Mektupların arkasında kalan hayaletler
“Enis Batur, Bilge Karasu ile aralarında bir usta-çırak ilişkisi olduğunu hayli sık dile getirdi. Ancak söz konusu mektuplarda iki dostun eşit ilişkisine rastlıyoruz çoklukla. Dil konusunda birkaç zarif uyarı dışında Karasu yakın bir arkadaşlık mesafesinden sesleniyor Batur’a.”
Bilge Karasu, Enis Batur
Mektup artık ne haberleşme biçimi ne de edebi bir tür olarak var hayatımızda. Geçmişe dair bir imgeye dönüştü giderek. Kafka’nın mektup yazmanın hayaletlerin önünde soyunmak olduğu mealindeki sözünü tersine çevirecek olursak, geçmişte yazılan, ötekinin mektuplarını okuduğumuzda, hayaletlerin de bizim önümüzde soyunduklarını düşünebilir miyiz; düşünmeli miyiz? Kendisine gelen bu tür mektupları yayınlayan kişi etik anlamda bir ikilem yaşamaz mı? Bilge Karasu’nun kendisine yazdığı mektupların bir kısmını yayınlayan Enis Batur bir yazısında şöyle diyor:[1]
Şüphe yok ki, kişi kendisine yazılmış özel mektupları saklarken onları üçüncü kişilerin okuyabileceğini varsaymaz. Ama özel olmayan mektup hangisidir? Okur, geleceğin okuru, bana, diyelim Yusuf Atılgan’ın yazmış olduğu bir mektubu, Yusuf Atılgan’a duyduğu ilgi, bana duyduğu ilgi, ikimize duyduğu ilgi nedeniyle okumak isteyebilir; bana özel bir ilişkinin sonucunda yazılmış mektupları benimle ilgili kimi bilgiler devşirmek amacıyla okumak isteyebilir. Bütün bu ‘özellikler’ aynı kefeye sığar mı? Her durum için bir etik açmaz çıkmaz mı karşımıza? Gönderen: EB’de, ötekine gelmiş mektubu okuma güdüsünü besleyen merakın gizilgücüne de, mahremin zedelenme sürecine de sık sık değinmiştim.
Büyük olasılıkla yayınladığı bu mektupları bir elekten geçirdi Enis Batur; daha özellerini kendisine saklayarak. Ancak saklananlar, saklayan bu dünyadan göçüp gittiğinde er geç gün ışığına çıkmaz mı sorusu, bütün zorluğuyla orada durmaktadır yine de.
Enis Batur, Bilge Karasu ile aralarında bir usta-çırak ilişkisi olduğunu hayli sık dile getirdi. Ancak söz konusu mektuplarda iki dostun eşit ilişkisine rastlıyoruz çoklukla. Dil konusunda birkaç zarif uyarı dışında Karasu yakın bir arkadaşlık mesafesinden sesleniyor Batur’a. Hep böyle değildi kuşkusuz. Nezaket ölçüsü değişmese de, bir ustanın dokunuşlarıyla epey yoğrulduğunu söyleşilerinde, yazılarında dile getiriyor Enis Batur. Ne ki her çırak gibi, ustanın yolundan başka bir yöne sapmak kaçınılmazdır. Karasu masallarında çokça kurcalamıştır usta-çırak ilişkisini. Karasu’daki bu çıraklık meselesine Nurdan Gürbilek de değiniyor:[2]
Çırak gelenekte, en azından “ustaya saygı” geleneğinde yeri olmayan şeyi, bir “benlik”i olup olmadığını sorguluyordur. “Her şeyi ondan öğrenmemiş miydi? Ona analık eden, ustası değil miydi?” sorusunun hemen ardından “benlik” sorusu gelir: “Ama her şeyi ondan mı öğrenmişti? [...] Kendi, kendi benliğini ne ölçüde oluşturmuş olabilirdi? Olabilir miydi, ayrıca? Ustası neler katmıştı kendiine, kendi neler katmıştı? Katmak ne demek oluyordu gerçekte? Önceden hiçbir şey getirmemiş miydi ustasının karşısına çıkarken?”
