Mehmet Atlı’yla söyleşi:
“Kent, sanatın konusu olduğunda dildir, kelimelerdir.”
“Şarkılarım gündelik hayatımdan, sokaklardan, kentli hallerimden izler taşısın isterim. Bana göre özellikle Kürtlerin ve Kürtçenin kentselleşmesi gibi bir gündem vardır. Kürtlerin, Kürtçenin ve birey/sanatçı olarak benim, yurt-yurtsuzluk diye bir gündemimiz vardır.”

Mehmet Atlı
Mehmet Hocam, öncelikle söyleşi teklifimi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Lise yıllarımdan beri aşklarıma ve yolculuklarıma sesiyle eşlik eden sizin gibi büyük bir sanatçıyla tanışmak benim için gerçekten onur verici. Dilerseniz en baştan başlayalım. Müzikal serüveniniz nasıl başladı?
Ben de öncelikle bu söyleşi daveti ve bu güzel sözleriniz için teşekkür ederim. Bir müzisyenin ve onun müziklerinin birinin hayatına böyle temas etmesi ve bunun böyle ifade edilmesi güzel.
Benim gibi “alaylı” sayılabilecek müzisyenler için bir başlangıç saptamak zor; “mektepli” denebilecek müzisyenlere nazaran. Öte yandan ben büsbütün “mektepsiz” de sayılmam. Belli bir sanat nosyonum, mimarlık lisansım, mimarlık tarihi ve kuramı yüksek lisansım ve doktoram var ve müzikle ilgili de “dışarıdan” denebilecek bazı eğitimler aldım, müziğin çok “içinde” iken… En başta da “sahne tozu” denen şeyi yutmakla, pratiğin içinde edinilmiş bir müzik ve sahne eğitimim var. Böylesi bir durumda, müzikle ilgili yolculuğum açısından başlangıçlar, Diyarbakır kent merkezi ve Ergani’deki köyümüzde geçen belli belirsiz çocukluk anılarıma, doğup büyüdüğüm aile, komşuluklar ve kentsel ortamlara kadar gidiyor. Eğitim belli imkânlarla ya da koşullarla alakalı genel bir çerçeve ve bana sorarsanız ömür boyu sürmesi gereken süreçler demek.

Atlı
Ağabeyim, bazı komşularımız saz çalardı, ben Diyarbakır’ın Bağlar’ında mahalle düğünlerine gidip çalgıcıları izlemeye, kendi yaptığım oyuncak sazlarla, ses düzenekleriyle onları taklit etmeye meraklı bir çocuktum. Babam bağlama enstrümanını sever ve teşvik ederdi, ilk oyuncak sazımı bademcik ameliyatı olduğumda babam almıştı. Sonra ağabeyim gerçeğini de hediye etti ki, bunu benim gibi alaylı bir müzisyen için anlamlı bir başlangıç noktası sayarım.
Sonraları okulda “boş derslerde” ya da neredeyse boş ders addedilen müzik derslerinde, bayram ya da kutlama günlerinde tahtaya çıkarılıp türkü söyletilen öğrenci ya da okul korolarının elemanıydım. Amatör lise gruplarında, Kürtçeyi faaliyet alanlarının merkezine alan derneklerde, okul pikniklerinde ya da etkinliklerinde saz çaldım. Üniversite yıllarımda, İstanbul’da, Koma Dengê Azadî isimli, alanında ünlü bir grubun elemanı olmamla daha profesyonel mecralarda ama yine sahne ya da müzik pratiği içinde bir eğitimden bahsedebilirim. Daha çok sivil toplum ortamlarında ve onların aktivizmi içinde ve özellikle Kürtçeye duyduğum ilgiyle paralel yürüyen, entelektüel ilgilerimin birer parçası olan mimarlık eğitimi, müzikle ilgili kimi kurslar, konserleri-performansları izleme, edebiyat merakı ya da Ferda Ereren ve Üç Deniz Topluluğu ile ‘90’larda yürüttüğüm türden yol arkadaşlıkları, okul ya da sahne arkadaşlıklarıyla biçimlenen bir müzik formasyonu diyebiliriz benimki için. 2000’lerden itibaren solo çalışmalarıma yöneldim ve bugüne kadar ikisi grupla, beşi solo olmak üzere yedi albüm çıkardım. Berken Bereh’in bir şiirinden bir single yaptım. Kimi derleme ya da ortak üretimli albümlerin yanı sıra tiyatro oyunu müzikleri, kısa film müzikleri, sit-com müzikleri gibi etkinliklerin de içinde bulundum.
