Var olmaya çalışmak: Şiddetin Tarihi
“Édouard Louis, Şiddetin Tarihi'nde çok enteresan bir şey yapıyor: İçsel sıkıntı ya da travmatik denebilecek olayların şiddetli söylemini aktarırken aynı zamanda söylemin de kendi başına nasıl şiddete dönüşebileceğini gösteriyor. Söylem, bu travmaların izlerini taşıdığı müddetçe muhatabına darbe oluyor.”

Édouard Louis
Édouard Louis, Şiddetin Tarihi romanında çok enteresan bir şey yapıyor: İçsel sıkıntı ya da travmatik denebilecek olayların şiddetli söylemini aktarırken aynı zamanda söylemin de kendi başına nasıl şiddete dönüşebileceğini gösteriyor. Söylem, bu travmaların izlerini taşıdığı müddetçe muhatabına darbe oluyor. Yakın uzak pek çok mesele birbiriyle ustaca örülmüş. Daha önce beraber düşünmeyi gerekli kılmayan tanışıklıklar, kopan bağlar, bir ülkenin geçmişi, hatıralar, aile, coğrafya, ırkçılık, hepsi aynı noktaya varabiliyor. Michel Foucault, “İktidar her yerdedir” der. Dolayısıyla egemenlik aracı olarak iktidar olanın şiddete başvurduğu söylenebilir. Louis de romanda farklı yerlerde egemen olma mücadelesinden doğan şiddetin izlerini sürüyor. Şiddetin kolektif bir tarihi değil, bireysel tarihi odakta ama yer yer de coğrafyası, anatomisi ve kroniği çeşitli meselelerle ustaca örülmüş.
Édouard’ın hayatı 25 Aralık gecesi evine tanımadığı Reda adlı bir adamı almasıyla değişir. Reda’nın adının tuhaf, sahte olabileceği düşüncesinin yanı sıra Arap olması romanda işlenen eril şiddetin yanında, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı için de şiddetin boyutunu düşünmek için kapı aralar. “Bir hayvan gibi soluyordum aslında, bir hayvana dönüşmüştüm, ne kadar uğraşırsam uğraşayım evimden çıkmayacak o kokunun izini sürüyordum, kokusu evi terk etmiyordu, bir türlü çıkmıyordu dışarı ve şu sonuca vardım ki çarşaflara ya da mobilyalara değil, üstüme sinmişti kokusu. Sorun bendim.” (s. 13) Bu kısım o gece yaşanan tecavüzün travmasının izini süren karakterin hayata bakışına dair bir şeyler söyler. Evinden çıkarmaya çalıştığı koku gibi hayatından, belleğinden o gecenin izlerini çıkarmaya çalışacak, o geceden sonraki hayatı o kokuyu duyarak devam edecektir. Édouard olayı yaşayan ve dolayısıyla romanında merkezinde denebilecek bir karakter, ancak roman onun aracılığıyla anlatılmaz. “Sahneyi ablam aktarıyor kocasına” (s. 14) ifadesinde geçtiği şekliyle ablasının ağzından aktarılır. Bu şekilde bir anlatı tekniği vardır romanın. Ablası o gece kardeşinin başına gelenleri anlatırken kapının arkasından dinler ve kendi iç monologlarıyla da anlatıyı katmanlaştırır. Bu şekilde bir anlatı tekniğinin izlenmesiyle, romanın insan özgürlüğüne dair sorgulamaları içermesiyle uyumludur.

Şiddetin Tarihi
çev. Ayberk Erkay
Can Yayınları
Şubat 2023
2. baskı, Ağustos 2023
184 s.