Ustanın, “ana” olarak nitelenmesi Bilge Karasu’ya has bir söylem. Genelde usta, “baba” sıfatıyla anılır oysa. Eğitmenin ötesinde, yeniden doğurma izi de taşıyor belli ki, “usta ana”. Usta, çırağını öldürmeden yeniden doğurabilir mi? Ya çırak ustasını öldürüp kendini usta olarak var etmek isterse? Masallarda, satır arası boşlukların içinden bakar bize ustalar-çıraklar; bu ölüm ilişkisinin kaçınılmazlığıyla. Belki de bu yüzden kendi yoluna gitmeyi seçti Enis Batur, ustası da yaşasın kendisi de diye.
Mazruf adını verdiği kitabında, Bilge Karasu’yu şöyle anıyor Enis Batur:[3]
Hiç ‘kötü’ mektup almadım Bilge’den: Yakınırdı, sızlanırdı sık sık, ama ışığını esirgemezdi. Ben ona hâlâ yazıyorum, adresini bildiğim için.
Yakınmalar, sızlanmalardan ne kastedildiğini anlamak için 29 Ocak 1974 tarihli mektuba bakmak yararlı olur:
Hemen yazardım Enis, yazmak istiyordum da. Ama kuyu diplerinde, derin kuyuların balçık diplerinde süründüğümü anlatmak istemiyordum. Bunu yazmakla yetinebileceğim bir gün bekledim. Ancak bu gün geldi “o gün”. Yazmak, yani haber vermek. Ağıt yakmadan.
Bu cümleler, Karasu’nun anlatmakla yazmak arasındaki farkı ne kadar önemsediğinin su götürmez kanıtı olarak karşımızda duruyor. Yazının kendine dair bir ağıta dönüşmesinden, yazıyla duyguları arasındaki mesafenin kaybolmasından duyduğu endişe ancak has yazarlara mahsustur. (Tam da burada, sızlanma sözcüğünün Karasu’ya pek uymadığını söylemek gerek. Yakınma; belki.) Mektuba not olarak eklediği kısım ise yakıcı bir eda taşıyor:
Evet, yakalasalar da yazmalıyım. Gene de, eşin dostun salık verdiğini göz önünde mi tutsam? “Masallar gibi, metinler gibi yaşamla ilişkisini kesmiş şeylerden” bir süre vaz mı geçsem? Göklerden, kuyu diplerinden sağır edici bir yırtılma, kaba kâğıt mı yoksa, sesi geliyor bunun üzerine. Ne yapsam? Kendi kendimi mi yırtsam, gürültüye katılmak için?
Yakalanmasından çekindiği şey neydi? Kuyu diplerinde kalan tortunun başkaları tarafından görülmesi mi; yoksa hiç görülmemesi mi? Tortu, bir kavram olarak Karasu’nun yazı evreninde önemini korumuştur hep. “Masalın da Yırtılıverdiği Yer”de bunu açık biçimde dile getirir zaten:
Yazıyı araç diye görenlere saygı duyabilirim; ama ben, kalemi elime aldığımda –acıların, öfkelerin tortusuyla doldursam da yazımı– dolaysız acımı, dolaysız öfkemi dökmeyeceğim diye karar verdim.
Henüz dibe çökmemiş duyguları yazmak, onlardan kalanı, kaybolup gideni görememek anlamına gelir ki, Karasu gibi bir yazar dolaysız duyguya yenilmemiş, bu zaafa düşmemiştir elbette.
Aslında 14 Nisan 1974 tarihli mektubunda yazdıkları, “yakalanmaya” dair en belirgin işarettir sanırım:
Yazar, bir yazısının yayımlanması için bir dergiye verdi mi, dergi okurlarıyla bir şey paylaşmaz da, kendini, yüreği, bağırsakları deşilip açılmış bir halde okurun önüne atar. İsteyen çıkarsa yesin diye sanki. (Yırtıcılık simgesi, ya da yamyamlık – “Okur yamyamdır” türünden bir düşünce, denemelerinde kullanırsın ha!)
Bilge Karasu masallarında gördüğümüz av ve avcının yer değiştirme, birbirine dönüşme hali düşünülebilir burada. Okuru avlama arzusu, okur tarafından avlanmak tehlikesini de barındırmaz mı? Bir anda çırılçıplak kalınması, ürküttüğü kadar, okurun anlayabilmesi bağlamında, tatmin de eder yazarı. Yazmanın yarattığı paradoksal durumun kaçınılmaz sonuçlarından biri de bu belki. Üstelik eşcinsellikten etnik azınlık olmaya uzanan bir çifte sarmalın içindeyken, bu endişe sürekli artan bir ivmeyle katlanır kuşkusuz. Yine de gürültüye katılmaktan hep uzak durmuştur Bilge Karasu. Kendi kendini yırtarak o gürültüye dahil olmak yerine, içeriden çıkabilecek olanın tehlikesini göze alarak kendini deşmeyi seçmiştir çoğu zaman. Belki oluşturduğu kendine özgü dile de buradan yaklaşmak gerekir.
