Nazi kampı tanıkları
“Primo Levi, 1987’de 68 yaşında evinin merdiven boşluğuna kendini bırakarak intihar etti; Améry ise 1978 yılında aşırı dozda uyku ilacıyla.... Onlar Nazi kamplarının zulmünden kurtulan iki aydındı. Asli görevlerinin 'tanıklık' olduğunu düşünen bu iki aydın, değişmesini umdukları, faşizmin, soykırımın son bulmasını düşledikleri bir dünyanın tam orta yerinde yaşamlarına son verdiler. Verdikleri mücadele saygıdeğerdi.”

Auschwitz'deki sayım. 1944'te mahkum Mieczyslaw Koscielniak tarafından gizlice yapılan bir çalışma.
Primo Levi, tecrit imparatorluğu olduğunu ifade ettiği kırk kadar kamptan oluşan, yaklaşık yirmi bin kişiyi barındıran, deyim yerindeyse kompleksin idari başkenti Auschwitz’e pek de yakın olmayan Monowitz kampında kaldığı Aralık 1943 yılı ile Ocak 1945 yılları arasında yaşadıklarını kurtulduktan sonraki birkaç ay içinde kaleme alır. Anılar onun içini o kadar çok yakıyordu ki, başka türlüsünü yapması düşünülemezdi. Bunlar da mı İnsan? adlı kitabı, büyük birkaç yayıncı tarafından geri çevrilditen sonra 1947 yılında Franco Antonicelli’nin yönettiği küçük bir yayınevinde 2.500 adet basılır ama yeterince ilgi çekmez, handiyse unutulur. Ancak 1958 yılında Einaudi Yayınevi’nde yayımlanınca bütün dikkati üzerine çeker. Peşi sıra farklı dillere çevrilir, radyo ve tiyatroya uyarlanmaya başlar.
Primo Levi kitabı yazma gerekçesi olarak tanıklık kavramının altını çizmektedir. Yargıçlık yerine tanıklığı yeğlediğini söyler. Dünyanın bu olayı unutmasını istemez, çünkü kendi de unutamamaktadır. Deneyimlerinin anlamdan yoksun olmadığını ve kampların bir kaza, tarihin beklenmedik bir olayı olmadığını anlamıştır ve buna tanıklık etmelidir. Giorgio Agamben’e göre kampta bir tutsağı hayatta kalmaya itebilecek nedenlerden biri tanık olma düşüncesidir. Kampta her şeye rağmen hayatta kalmayı başarmanın altında yatan nedenler farklılaşsa da, Primo Levi tanıklığı konusunda ısrarcıdır. Tanıklıklarını bıkmadan usanmadan anlattığı için kendini ihtiyar denizciye benzetmektedir:
“İhtiyar denizci düğünden başka bir şey düşünmeyen ve kendisine ilgi göstermeyen düğün davetlilerine yaklaşıp bir şeyler söyler ve onları kendi hikâyesini dinlemeye zorlar. Toplama kampından döndüğümde ben de aynı bunu yaptım işte. Kendi hikâyemi herhangi birine, herkese anlatmak için karşı konulamaz bir istek duyuyordum! Her durum kendi hikâyemi aslında herkese anlatmak için bir vesileydi: Başka işleri olsa bile fabrika müdürüne de, işçisine de anlatmak. İhtiyar denizcinin durumuna düşmüştüm. Daha sonra geceleri daktilomun başında yazmaya başladım. Her gece yazıyordum ve bu daha da çılgınca addedildi.”