Travmadan sonra görüştüğü, rastladığı tanıdıklara ya da yabancılara o geceden bahsetme isteği dikkat çeker. Konuşmayı ne yapıp edip o gece yaşadıklarına getirmek ister. “Konuşma manyaklığı” der kendisi buna. “Hayır, hemen anlatmaya başlayamazsın. Biraz bekle. Hemen olmaz. Ayıp olur. Biraz bekle. Biraz başka şeylerden konuş önce, diye düşündüm.” (s. 30) Deliliğe varan acıyı anlatma isteğinde, anlatma arzusu onun dışındadır. Acı travmatik boyutta olmasına rağmen anlatılmaz değil, karşı konulmaz şekilde anlatma isteğine neden olur. Bahsetmek istediği şeyi kendisi seçmemiş, ötekinin neden olduğu travmayı aktarma arzusu duymuştur. Noel’den nefret etmesi kendi dışında gelişmiştir, bedeni aklından ayrı işler ve iradesi dışındadır, geleceğini şekillendirmek için ailesinin etkisinden kurtulmak, babasına karşı çıkmak zorundadır, en yakın arkadaşları Geoffroy ve Didier ona tavsiye vererek özgürlüğünü tanımamış olur ve hatta bu yüzden onları da kendisine tecavüz eden Reda olarak görür. “Başından beri hayatının akıp gidişini izledin, hep böyle geldi sana, senin hayatın sana rağmen, senin dışında yaşanıyordu sanki ve sen sadece onun inşa edilişini izliyordun, sana benzemediğini hissediyordun.” (s. 32) Bu açıdan romanın ablasının ağzından yazılması son derece anlamlıdır. Kendi özgürlüğü dışında şekillenen hayatının aktarımı da ablası olmasına rağmen son derece yabancı hissettiği ablası tarafından gerçekleşir. Hatta Édouard’ın o gece yaşanan travmatik olayı hiç tanımadığı insanlara bile anlatma isteği duyarken ablasına bir sene sonra anlatması, ablasına duyulan yabancılaşmayı gösterir.
Sartre, Varoluşçuluk kitabında “İnsanın varoluşu ancak ötekiyle ilişkilerine göre şekillenir” der. Romanda ötekiyle kurulan ilişki başta özgürleşmeyi, varoluşu engeller gibi görünür ama iktidar olma mücadelesinde gerekli olan şiddet gibi kendini gerçekleştirmek için özne direnmek ve şiddet uygulamak zorundadır. Reda ile karşılaşma travmatik izler bıraksa ve acı verici olsa da, bu acıyla baş etmeye çalışmak Édouard için varoluş sürecine dönüşür. Karşılaştığı insanlara konuyu o geceye getirmeye çalışması, anlattığı olayla ötekinin gözünde kendini var etme çabasındandır. Polise o geceyle ilgili ifade verdiğinde “Karşımdaki memur konuşmamı izliyordu. Beni dinlemiyordu, konuşmamı seyrediyordu” (s. 47) der.
23 Aralık gecesi evine aldığı Reda ile o gece beraber olurlar. Bir süre sonra telefonunun çalındığını fark eder. Akabinde gelişen olaylardaki şiddet ve tecavüz kısmı romanın çekirdeğidir. Édouard onu doğrudan hırsızlıkla suçlamayıp telefonunu geri almaya çabalasa da Reda bu meseleyi haksız olduğu halde ailesine hakaret olarak yorumlayıp bir onur meselesi haline getirir. Bu şekilde onu önce boğarak öldürmeye çalışır, sonra da zorla bedenine sahip olur.
Atkıyı aldı, ona baktı, panik vardı bakışlarında, perişan görünüyordu. (…) Bana, “Arkanı dön” dedi ama bunu o kadar tereddüt ederek söyledi ki, yapmadım dediğini, (…) Ama tekrarladı: “Arkanı dön.” Boğazımı sıkmak için arkamı dönmemi istiyor, beni öldürürken yüzümü görmek istemiyor diye düşündüm. Tekrarladı: “Arkanı dön.” Başımla reddediyordum, istemiyordum. (…) Direniyordum, amacına ulaşmıyor, sesini giderek yükselterek sürekli tekrarlıyordu (…) Ben kendi kendime, o kendi kendine konuşuyordu, hiç yorulmayacak gibiydi, ara vermeden on yıllar, yüz yıllar boyunca bağırmaya, hakaret etmeye, şiddet üretmeye, o şiddeti akıtmaya, yaymaya devam edebilecekmiş gibiydi.