Koma Dengê Azadî günlerini biraz daha ayrıntılı konuşalım istiyorum. Çünkü ‘90’lar Türkiye tarihi açısından etkileri hâlâ hissedilen oldukça önemli bir dönemeçti. Yoğunlaşan çatışmalar, faili meçhuller ve Kürt sorununa çözüm arayışlarının boşa çıkması... Böyle bir atmosferde Kürt müziğini icra etmenin kuşkusuz ki bazı bedelleri vardı. Tam da bu bağlamda müziğin tarihi bir ölçüde halkın da tarihidir diyebilir miyiz?
Müziğin tarihi, halkların tarihi, kültür, ekonomi ya da siyaset tarihi, vd. iç içe olgular sayılmalı tabii, biri diğerinden tamamen ayırt edilemez; ancak metinlerde, akademik çalışmalarda kısmen soyutlanabilir ama hayatın olağan akışı içinde iç içe ve birbirlerini karşılıklı olarak etkileyen kategorilerden bahsediyoruz.
‘90’lara ve benim müzikal özelime gelirsek… Türkiye’de haklar, demokrasi ve özgürlük sorunları, “Türk kimliği temelli” ama “Kürt kimliği içerikli” ya da “Kürt sorunu” olarak ifade edilegelen sorunla ilgili genel ortam belirleyici. Bireysel hikâyelerimiz, ilgili olduğumuz daha geniş kümelerin, grup ya da kategorilerin hikâyeleriyle de ilgili ve karşılıklı ilişkiler halinde; hele de müzik gibi kitlesel, dilsel, bedensel, kültürel, vb. birçok açıdan dinamik bir alanın/mekânın içindeyseniz.
Sözünü ettiğiniz ve benim çok azını yaşadığımı kabul ettiğim ama bazılarımızın hayatıyla, özgürlüğüyle, yurduyla yurttaşlığıyla, sağlığıyla ödediği türden “bedellere” dair uzun uzun konuşabilirim. ‘90’larla kalmadı, günümüze kadar sürdü ve sürmeye devam edecek gibi bu sorunlar. Ama bunun için sayfalar yetmez ve söyleşimizi soruna boğmak istemem.
Yukarıdaki soruyla da bağlantılı olarak, sürekli olarak toplumsal acıların kuşattığı bir dilde müzik yapmanın zorluklarını da sormak isterim size. Sanatın reel politika uğruna güme gitmediği ama aynı zamanda da aydın sorumluluğunu yitirmeden üretildiği bir eşiği yakalamak mümkün mü? Hatta sizin müzikal yolculuğunuz tam da bu soruya verilmiş bir cevap olarak değerlendirilemez mi?
“Toplumsal acıların kuşattığı bir dil olma” hali tabii ki gerçeğin ancak bazı yönlerine işaret ediyor; gerçek çok daha renkli, çoğul ve çok katmanlı. Şarkılarımız arasında mizaha, yer yer “hafifmeşrepliğe”, eğlenceye ve bolca direniş coşkusuna rastlamak da mümkün. Ama bu acılı hal de bir vakıa ve bunun kültürel, tarihsel, toplumsal, ekonomi-politikle ilgili nedenleri-boyutları var. Bu “hal” yani aslında her bir insan tekinin taşıdığı, üstlendiği, zamanla edindiği çoğul kimliklerin, çeşitli eşitsizliklerin, adaletsizlik, çatışma ve acıların nedeni/konusu ya da “bahanesi” durumuna gelmesi, ait hissettiğimiz ya da parçası olduğumuz grupların grupsal sorunu olduğu kadar tek tek bireysel hayatlarımızla da doğrudan ilişkili. Meslek hayatlarımızla, sanatsal ya da düşünsel-estetik pratiklerimizle de. Bunu “aydın olma sorumluluğu” ile açıklamaktan çok bireysel seçimlerimizin gerekleri ve sonuçlarıyla açıklamaya daha yakınım. Tekil bir aydın kimliği ya da pozisyonu olmadığı gibi, kendimi böylesi bir pozisyonun ya da misyonun bir parçası olarak da görmüyorum. Daha çok toplumsal konumlarımın da belirleyici olduğu bir ortamda birey olma hallerimi yaşıyorum herkes gibi ve müzik ya da yazıyla uğraşmak da bu bireyselliğin unsurları. Müziği aynı zamanda ifade özgürlüğümün bir parçası, kendimi ait hissettiğim ve aktif bir aktörü olduğum bir “toplumsal mekân” olarak düşünüyor ya da deneyimliyorum diyebilirim. Bir konser salonu da, albümlerinizi alıp şarkılarınızı yayan izler-kitle de, bir miting alanı ya da düğün salonu, kafe-barda bir müzik etkinliği de, vb. sanatçının da bir aktör olarak yer aldığı toplumsal kesitlerdir.