Agamben’e göre Levi tanıklık edebilmek için yazar olur. Bir anlamda, hiçbir zaman yazar olmamıştır. Kimyager olduğunun, yazar olmadığının altını çizecektir röportajlarında. Yayıncısının söylediğine göre Levi hayatta kaldığı için suçluluk duyuyordu, tanıklığından ise asla pişman değildi. Agamben’in belirttiği gibi, Latincede iki anlamı olan tanıklığın ilki testis, etimolojik olarak, iki hasmın karşı karşıya geldiği mahkemede üçüncü taraf konumundaki kişiyi (terstis); ikincisi superstes ise bir şeyi yaşamış, olayı başından sonuna bizatihi yaşadığı için tanıklık edebilecek kişiyi belirtir. Bu nedenle Primo Levi tam olarak hayatta kalmış kişidir, yani superstite’dir. Yine Agamben, olguların duruşmaya intikali durumunda Levi’nin tanıklığının hiçbir katkısı olmayacağını belirtir. Çünkü Levi tarafsız değildir. Oysa Primo Levi bunun aksini söyleyecektir. “Kitabı yazarken, bilerek kurbanın yakınan dilini değil, tanığın sakin ve ağırbaşlı dilini kullandım. Sözümün, ne kadar nesnel görünür ve ne kadar az hırs bürünmüş olursa o kadar inanılır, o kadar yararlı olacağını düşünüyordum; tanık ancak bu yolla yargı ile ilgili görevini yerine getirmiş olur, onun görevi yargıca zemin hazırlamaktır. Yargıç sizsiniz.” Yargıçlık mahkemelere sıkıştırılamayacak kadar kutsaldır ona göre.

Auschwitz Toplama Kampı krematoryumu.
Kitabın yankısı ile kendisine defalarca sorulan önemli bir soru daha vardı. Neden yalnızca Nazi kampları üzerine yazdığı konusu. Bu konuda da onun tavrı nettir. Yine tanıklık... Rus kamplarında bulunmamıştır, konuyla ilgilenen herkesin bildiği şeyleri tekrarlamak dışında söyleyebileceği bir şeyi yoktur. Yine de bu konuda her insanın ödevi olduğu ve bu ödev gereği bir yargı oluşturmak ve görüş belirtmek ihtiyacını da dile getirmekten çekinmez.
Primo Levi’ye göre benzerlikleri yanında Sovyet ve Nazi kampları arasında dört temel fark vardır. Bunlardan ilki amaç farklılığıdır. Ona göre Nazi kampları insanlığın kanlı tarihinde benzersiz bir şeyi göstermektedir. Belli halkları, kültürleri yok etmek. Bu amaç modern ve canavarsı bir amaçtır. Çünkü eski devletler siyasal hasımları yok etmek ve sindirmek isterken bu amaç her yönüyle farklıydı. Özellikle 1941 yılından itibaren devasa ölüm makineleriydi kamplar. Gaz odaları, ölü yakma fırınları milyonlarca insanın yaşamını ve bedenini yok etmek üzere tasarımlanmıştı. Oysa Rus kamplarında Stalinciliğin en koyu yıllarında bile tutukluların ölümü açıkça istenen bir şey değildi. Ölümler çok sık gerçekleşiyor ve acımasız bir kayıtsızlıkla karşılanıyor olsa bile özünde istenen bir şey değildi. Bu kampların ona göre sosyalizmle bir ilgisi yoktur. Sovyet sosyalizminin üzerinde çirkin bir lekedir. Kampları Çar mutlakiyetçiliğinin barbarca bir mirası olarak değerlendirmek gerekir. Levi’ye göre Dostoyevski’nin 1862’de yazdığı Ölüler Evinden Notlar’ını okuyanlar Soljenistin’in yüz yıl sonra betimlediği hapishane koşullarının aynısını göreceklerdir. Kampsız bir sosyalizm ortaya koymak mümkünken, kampsız bir Nazizm düşünülemez. İkinci fark ise Alman kamplarına genelde çıkılmamak üzerine girildiği ve neredeyse ölüm dışında bir son öngörülmediği yönündedir. Bunun aksine, Sovyet kamplarında her zaman bir son vardı. Stalin döneminde suçlular çok uzun bir mahkûmiyet alsa da, yine de bir özgürlük umudu taşıyorlardı. Üçüncü olarak Sovyetler Birliği’nde gardiyanlarla tutuklular arasındaki ilişkiler az da olsa daha insanidir. Hepsi aynı halktandır ve aynı dili konuşmaktadırlar. Nazizm’deki gibi “üstinsanlar” ya da “altinsanlar” değillerdir. Hastaların iyileşme şansı vardır. Ağır işler karşısında bireysel ya da toplumsal protesto düşünülebilir. Evden mektup ya da yiyecek almak mümkündür. Kısaca insan kişiliği kesin olarak yadsınmamakta ve tümüyle yitirilmemektedir. Bunun aksi Nazi kamplarında Yahudiler ve Çingeneler için eksiksiz olarak uygulanmıştır. Kıyımlardan çocuklar bile kurtulamamıştır. İşte bu, insanlık tarihinin en benzersiz vahşiliğidir. Son farklılık ise ölüm oranlarıdır. Sovyetler Birliği’nin en sert döneminde bile ölümler yüzde otuz civarındaydı. Oysa Alman kampları ölüm saçıyordu ve oran yüzde doksanla doksan sekiz arasında değişiyordu.