Bir kez daha Nurdan Gürbilek’e başvuralım:[4]
Kozmopolit Pera’da yetişmiş Rum-Yahudi kökenli bir yazar neden öz Türkçeye bu kadar bağlıydı? Yazın yapıtının “dünyaya, yaşama, dilin içinden bakmağa bir çağrı” olduğunu söyleyen Karasu neden bu çağrıyı bir “devrim Türkçesi’yle” yapmıştı? Türkçeden yabancı sözcükleri temizleme düşüncesinin Türkiye’yi yabancılardan temizleme düşüncesiyle bir bağı olduğunu düşünmemiş miydi, yoksa İsrael Karasu’dan bir yazar persona’sı (‘Bilge Karasu adlı biri’) yaratırken öz Türkçeyi özellikle mi seçmişti?
Bu seçimin yapılışında birden fazla neden olduğunu düşünüyorum. İki azınlığa birden ait olmanın neden olduğu bir kaygı vardır elbette. Ama bundan ibaret olduğunu sanmak yanlış olur. Öz Türkçenin uç beyi Ataç’tır diyorsak, aradaki bağı kaçırmamalıyız. “Tutuma Yergi” başlıklı yazısında “Ataç’ı gerçekten sevmiş bir kişi ancak bir bakımdan ona benzeyebilir” demişti Karasu, “Kendi yerini yaratmayı, ona bağlanmamayı, ona özenmemeyi gerekli görmesi bakımından.” (Kendi yerini yaratma fikrinin, bugünün imaj yaratma çabasıyla uzaktan yakından bir ilgisinin olmadığını belirtmek gerek.) Devrim Türkçesini yüklerinden arındırılan, Batı uygarlığını anlatmaya uygun bir dil olarak düşünüyordu; tıpkı Vüs’at O. Bener gibi.
Ancak bir persona oluşturduğu, “Bilge Karasu adında birini” okurun önüne koyduğu da inkâr edilemez. Bunu teyit etmek için Füsun Akatlı tarafından yayına hazırlanan Öteki Metinler’e bakabiliriz. Bir eşcinsel olarak ayrı bir dille konuşulduğunu, konuşulması gerektiğini saptar. Bu ayrı dil, eşcinseller arasında konuşulan özel bir dil değildir. (Böyle bir özel dil de var ve Karasu bu dil üzerine de çalışmak istemiştir.) Kendisi bu durumu şöyle not etmiş “Özel Günlük”te:[5]
Kendini gizlemek için konuşulan ayrı bir dilin sözünü etmiyorum. Geçen gün de yazdım. Konuşulan günlük, ortaklaşa dilin pek çok sözcüğü, öylesine değişik duygu yükleri taşır hale geliyor ki… Bu ayrı dil, korkuyla, yalnızlıkla, doymamışlıkla, başkaldırmayla yüklüdür. Değişik anlamlarda kullanılmıyor sözcükler. Ama duygu yükleri onları değişik anlamlar iletir hale geliyor. Bir “gizdil” değil, iki katlı bir dil konuşur eşcinseller.
Bu iki katlı dili en belirgin biçimde “masallarda” görebiliriz. Daha da katlısını Lağımlaranası’nda sanırım. Enis Batur’la yapılan ve kitabın girişinde yer alan söyleşide Batur, Karasu’nun Lağımlaranası’nı bin sayfalık bir opus magnum olarak düşündüğünü dile getiriyor. Tamamlayabilseydi çok katlı dille yazılmış en sıkı yapıtlardan biri olabilirdi. Biz de Proust benzeri bir külliyattan mahrum kalmamış olurduk.
