Meryem’in Çiçekleri:
Susma, unutma ve bilmemenin reddi
“Tarihte yaşanmış bir dönemi ya da olayı konu edinen romanları bekleyen tehlikelerden biri, tarihsel bilginin kurgunun önüne geçerek eseri boğmasıdır. Abdullah Ataşçı’nın bu tehlikenin farkında olduğu anlaşılıyor.”

Ermeni mülteci konvoyu, Suşehri yakınlarında, Sivas yolunda. 1915. Fotoğraf: Viktor Pietschmann, Doğal Tarih Müzesi, Viyana.
Mücadele içinde ezilen sınıfı anlatmayı seçerek “tarihin havını tersine taramayı”[1] deneyen yazarlardan Abdullah Ataşçı’nın son romanı Meryem’in Çiçekleri[2] Aralık 2024’te okurla buluştu. Roman 1. Dünya Savaşı ertesinde İttihat ve Terakki eliyle devletin resmî politikası haline getirilen, Ermeni halkına yönelik kıyım ve sürgün politikalarını, yerel dinamiklerin katkısıyla yaşanan vahşeti, Adis adında bir Ermeni gencin kardeşi ve kuzeniyle canlarını kurtarmak için çıktığı zorlu yolculuk odağında ele almış.
Abdullah Ataşçı üretkenliği kadar zor konuları cesaretle ele almasıyla dikkat çeken bir yazar. Kendisiyle yapılan söyleşide, sanatçıların kendilerine çizilen sınırlar içerisinde eser üretmesinin beklendiğini belirterek, devletin günahlarını yazmanın hoş karşılanmadığına değinmiş:
Herkesin her şeyi bildiği halde inkâr ettiği, büyük bir güçle aygıtlarını sergileyen devletten korktuğu için onun gibi düşünen, farklı düşünmeyi dahi kendine yasaklayan insanların yaşadığı garip bir ülkeyiz. Devletin günahlarını yazmak hep bıçak sırtı olarak görülüyor ne yazık ki… Hatta büyük acıları yazmak nedense pek hoş karşılanmıyor gibi de geliyor bana. Sadece okuyuculardan söz etmiyorum. Sanatçılardan, yazarlardan, eleştirmenlerden, kendine aydınım diyen insanlardan söz ediyorum. Bir Kürt’ün Kürt sorununu, bir Ermeni’nin 1915 soykırımını, bir Yahudi’nin Varlık Vergisi’ni, Bir Rum’un 6-7 Eylül Olayları’nı konu edinen bir metin yazması pek hoş karşılanmıyor. Hatta birçoğunun gözünde, bunları yazmıyorsan makul bir yazarsın.[3]
Kuşkusuz yazarlar, aydınlar, sanatçılar kendilerinden bekleneni reddedebildiklerinde yeteneklerinin sınırlarını zorlama imkânı bulacaklardır.
Walter Benjamin’in “Hükmedenlerin hepsi de kendilerinden önce galip gelmiş olanların mirasçısıdır. O halde galiple duygudaşlık daima hükmedenlerin işine yarar”[4] önermesinden yola çıkarak, hükmedenlerden olmadığımıza göre mağlupla duygudaşlık kurmamızdan, zafer hikâyeleri yerine mağlupların trajedisini anlatmayı tercih etmemizden daha doğal ne olabilir diyebiliriz. Ataşçı mağlupla özdeşlik kurabilen yazarlardan olduğunu Meryem’in Çiçekleri’yle bir kez daha kanıtlamış.
Orhan Koçak, “Felaket Anlatılabilir mi?”[5] adlı yazısında “Türkler 1915’e dair bir susma/unutma/bilmeme sözleşmesi çevresinde bir araya gelirken, Ermeniler de aynı olayın hatırlamaya, anmaya mecbur bırakılmış tarafı olarak şekillenmişlerdir”[6] der. Ülkemiz edebiyatından bu konuda yazmaya cesaret etmiş ve özenle yazmış birkaç romancının adını anar; Filiz Özdem’in Korku Benim Sahibim, Oya Baydar’ın O Muhteşem Hayatınız, adı anılan romanlardır. Söz konusu yazı Akif Kurtuluş’un Ukde romanına dair olduğuna göre, üç yazardan üç roman çıkar karşımıza. Abdullah Ataşçı’dan Heder Ağacı ve Meryem’in Çiçekleri de susma, unutma ve bilmeme sözleşmesini reddeden romanların arasına katıldı; umarız devamı da gelir.
