen en ufak değişimin etkisini hisseder; bu durumda evrenin tıpatıp bir aynası olmalıdır. Sonuçta yeterli derecede nüfuz edebilecek bir ruh, nüfuz edebildiği ölçüde her bir parçacığın başına ne geldiğini, ne geleceğini, her yerde, içinde ya da dışında, olmuş ya da olacak, her şeyi görür ve önceden görür.”
[3] Gilles Deleuze, Kıvrım, çev. Hakan Yücefer, Bağlam Yayıncılık, 2006. Daha kolay bir okuma için, Deleuze, Leibniz Üzerine Beş Ders, çev. Ulus Baker, Meltem Kabalcı Yayınları, 2007.
Önceki Yazı
Upmarket fiction:
Çağdaş Türk romanında hibrit açılımlar
“Artık yeni ve mümkünse daha taze isyanlara ihtiyaç var. Günümüz okuru deneysel üsluplara açık olmakla birlikte daha 'çalışkan' yazarları hak ediyor diyebiliriz. Örneğin müzikte de deneysel ve avangard müzikal yaklaşımlara ya da bitmek bilmez mastürbatif sololara dünyanın ihtiyacı vardı, evet ve elbette bugün buna hâlâ yer vardır ama çoğumuzun içinden geçen de şu oluyor bazen: Önce evde deneyip gelsen olmaz mı?”
Sonraki Yazı
Paco Roca:
“Çizgi roman, bir hikâyeyi anlatmanın sonsuz yolunun olduğu karma bir dil.”
“Dizi ve tür temalarına dayalı geleneksel çizgi roman formatı, 'roman' formatına ve işlediği temalara daha alışık olan genel okuyucu kitlesine uzun süre yabancı geldi. Klişelerle dolu hikâyeler, arketip karakterler... Oysa çizgi roman bir hikâyeyi anlatmanın sonsuz yolunun olduğu karma bir dil. Bu mecranın ilginç bulduğum yanı da bu; bana yeni yaratıcı zorluklar arama imkânı veriyor.”