Bilge Karasu’nun metinlerine iki farklı ışık düşüyor diye düşünüyorum. Birincisi her şeyi net gördüğümüz, en kuytu yerlerine kadar aydınlatılmış metinlerdeki gündüz ışığı. Kitabın sonuna eklenen “Ankara’nın Atkestanelerinde Sığırcık Yetişirdi” anlatısı tam da böyle bir metindir. Renklerin, betimlemelerin, tanımlamaların ışık ayarları net, gölgesiz, bütünüyle görünür durumdadır. Söz konusu metindeki pazaryeri anlatımına bakalım:[6]
… En güzel renkler, en güzel biçimlerde yan yana getirilir, sergilenir. Renklerin zengin çeşitliliği, daha uzaktayken gözünüzü alan büyük renk lekeleri, bir şenlik havası yaratır. Havuçlar, limonlar, karpuzlar, kavunlar, elmalar, türlü türlü yeşillikler, kan kırmızı balık ya da marul tablaları, mal olarak değil, renk olarak algılanır her şeyden önce. Kokular konusunda zevkler bir olmayabilir; birine güzel gelen bir koku, bir başkasının başını ağrıtabilir, midesini bulandırabilir. Ancak, aşırı keskin birtakım kokular dışında, üzerinde çoğunluğun anlaşıp güzel bulacağı kokular hepsinden baskındır sanırım: Kabakgillerin, turunçgillerin, bir de baharların kokuları…
Dil ve metne düşen ışığın netliği diğer Karasu metinlerinden farklıdır. Bir Ankara ışığı da diyebiliriz buna. Mektupların kimisinde o ışık, netlik varsa da, birer metin gibi yazılmış olanlarında ışık kararır, objektifin önüne yerleştirilen bir mercekle renk değişir sanki.
Bilge Karasu’nun diğer metinlerinde ışığın azaldığını, metnin loş görüntüsünün yavaş yavaş karanlığa doğru gidişini görürüz. (Buna da İstanbul, hatta Pera bakışı diyebilir miyiz?) Birkaç mercek arka arkaya dizilmiş, ışık kırılmanın ötesinde kademe kademe azalmıştır. Öncelikle dil üzerinden okumak gerek bu durumu. Annesinin dili (Rumca), babasının dili (İbranice), Anavatanının dili (Türkçe), bir de bir eşcinsel olarak, kendi söylemiyle, kurulması gereken o ayrı dil... Karasu bunların içinden, yaşadığı ülkenin yeni oluşturulan dilini (Öz Türkçe) seçmiştir. Diğer dillerin tortusunun da zihninde kaldığını varsayabilir miyiz? Lağımlaranası’nı tamamlayabilseydi bunu anlayabilirdik sanıyorum. Onca güçlü belleğe, geleneğe sahip olan dil içerisinden bir anlamda belleksiz olanı seçmesinin nedeni belleğindekilerin ona acı vermesi olabilir mi? İstanbul’da, kozmopolit Pera’da yaşadığı çocukluk yıllarının kendine özgü çoklu dili, belleğinin bir çekmecesinde mi muhafaza edilmişti? “Bir Söylencedir Beyoğlu”, “Lağımlaranası” gibi parçalarda zihninin oraya, oralara takılı kaldığını görebiliyoruz. Etnik kimliğinin yakın zamana kadar pek de gündeme taşınmamış olması da ilginçtir. (Belki Karasu’yu oradan okumanın haksızlık, indirgeme olacağını düşündü, hakkında yazanlar.)
Ülker Gökberk’in kapsamlı kitabı Hafıza Kazısı bu konuyu Bilge Karasu’nun İstanbul’u, Walter Benjamin’in Berlin’i alt başlığıyla irdelemiştir. Gökberk, Lağımlaranası dışındaki metinlerin de etnik kimlik doğrultusunda okunabileceğini söylüyor. Ben, diğer metinleri etnik kimlik üzerinden okumak mümkünse de, Karasu’nun daha belirgin dokunduğu eşcinsellik üzerinden okumanın daha çok imkân barındırdığını düşünüyorum; Kılavuz’da olduğu gibi. Bir eşcinsel olarak kurulmak zorunda kalınan dili şöyle anlatıyor:[7]
Dünyayı kendilerine de, başkalarına da anlaşılır kılmak üzere konuştukları dili, sürekli olarak, bir başka dizgeye göre ayarlamak zorunda kalan insanlardır eşcinseller. Bu ayarlama, getirdiği sıkıntının yanı sıra, ‘beni anlayanlar’ ile ‘beni anlayamazlar’ arasındaki bölüntünün verdiği bir ‘bizler’ duygusunun da kaynağı oluyor sanıyorum.