Tarihte yaşanmış bir dönemi ya da olayı konu edinen romanları bekleyen tehlikelerden biri, tarihsel bilginin kurgunun önüne geçerek eseri boğmasıdır. Meryem’in Çiçekleri’ni okuyanlar Abdullah Ataşçı’nın bu tehlikenin farkında olduğunu görebilir. Yazar İttihat ve Terakki’yi, gerçek siyasi figürleri, Ermeni tehcirini ele almasına karşın tarihî bir roman değil, tarihi fon olarak kullanan kurmaca eser meydana getirmiş. Tarihî gerçekliği bir an için unutmayı başarabilirsek, maceralarla dolu, zorlu bir yolculuğun romanını okuduğumuzu düşünebiliriz. Adis, Rehan ve Gewre’nin yolculukları esnasında başlarına gelenler, karşılaştıkları insanlar ve doğayla genişleyen sürükleyici anlatı, yer yer masalsı, destansı ve gerçeküstü öğelerle bezenerek soluklanıyor. Ev içlerine, duvarlara, sokaklara sinen hafızaya dil veren yazar, gölgeleri de yaşayanlar arasına katmayı başarmış. Ataşçı fon olarak kullandığı tarihî dönemi, yaşanan acıları, korkunç gerçekleri geri plana iterek ya da değersizleştirerek bir yolculuk hikâyesi örmemiş. Kurduğu hassas dengeyle, tarih uğruna edebiyatı geri plana itmeden yazmış.

Meryem'in Çiçekleri
Everest Yayınları
Aralık 2024
424 s.
Romana adını veren Meryem, Hz. İsa’nın annesini, dolayısıyla Anadolu’da yaşayan Hıristiyan Ermeni toplumunu işaret eden bir imge. Yazarın doğaya dönük farkındalığı yüksek; ağaçlar, çiçekler, otlar, dağlar, nehirler, hayvanlar adeta dile gelir. Zaten insanın sustuğu, diğer her şeyin konuştuğu bir coğrafyadır anlatılan. Doğayla ilgili bölümlerde edebi anlatım dikkat çekerken, Meryem’in Çiçekleri’nde kastedilen çiçeğin ters lale olduğunu anlıyoruz. Ters lale yüzü güneşe değil, toprağa dönük olan bir çiçekmiş, ben de bu roman vesilesiyle öğrendim. Çoğunlukla Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yetişen bu çiçeğin boynunun bükük olması kederle, ayrılıkla, hatta Anadolu coğrafyasında yaşanan acılarla anılmasına neden olmuş. Meryem’in çocukları tükenmez bir kırgınlığı atalarından devralanlar olduğuna göre, çağrışımlarla yüklü bu ad roman için çok iyi bir seçim.
Meryem’in Çiçekleri’nde kadınlara yüklenen misyon oldukça ilgi çekici. Roman boyunca pek çok kadın karakterle tanışırız, bunlar çoğunlukla sağduyuyu temsil eden, vicdanın sesi olan, erkeklerden daha cesur, soğukkanlı, hoşgörülü, sevecen, bilge kadınlar. Çağlar boyu değersiz tür olarak görülen, erkeğin egemenliği altında sesi kısılan kadınlara güçlü bir ses vermiş yazar. Hatta zayıf olanın birlikte hareket ettiği takdirde güçlü ve zalim olana üstün gelebileceğini hatırlatan bir sahne var romanda. Adis, Rehan ve Gewre’yi emanet edildikleri Süleyman Efendi’nin evinden almak için geldiğinde, benzerine bu topraklarda defalarca rastladığımız linç güruhu peydahlanır. “Gâvur istemiyoruz” diyerek evin etrafını kuşatanlar evi yakabilecek, herkesi öldürebilecek güçtedir.
Üstelik bunlar kendi halinde yaşayıp giden insanlarken, birden komşusunun canına kastedebilecek sürünün parçası oluvermişlerdir. Linci, sürü psikolojisini, manipülasyonu, insanın içinde gizlenmiş canavarı anlatan bu bölüm, yıllar geçse de okurun aklından silinmeyecek bir etki yaratabilecek güçte. Köyde yaşayan kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar ve köpekler bir olup linç güruhunu bertaraf eder; beklenmedik bu davranış, John Berger’in “yetimler ittifakını”[7] anımsatır. Böylesi bir ittifak en zor zamanları, çıkışsız olduğu sanılan durumları, çaresizliği alt edecek yegâne güç olabilir.