(…)
Kıpırdamadan durdum. Nefesimi yastığa veriyordum, oksijende şeftali tadı vardı. Kasıkları tok bir sesle bedenime çarpıyordu. Şeftalinin tadına odaklanıyordum. Gerçek şeftalinin tadı böyle olmaz diye geçiriyordum içimden, bu koku o tadı vermez. (…) Korktuğum şeyin başıma gelmemesi için onu idare etmek zorundaydım. Boyun eğmememi istiyordu, asıl istediği şey buydu. Üzerimdeydi ama etrafımdaki her şeyde vücuda bürünüyordu, konu bu olunca hep yazılan, söylenen bir şey, biliyorum ama her şey Reda’nın uzantısına dönüşüyordu, yastığım Reda’ydı, karanlık, bütün o karanlık Reda’ydı, çarşaflar Reda’ydı. (s. 124-125)
Buralarda hep emir vererek, hakaretler sıralayarak hem söylemsel hem fiziksel şiddetini sürdürür Reda. Bu kısımlardaki şiddet, tahakküm altına almak isteyen eril şiddettir. O esnadaki bağırmanın, hakaretin yüzyıllar boyu sürecek olması hissi, sadece o gece Reda ile Édouard arasında meydana gelen şiddete ve tecavüze değil, çok daha kökleşmiş olan erkeğin kadına ya da buradaki örnekte olduğu gibi kendinden daha güçsüz gördüğüne uyguladığı, ötekini bastırmaya yönelik şiddete işaret eder. Kurbanına boyun eğdirmek istemesiyle kendi varoluşunu öteki üzerinde gerçekleştirir. Öldürmek ya da zorla bedenine sahip olmak bu durumun iki farklı biçimi. Şiddetin etkisi, Reda’nın etkisinin odaya yayılmasıyla, odadaki eşyaların Reda’nın bir parçasına dönüşmesiyle belirgin hale gelir. Böylece şiddetin egemenlik mücadelesine dair olduğu anlaşılabilir. Édouard için direnerek, yani şiddete karşı bir şiddet göstererek, Reda için de karşısındakini bastırarak kendini gerçekleştirmesinden bahsedilebilir. Benzer şekilde şiddetin söylem biçimine örnek olarak, Reda’nın küfürler savurarak da bastırmaya çalışması verilebilir. Şiddet bağırarak, küfürler ederek söylemde devam eder ve bu da etkisiz kılmaya yöneliktir.
Diğer taraftan, Reda’nın Arap olması konuyu farklı açılardan düşünmemizi sağlar. Nasıl o gece yaşanan şiddetin sanki yüzyıllar boyu etkisi sürecekmiş gibi hissedilmesi, meselenin kökleşmiş olduğunu ima ediyorsa, Édouard’ın polise ifade verdiğinde onların Araplara karşı ırkçı tutumları daha genelde Fransa’nın sömürge geçmişini de ima eder. Ülkenin tarihi de ötekini etkisiz kılmaya yönelik şiddeti içerir. Édouard bastırılan tarafta olmasıyla az gelişmiş ülkelere benzer. Bir ülkenin geçmişinden yatak odasına, oradan kişiler arasındaki söyleme varana kadar şiddetin yayılma alanı göz önüne serilir. Sonuç olarak her yerde hemen hemen aynı mekanizme işler aslında: kontrol mekanizması. En yakın arkadaşları Geoffroy ve Didier hakkındaki şu pasaj ilginçtir:
Didier ile Geoffroy konuşmaya devam ediyordu, sarf edilen cümleleri anlamıyordum, öfkeme teslim olmuştum, artık görmüyordum bile onları, ikaz üstüne ikazda bulunmaktan başka vasıfları olmayan silüetlerini algılıyordum yalnızca, Didier ve Geoffroy olmaktan çıkmışlardı, hayatımı kim bilir kaç defa kurtarmış olan o iki insan değillerdi artık, artık değillerdi, Reda’ya benziyorlar diye düşünüyordum, onlar Reda. Eğer Reda yaşamak istemediğim ama yaşamak zorunda kaldığım ânın adıysa, eğer Reda yoksunluğun, sessizliğin, kendi yokluğunun adıysa, yapmak istemeyip de yapmak, yaşamak istemeyip de yaşamak, olmak istemeyip de olmak zorunda kaldığım ânın adıysa o zaman boşuna uğraşma, boşuna uğraşma çünkü fark göremeyeceksin, başkasını göremeyeceksin, onlar Reda’yı sürdürüyorlar, onlar Reda. (…) Nasıl Reda seni bir saat boyunca seçim yapabilmekten, hareketlerini seçmekten mahrum bıraktıysa, bedeninin seçim yapabilmesine engel olduysa, onlar da şimdi aynısını yapıyor ve sen yine Reda’ya yalvardığın gibi onlara yalvarıyorsun dursunlar diye ama durmuyorlar. (s. 150)
Bu kısımda açıkça Reda ile en yakın arkadaşları arasında bir fark görmez. Nasıl elinde olmadan yaşadığı an sonraki yaşantısını değiştirmişse, değişim kendi seçimi dışında olmuşsa onlar da seçme, hata yapma payı bırakmaz kendisine. Daha önce aktardığım alıntıda olduğu gibi, hayatı kendi dışında inşa edilirken bunu seyreder. Kendi hayatı kendisinin dışındadır. Reda’nın bedenine tecavüz etmesi gibi onlar da ikazlarla hayattaki seçim yapma şansına müdahale eder, kendi hayatlarını aşarak onun hayatına müdahil olurlar. Bu bakımdan en yakın olduğu insanlara dahi yabancı hisseder kendisini. Yine en yakın olduğu arkadaşları arasında da kontrol mekanizması işler. Édouard, tıpkı o gece direndiği gibi en yakınlarına karşı da direnmek zorundadır.

İnsanın özgürlüğü meselesi romanın her yerine nüfuz eder. İstemeden yaşadığı o an gibi kişiliğinde de olmayı istemediği özellikler gelişmeye başlar. Mutlu insan görmeye tahammül edemez. Sokakta, markette mutlu yüzleri gördüğünde maruz kaldığı şiddet derecesinde yüzlerini dağıtmak istediğinden bahseder. (s. 24) Bu şekilde aslında şiddetin insanlar arasında nasıl yayıldığını görebiliriz. İnsan doğası gereği çevresine uyum sağlar. Değişimin teker teker insanları değiştirerek değil, insanların çevresine uyum sağlamasıyla olduğunu söyler. Yani şiddetin ortaya çıktığı durumlarda insanların buna uyum sağlaması meseleyi “Beni öldürecek mi değil, Beni nasıl öldürecek” (s. 19) olarak görür. İnsan bu uyuma direnemediği için de maruz kaldığı şiddeti, nefreti, ayrımcılığı ötekine yansıtır. Kendi seçimiyle hareket etmez. Dolayısıyla Édouard için de insanlardan nefret etmesi kendi seçimi değildir. “Bir şey daha vardı. Irkçı olmuştum. Irkçılık, yani kendimi bildim bileli kişiliğime en ama en aykırı şey, olduğum şeyin tam aksi, her zerremde gezinmeye başlamıştı.” (s. 172) Kişiliğinin dışında bir özellik olmasına rağmen yaşadığı ânın onda bıraktığı etkiyle ırkçı birisine dönüşür. Bu durumda insan kendi kişiliğini nasıl oluşturabilir sorusu üzerinde durulur. Daha doğrusu kendi dışında gelişen olaylardan bağımsız, yanlış olduğunu bile bile istemediği kişilik özelliğinden kaçınmanın mümkün olup olamayacağı tartışma haline gelir. Bu romanda çok mümkün görünmez. Sartre varoluşu başkalarıyla etkileşimin olmasıyla açıklasa da, bu romanda özgürlüğün önünde engel olması sebebiyle varoluşu sekteye uğratır.