Ancak belli bir odaktan okumanın olası tuzaklarına düşmemek gerektiğini unutmamalıyız. Tüm bu kimliklerin dışında, dahası üzerinde bir yazarı okuyoruz çünkü.
Seçtiği dil, isim, azınlık olma haline bir itiraz etme biçimi olarak da görülebilir. Bir azınlık yazarı olmak, çeperde yer almak istemiyordu Bilge Karasu. Azınlık tanımının, azınlığın bu tanımlamayı benimsemesiyle daha da etkili olduğunu düşünüyordu. Azınlığa ait olmayı kabullenmenin, tek başına bir duruş sergilendiğinde bile, toplum tarafından o azınlığın parçası olarak algılanarak, tedirginlikle karşılanmaya yol açtığının farkındaydı. İsrael Karasu’dan Bilge Karasu’ya geçişte bu kaygının payı yadsınamaz. Bir topluluğun parçası olarak anılmanın, bir yazar olarak tanınmanın önünde engel oluşturacağını düşündüğünü anlıyoruz, benimsediği bu tavırdan. Hem kadın hem de erkek adı olarak kullanılan Bilge’yi seçmesi de rastlantısal değildi kuşkusuz. Bilgili, bildiği şeyleri sağlam bilen olma dışında, iyi ahlaklı anlamına da gelen bu sözcüğü düşündüğümüzde Enis Batur’un şu saptaması da akla geliyor ister istemez: “Ahlak, Bilge’nin aslında büyük döşemesidir.”
Bir yazarın metninde körü körüne ilerlememesi, metnin bir yere dayanıp tıkanması durumunda, ısrarcı olunmaması gerektiğinin altını çizmiş 11 Mayıs 1976 tarihli mektubunda:
Korkarak da olsa ilerlemek –yazı yolunda– önemli. Yolun çıkmaz olabileceği düşüncesi de bir tek şeyi gösterir: Gözünü açık tutmaya çalışıyorsun; körü körüne bir gidiş değil bu… İmdi, “gerçekten çıkmaz yokmuş” diyebilmek için burnun duvara dayanmalı. O zaman, güzel güzel döner, kavşaktan başlarmış gibi (çünkü o kavşağı da sen çizersin) yeni bir doğrultuda yürümeye başlarsın. Ama burnun duvara dayanmadıkça…
Yalnız bir şeye aldanmamalı sanırım. Şu: Yazıda burnu duvara dayanmalı başka, yazıyı yazdıran düşünme sürecinde, burnu duvara dayanmalı başka. Yani, başka türlü yazmak gerektiğini düşündüğüm halde, öyle başladım, öyle sürdürürüm dersen, yanılmaca başlayabilir.
Mektuptan çok bir metin olarak okunması gereken bu tür bölümlerin, bize aynı zamanda Karasu’nun yazma kriterlerine dair ipuçları verdiğini söyleyebiliriz. Bu kriterlerin içinde yazma zamanı da var. Mektup (14 Nisan 1974) dahi yazılmak için böyle bir zamanı bekliyor:
Enis’e mektup yazmalı. Güneş duruyor, dünya duruyor. Hayvanlar susku içinde bekliyor. Sessizlik ezici hale gelince yazmağa başlıyorum.
Kalemi hemen eline alıp çalakalem yazmak Karasu’ya göre değildi sonucunu çıkarabiliriz buradan. Belki bu nedenle mektupların kimi bölümleri bir deneme edası taşıyor.