Abdullah Ataşçı önceki romanlarında olduğu gibi, Meryem’in Çiçekleri’nde de insan vicdanına sesleniyor. Zira vicdanı önemsiyor; yasa ya da törelerin, dünyevi ya da dini tüm cezaların insanı kötü olmaktan alıkoymaya yetmediğini biliyor. İnsanı başka bir canlıya zarar vermekten alıkoyan, karşılıksız iyilik yapmasını sağlayan özelliğidir vicdan. Zaman zaman insanlara vicdanları olduğunu anımsatmak gerekebilir. Kötülüğün azınlığa özgü olduğunu ama örgütlü olduğu için güçlendiğini söylüyor Ataşçı. İyiler çoğunlukta olmasına karşın kötüler kadar pervasız, cüretkâr, cesur olamadıklarından, en önemlisi örgütlenemediklerinden sesleri duyulmuyor ya da dünyayı değiştirmeye güçleri yetmiyor. Romanı okuyanların anımsayacağı bir dönüşüm hikâyesine değinmek isterim. Diyarbekir’e hâkim olarak atanan Sinan yetenekli, iyi niyetli bir gençtir. Gençliğe özgü tüm toylukları bünyesinde barındırır. Geldiği şehirde üzerine aldığı sorumlulukla baş edemez, Ermenilerin üzerine salınmak için oluşturulan çetelere katılsınlar diye azılı mahkûmları serbest bırakır, vicdanının ve karısı Cavidan’ın sesini duymamak için içkiye sığınır, evine uğramaz olur. Kendini haklı çıkaracak gerekçeler arar ki, insan her durumda kendini haklı çıkaracak gerekçeler bulma konusunda ustadır; yeter ki istesin. Asıl zor olan kendi yanlışlarını görebilmektir. Neticede Sinan karısı ve kötüye kötü diyebilme cesareti gösteren Mesut sayesinde, dahil olduğu tarafı terk ederek zayıfların yanında yer almaya karar verir. Bunun bir bedeli vardır elbette, sahip olduğu her şeyi yitirmeyi göze almıştır. Kaçak durumuna düşer; kaçaklık ödenecek bedellerin en hafifidir.

Abdullah Ataşçı kalemini iyilerden yana kullanırken, yarattığı kurgusal evrende handiyse onları birazcık kayırıyor. Hacı Süleyman, Cavidan, Berivan, Mesut, Ethem Bey, vd. romanda iyilerin birazcık cesaretle çok şeyi değiştirebileceğinin kanıtları olarak yer almış. Okur olarak bu durumdan yakınmıyorum; bilakis, hakikat dediğimiz yaşantıda tanık olduğumuz onca haksızlığa karşın kurmaca evrende iyilerin kayırılması hoşuma gider.
Romanda dikkatimi çeken, değinmek istediğim, romanın bütünlüğü dışında duran, ancak bütünlüğü zedelemeyen bir bölüm var. Cavidan kocası Sinan’la birlikte Diyarbekir’e gelir. İstanbul’da doğup büyümüş bu genç kadın geldiği şehri sevecenlikle, merakla kucaklamaya, tanımaya hazırdır. Sinan biteviye şehirden yakınır, olumsuzluklara odaklanır. Bu iki karşıt tavır içinde Cavidan’ın yapıcı kişiliği öne çıkar. Evde yalnız kaldığı zamanlar roman okuyarak vaktini geçirmeye çalışır Cavidan. Halide Edip’ten Handan okuduğu romanlardan biridir. Romanda anlatılan dünyanın ve gerçek hayatın kitaplarda anlatılanlara benzemediğini idrak ederek camdan dışarı bakar. Çelik çomak oynayan çocuklar, anlamadığı bir dilde yüksek sesle konuşan kadınlar görür. Asıl hayat dışardadır. Kim yazarsa yazsın, kitaplar hayallerden ibarettir. Bu kısacık bölüm edebiyatın anlamı ve işlevine dair yapılagelen kadim tartışmaları aklımıza düşürür.
Abdullah Ataşçı’nın hassas terazisine bir kez daha değinmek isterim, Bırîndar’ı okurken de fark ettiğim bir tartım var yazarda. Yazması çok zor konuların üstesinden gelirken, yüzeysel bir bakışa düşerek, birilerini şeytanlaştırarak değil, karşı tarafa da söz vererek, akıl ve vicdan dizgeleri içinde kendilerini ifade etme olanağı tanıyarak yapıyor bu işi. Yazar tarafını belli ederken savunma yapmanın ya da suçlamanın ötesinde bir yerden, hayatı ve tarihi oluşun, akışın içinden anlatıyor.