“Artık çok geç, sen hastasın, onlar yüzünden hasta oldun diye düşünüyordum.” (s. 133) Bu durumda Édouard için iyileşmek mümkün müdür? “İnsan dünyayı değiştirmek ve onun içinde yeni bir şey başlatmakta özgürdür. İyileşmem böyle başladı. İyileşmem gerçeği inkâr edebilme ihtimaliyle başladı.” (s. 167) Burada kastedilen tam tersidir. İnkâr edilen gerçek ise insanın doğası gereği çevresine uyum sağladığı ve uyum sağladığı şeyleri seçme özgürlüğünün olmadığıdır. İyileşmeyi gerçeği inkâr etmekte görse de acının travmatik, hastalığın kronik hale gelmesinden dolayı hesaplaşılan gerçeğin gün yüzüne çıkması ufak şeylere bağlıdır. Sonunda kendisi de istemeye istemeye hastalığın taşıyıcısı olur. “Şu herifin karşısında bile iki dakika afili afili konuşmadan edememiş ya, illa bir lügat parçalayacak” (s. 104) Roman Jakobson edebi dili gündelik konuşma diline uygulanan organize bir şiddet olarak tanımlar. Édouard’ın da özellikle iç monologlarına ait kısımların şiirselliği, onun kitap “parçalamış” entelektüel, şiirsel üslubu da ablasının aktardığı üzere gündelik dilden farklıdır. Ablasının aktardığı kısımlar gündelik konuşma üslubuna yakındır. Bu bakımdan şiddetin üslupta kendisini görünür kılmasından bahsedilebilir. Ayrıca olayların travmatik boyutta olması da söz konusu üslup üretiminde etkili olabilir.
Édouard tıpkı ötekinin neden olduğu travmanın fiziksel izlerini sürdüğü, hatta izlerini ortadan kaldırmaya çalıştığı gibi, iç dünyasında kalan izleri de ortadan kaldırmaya çalışırken her an yaşanan o ânın acısıyla yüzleşir ve ortaya bu roman çıkar. Roman Doğmayacak Çocuk İçin Dua romanından alıntılanan bir pasajla kapanır. Şöyle geçer:
Memnun olmak için yazmadığım, tam tersine yazı yazarak acı çekmek istediğim çıkmıştı ortaya, olabilecek en büyük, neredeyse dayanılamayacak denli şiddetli bir acı çekmek için, evet, herhalde nedeni budur, çünkü acı gerçektir, ancak gerçek nedir sorusunun yanıtı, diye yazmışım, çok yalındır: Gerçek, beni yiyip bitiren şeydir. (s. 183)
Sonuç olarak Édouard da travmanın izini sürerek romanı meydana getiren gerçeği yani insanın var olan düzeni değiştirme ve bu düzende özgürce kendisine benzeyen hayatı inşa etme gücünden yoksun oluşunun acı gerçeğini yazıyor; evrensel, insanın olduğu her yerde hüküm süren, başı sonu belirsiz, kemikleşmiş acı gerçeği: Şiddetin Tarihi’ni.
Önceki Yazı

Bir faşizm sınavı
“California’da bir lisede, 1969'da tarih dersinde yaşanan gerçek bir olaydan yola çıkarak yazdığı ve 'bir kötülük deneyi' olarak ifade ettiği Dalga adlı kitabında bizi faşizm tehlikesine karşı uyandırır Todd Strasser.”
Sonraki Yazı

Candan Türkkan ile söyleşi:
“Mesele İstanbul’u doyurmak değil, asgari hizmet sunarak azami itaat elde etmek…”
“Gıda her zaman politiktir. Gıdanın politik olmadığını, olmayabileceğini zannetmek yönetenin iktidarını mükemmel tahsis ettiğinin en güzel göstergesidir. Tahakküm, gıdanın politik olmayabileceğini –olmak zorunda olmadığını– ummaktır. Zira gıdayı politikanın dışına itmek, yönetilenin kendi yaşamsal döngüleri üzerinde kendi karar verme yetkisini talep etmekten –yani öz egemenliğinden– vazgeçmesi ve yönetenin tahakkümünü koşulsuz kabul etmesidir.”