Bilge Karasu sözcükler üzerinde düşünen, ince eleyip sık dokuyan bir yazar olduğunu mektuplarında da gösteriyor (14 Nisan 1974):
Ondokuzuncu yüzyılın pek bayıldığı bir imge-sözcük alalım ele: Derişik. Yoğundan daha başka bir ağırlık taşıyor. Derişik sözcüktür, derişik deyiştir edebiyat. Deriştirelim, Poiesis’e varalım. Ama yaşarken, yazar gibi mi yaşamalı, konuşmalıyız? Şimdi şimdi, tersine, açık yalın ama derişik söyleyişi arasında kesin bir sınır çizmeli demeğe başladım. Derişikliğin açıklığı, yalınlığı edebiyata bırakılmalı; yaşarken, gündelik konuşmalarımızı yaparken, suyu örnek almalıyız. Niye bütün bu karışık laflar? Söylemek istediğiyle çelişen bir adam olmak niye? Burası biraz daha uzun anlatılmalı. Yaymalı işte, sulandırmalı. “Gündelik yaşam konuşması” dediğim şeyi öğrenmeğe çalışmalıyım bundan böyle…
Derişik, sözlük tanımında, çok miktarda çözünen içeren çözelti olarak tanımlanıyor. Kıvamdan ötesine işaret eden bu tanımı yazı için düşündüğümüzde, Karasu’nun neden bu sözcüğü yoğuna tercih ettiğini anlayabiliriz. Ancak çok miktarda çözünen varsa Poiesis’e giden yoldan söz edebiliriz. (Poiesis tek başına yapma, meydana getirme anlamına gelse de, Platon terminolojisinde yapma ve olmayı bir arada iç içe tutar. Bu pratik bireydeki dönüşümü mümkün kılar. Bunun yol açtığı sınırsız bir değişim imkânı Poiesis’e varılmasını sağlıyordur belki de.) Farklı azınlık kimliklerini, taşıdığı dilleri, belleğindeki mekânları düşünecek olursak, Karasu’nun ontolojisinde çok miktarda çözünen olduğu, bir persona oluşturmasının kaçınılmazlığı daha iyi anlaşılabilir sanırım.
James Baldwin’in yaşadığı günler için yazılması hayli cesaret isteyen, bir eşcinsel aşkı anlatan romanı Giovanni’nin Odası gibi bir romanı yazabilir miydi Karasu? O devrin örgüsü içinde düşünüldüğünde bunun imkânsızlığı anlaşılabilir. Enis Batur kitabın başındaki söyleşide buna değiniyor:[8]
Kimi “tema”ların işlenemediği ya da üstü kapalı biçimde ele alındığında bile yazarına hüküm giydirebileceği yıllardı. Bilge’ye Giovanni’nin Odası tarzı bir kitap yazacak olsa başına ne geleceğinden çekindiğini sorduğumda, hiç unutmuyorum, “çocuk, bu şehirde kiralık ev bile vermezler” demişti de, utanmıştım. Bugün bu durumun değiştiğini söylemek bir yana, daha da kesifleştiğini, şuursuz bir nefrete dönüştüğünü söyleyebiliriz ne yazık ki.
Mektupların arkasından duyduğumuz ses Bilge Karasu’nun sesi midir; yoksa onun oluşturduğu personanın mı? ‘Bilge Karasu adında birinin’ arkasındaki o loş alandan, İsrael Karasu’nun hayaleti de bize bakıyor olabilir mi? “Artık bir tek sözcük yazmayacağım; yazmamın anlamsızlığı, gereksizliği kafama iyice dank etti” dediğinde, yakınmanın ötesinde, kendisini bütünüyle dışarı vuramamanın acısı mı vardı?
NOTLAR:
[1] Enis Batur, Kum Saatinden Harfler, YKY, 2001, s. 40.
[2] Nurdan Gürbilek, Örme Biçimleri, Metis Yayınları, 2023, s. 59.
[3] Enis Batur, Mazruf, Okuyan Us Yayınları, 2003, s. 99.
[4] Nurdan Gürbilek, Örme Biçimleri, Metis Yayınları, 2023, s. 67.
[5] Bilge Karasu, Öteki Metinler, Metis Yayınları, 1999, s. 78.
[6] Bilge Karasu, Enis Batur’a Mektuplar, Metis Yayınları, 2024, s. 115.
[7] Bilge Karasu, Öteki Metinler, Metis Yayınları, 1999, s. 78.
[8] Bilge Karasu, Enis Batur’a Mektuplar, Metis Yayınları, 2024, s. 11.
Önceki Yazı
Haftanın vitrini – 13
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevleri tarafından bize gönderilen, dikkatimizi çeken; okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Darwin Olmasaydı / Felsefenin Başarısızlıkları / Harlem Ritmi / Hayali Bir Hayat / İnsan Nedir? / Küçük Bir Sanat / Perili Ev / Sosyalist Feminizm / Umutsuz Karakterler / Yaşam için Felsefe
Sonraki Yazı
Sofya Kurban’ın göç öyküleri:
Ardışık göçler, iç içe geçmiş yaşantılar
“Sofya Kurban’ın göç öykülerinde önceki kuşakların göçlerini sonraki kuşaklara anlatmalarını andıran bir yan var. Söylem düzeyinde ortak bir dünya inşa etme –gökyüzünü genişletme– çabası olarak tanımlamak mümkün bunu.”