Marc Nichanian da Edebiyat ve Felaket kitabında felaketten söz edebilecek biricik alanın edebiyat olduğunu söyler.[8] Edebiyatın sınırlarını keşfetmekle felaketin gösterilmesi arasında ilgi kurar. Felaketin anlatılabilmesi için ‘dilin kendi sınırlarına ulaşması’ gerektiğini ve yaşanan vahşet olaylarının sıralanmasının yeterli olmadığını da ekler. Ataşçı’nın terazisinde yaşanan trajediler şiddetin gerçek-dışılığını değil, hakikatin iki yüzünü tartıyor.
Kanımca romanın en ilgi çekici sahnelerinden biri Mecit Ağa’nın oğluyla yüzleştiği bölümdü. Az önce sözünü ettiğim karşı tarafa söz vermenin şahikasını okuduk bu sayfalarda. Yine romanı okuyanlar anımsar, Mecit Ağa’nın üç oğlu zalimlikleri ve katillikleriyle meşhurdur; öyle ki, babaları bile oğullarının ölmesini isterken, oğullar da babalarını öldürmeyi kafalarına koymuştur. Mecit Ağa adil ve sevilen biridir. İki oğlu öldükten sonra üçüncüyle karşı karşıya geldiğinde oğul babayı suçlar, annelerini sevmediği için kendilerini de sevmediğini, çocukları arasında ayrım yaptığını söyler. Onların yolunu ören taşların çocukluklarından itibaren dizilmeye başladığını anlarız. Bu sahnede katile hak vermek ya da affetmek değildir hedeflenen. Kötülük doğuştan gelen genetik-hormonsal bir özellik midir, yoksa yaşantılar mı insanı kötü kılar paradoksunu akla düşürür. Kötüye de söz verir yazar, ancak bilir ki masumlara yönelik suçların bir bedeli vardır, olmalıdır. Cezasız kalmış kötülük cesaret verir.
Meryem’in Çiçekleri sıradan hayatın verdiği küçük mutluluklardan bile mahrum bırakılan, bir karış toprak için birbirinin kanına susayan, dostken düşman olanların hikâyelerini anlatıyor. Aşina olanın yabancılaşmasıysa tekinsizlik, anlatılan bu ortamdan daha tekinsizi düşünülemez. Öyle ki, kimin dost eli uzatacağı, kimin silaha sarılacağı belli değildir. Bir zamanlar gülüp oynadıkları köylerini, sokaklarını, kırlarını, huzurla uyudukları evlerini, dostlarını, ailelerini yitiren, yersiz yurtsuz kalan insanların yaşadığı çaresizliğe karşın iyi insanların da var olduğunu söylüyor yazar. Onca şeye karşın umutsuzluğu, düşmanlığı, nefreti değil, kardeşliği öne çıkartarak, suçu Ermeni, Kürt ya da Türklere yükleme toptancılığından kaçınarak ama kimseyi aklamadan yazıyor. Meryem’in Çiçekleri tarihten devraldığımız utanç mirasından payımıza düşeni hakkıyla veriyor.
NOTLAR
[1] Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk, çev. Nurdan Gürbilek-Sabir Yücesoy, Metis Yayınları, İstanbul, 2012, s. 43.
[2] Abdullah Ataşçı, Meryem’in Çiçekleri, Everest Yayınları, İstanbul, 2024.
[3] Muaz Ergü, Abdullah Ataşçı ile söyleşi: “Bu Topraklarda Yüzyıllardır Kendini Tekrar Eden Büyük Acılar Yaşanıyor.”, dibace.net (son erişim: 10 Mart 2025)
[4] Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk, çev. Nurdan Gürbilek-Sabir Yücesoy, Metis Yayınları, İstanbul, 2012, s. 42.
[5] Orhan Koçak, Romanın Kaygısı, Metis Yayınları, İstanbul, 2023, s. 83.
[6] a.g.e., s. 84.
[7] John Berger, Hoşbeş, çev. Aslı Biçen, Metis Yayınları, İstanbul, 2016, s. 27.
[8] Marc Nichanian, Edebiyat ve Felaket, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, s. 86.