Bahsettiğiniz türden bir “eşik”, tam da “eşikte olma” ya da “bir eşik olma” halyle beraber düşünülürse, böylesi bir “eşik-mekân” müzik ya da en genelde sanat. Evet, bu müzikal yolculuğumu ya da kimlik, meslek, akademiya, vb. kategoriler açısından zamansal-mekânsal konumumu veya dinamiğimi daha gerçekçi bir tasvirle anlatır.
Zorluklara gelince… Türkiye tarihini biraz bilen biri ne gibi zorluklarla karşılaşmış olabileceğimizi tahmin eder ya da öğrenmek isterse birazcık araştırması dahi öğrenmesi için yeter. Mahlas veya artistik ad kullanmaksızın, şarkı söyleyerek bayrağını salladığım dil, bu ülkenin en büyük meclisince dahi “bilinmiyor”! Yaşadığım kentin belediyesi, üniversitesi yıllardır bir etkinliğine çağırmamış; mimarlık sempozyumlarına bildiri sunmak için kendim başvurmuşum, işsiz de olsam, müzisyen de olsam ben de varım diye! Neredeyse elli yaşımdayım; müzisyen olduğum için, özellikle de Kürtçe şarkı söylediğim için mobbinge uğramadığım işyeri neredeyse yok, buna Kürtlerin kurup yönettiği firmalar dahil! Türkçe pop söylesem beni reklam yüzü yapacak işyerlerim, benden kurtulmak için bahaneler aradılar. Kimisi kapısını dahi açmadı. Demagojiyi sevmem, konuyu kendi namıma kişiselleştirmek de istemem; vicdan sahibi, akıl sahibi her göz, Kürt kimliğiyle ilgili olan bitenleri görecek imkânlara sahip.
Hangi kaynaklardan besleniyorsunuz Mehmet Hocam? Şiir, kentler ve aşk; eserlerinizin membaında neler var?
Belli eserlere memba olması bakımından çok, bu eserleri üretmemi de mümkün kılan en genel ortam, en genelde dildir diyebilirim. Ya da çoğul olarak “diller”. Kent, sanatın konusu olduğunda dildir, kelimelerdir. Dil düşüncenin kendisidir, içinde –ve onunla beraber, onun sayesinde– varlık bulduğu zamansal/mekânsal ortamdır. Şehirler kelimelerle kurulur ve kelimelerle yıkılır öncelikle. Kelimelerle onarılır. Hakkında ne kadar anlatı varsa o kadar –ve biraz da onun gibi– Diyarbakır, İstanbul, Erbil ya da Berlin vardır, değil mi? Şarkılarım gündelik hayatımdan, sokaklardan, kentli hallerimden izler taşısın isterim. Bana göre özellikle Kürtlerin ve Kürtçenin kentselleşmesi gibi bir gündem vardır. Kürtlerin, Kürtçenin ve birey/sanatçı olarak benim, yurt-yurtsuzluk diye bir gündemimiz vardır.
Şiirin ancak tembel bir okuru sayıyorum kendimi ama çok sayıda ve çok güzel Kürtçe şiiri de besteleyerek şarkı yaptım; bazı Türkçe şiirleri de. Bu yönlü ilgim ve çalışmalarım sürüyor. Sanatta kaynak konusu, imkânlarla ilgili olduğu kadar yaratıcılık ve işbirliği, dayanışma ağları, vb. sayısız formel, informel ağla da ilişkili. Bende de durum böyle. Aşk da dahil buna, aşkınlaştırılmamış, sıradan gündelik hayat da. Bir sektörde devinen bir emekçi olmak da, bir alanda kalem oynattığınız, telleri tıngırdattığınız, şarkı söylediğiniz entelektüel uğraşlar da. Baba olmak, erkek olmak, sanatçı olmak, Müslüman, Kürt, doğulu-batılı ya da yurttaş olmak gibi kimlikler de sabit, verili, değişmez kaderler değil; içeriğini her gün yeni sınavlar ve deneyimlerle bizim doldurduğumuz, bizim belirlediğimiz değişkenler. Kültür, içine doğup, devralıp, taşıyıp aynen aktardığımız sabit, değişmez görüngüler değil, her neslin ve her bireyin bilerek bilmeyerek aktif katılımcısı olduğu dinamiklerden oluşuyor ve neleri, nasıl koruyup, dönüştürüp devrettiğimizi de bu konulardaki idrakimiz yahut mesaimiz belirliyor. Membaımda öncelikle bu dinamik konumumla veya rolümle ilgili bitimsiz içsel tartışmalarım var ve bu tartışmaların yön verdiği toplumsal, mesleksel, vb. ilişkilerim var.
Ne için saz çaldığımı, ne için şarkı söylediğimi ve hele ne için mikrofon talep ederek sesimi yükselttiğimi ya da teknolojik aygıtlarla çoğaltıp, radyo dalgalarıyla yaydığımı, sahneye çıkarak görünürlük talep ettiğimi kendime de, size de açıklayabilmem gerekir.
Son olarak biraz da Diyarbakır’ı konuşalım isterim. Milliyetçi tarih yazımı tarafından taşı toprağı sürekli yağmalanan ve özgün kimliği günden güne aşınan, kadim ve çok-kültürlü bir kent... Hepsi Diyarbakır demiştiniz, peki bugün surlardan baktığımızda ne görüyoruz?
Hepsi Diyarbakır isimli kitabım, benim öğretim görevliliği mesaimi ve doktora öğrenciliğimi sürdürdüğüm Mardin Artuklu Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nin, “bölgede çözüm sürecine” endeksli, onun akademik pilot uygulaması biçimindeki Artuklu Üniversitesi deneyiminin bana sağladığı ortam ya da yüklediği sorumlulukla diyeyim, ortaya çıkmış ve kentle ilgili eleştirel mimarlık okumalarımı içeren bir metindi.
Bugün de baksam eleştirel bir mimarlık ya da şehircilik okuması yapmak durumundayım. Dahası, iki yıldır Mimarlar Odası Diyarbakır Şubesi’nin yönetim kurulundayım, daha da acı gözlemlerim var. Akademiden uzaklaşmak durumunda bırakıldıysam da ve Türkiye akademik standart(sızlık)ları bana kapılarını açmaya pek istekli görünmese de, “ekmeğimi sazımdan da çıkarırım” diyerek rest çekip istifa ettiğim üniversitemi mobbing iddiaları ve işe iade gibi taleplerle dava etmiş durumdayım. Davamız hukuk labirentinde sürünerek adalet arıyor ama ben kente ilgimi ve yazınsal çabalarımı sürdürüyorum. Defalarca başvurduğum, kapısını aşındırdığım Dicle Üniversitesi Mimarlık Fakültesi ise bana ısrarla kapalı ya da bağrına basacak kadar “davetkâr” değil diyeyim. Ülkemi, şehrimi terk edersem başlıca sebeplerinden biri, benim gibi akademisyenleri işsiz ve görünmez, taşrayı taşra kalmaya mahkûm kılan bu nepotik üniversite düzeniyle bunu içselleştirmiş, bunun bencilleştirip duyarsızlaştırdığı kimi meslektaşlarımdır; buradan ilan edeyim. Korkuyormuş gibi yapıp korkuyu kurumsallaştırarak bunun konforunu süren –dolayısıyla, aslında çok cüretkâr ve fırsatçı bir görünüm arz eden– meslektaşlarım, evet! İki milyonluk kadim Diyarbakır şehrinde, uzmanlığı mimarlık tarihi olan tek “işsiz” doktor öğretim üyesiyim; üstelik şehrin mimarlık fakültesinde bir tek mimarlık tarihi uzmanı yokken! Ne diyebilirim?
Demagojiyi sevmem ama adaletsizliği de kaldıramam: Surlardan baktığımda, demokratik yollarla kendi belediyelerini idare etme hakkı bile elinden alınmış bir 21. yüzyıl metropolünün olanca yoğunlukta problemlerini ve kentin, bizi dışarıda bırakmayı marifet sanan üniversitesini görüyorum ama onları ayrıntılarıyla konuşmak başka bir söyleşiye kalsın.
Önceki Yazı

Parçalanmayı Bekleyen'e dair:
Duvarların ardındaki Metin Turan’a mektup
“Köyün davarlarını gütmek üzere ilkokul dörtten çekilip alınan Rıza’nın yolunu Miguel de Cervantes’e çıkarışınızdaki ısrarı neye yormalıyız sevgili Metin? Ben romanın sonundaki vurguya yüklüyorum o ısrardaki hikmeti: Yaşasın edebiyat! ‘Etrafınızda örülen duvarları bir çırpıda aşmanızı ve zamansız kutunun yalnızlığını parçalamanızı’ mümkün kılan edebiyat aşkına yoruyorum – büyülü düşünceye.”
Sonraki Yazı

“Kayıtta”:
Ânı kaydetmek, rotayı belirlemek
“Gündelik olan ile sanatın kesişimi, Mustafa Pancar bağlamında kendisine özel bir karşılık üstlenir. Pancar, tuvaline taşıdığı sahnelere can/hayat verirken bunu gündeliğin içinden alarak yapar. Onun için fantastik olan değil, gündelik olan, her ân karşılaşılabilir, rastlanabilir olan anlamlıdır.”