Kitabının bir öykü kitabı olmadığını, gerçeklerden bir an bile taviz vermediğini özellikle belirtir Levi. Hatta kamp sonrasında öğrendiklerini de kesinlikle kitabın dışında bırakır. Belirttiği çerçevenin dışına çıkmaz. Kitabına yazdığı önsözde, zaten bilinen gerçeklere yeni bir şey katmadığını, yeni suçlamalar eklemediğini belirtir, aksine insan ruhunun kimi yönlerine ilişkin gerçekleştirilecek sağduyulu bir çalışma için kitabın belge niteliği taşıyacağından emindir.Beri yandan kurgusal hatalarının farkındadır. Bunun için okuyucusundan af diler. Niyet ve tasarının kampın son günlerinde filizlendiğini, mantıksal bir zaman dizimi yerine aciliyet sırasına göre yazdığını ifade eder. Özsözün son cümlesi olarak şunu ekler. “Kitapta anlatılan hiçbir olayın kurmaca olmadığını belirtmeyi gereksiz buluyorum.”

Bunlar da mı İnsan?
çev. Zeyyat Selimoğlu
Can Yayınları
2023, 7. baskı
248 s.
Bunlar da mı İnsan? on yedi alt başlıktan oluşan bir roman. Olay sırası Levi’nin belirttiği üzere aciliyete göre konumlandırılmış durumda. Kitap “Yolculuk” başlığıyla 13 Aralık 1943’te Levi’nin faşist milis güçleri tarafından tutuklanmasını anlatmasıyla başlıyor. Meçhule giden bir trenin içinde susuzluk ve havasızlığın eşlik ettiği bir yolculuk betimleniyor. Levi bu trenleri daha önce duymuştur, ancak şimdi içinde olduğu gerçeği karşısında şaşkındır ve olanlara hâlâ inanamamaktadır. Yaşadıklarını şöyle dile getirir. “Dışarıdan sürgülenerek kilitlenen marşandiz vagonları, içlerinde adamlar, kadınlar, çocuklar, “harcıâlem” mallar gibi acınmaksızın üst üste yığılmış, hiçe doğru uzanan yolculuk, derinlere doğru iniş. Bu kez biziz içeridekiler.” Yolculuk sonunda barbarca havlayan Almanlar onları karşılamaktadır. İşe yarar erkekler on dakika içinde ayıklanır. Öteki erkeklere, kadınlara, yaşlılara, çocuklara ne olduğunu, başlarına ne geldiğini bilemiyordur, çünkü karanlık onları yutmuştur.
“Derinde” adlı bölümde Levi aşağılanma duygusunu çok yoğun hissediyor. Dört gündür hiçbir şey içmemiş olan yazar odadaki musluğun üzerine bırakılan, suyun pis olduğunu yazan etiketin onları aşağılamak için konduğu kanısında. Sudan içiyor ve sonra tükürüyor. Suyun tatlımsı bir tadı var ve çamur kokuyor. Çıplak onlarca erkek ve ardından gelen utanç. Yaşadığı sürece çıplak, yaşlı bir adam görmediğini söylüyor. Levinas’a göre çıplaklık, varlığımızın apaçıklığı, onun nihai mahremiyeti olduğunda utandırıcıdır. Ve bedenimizin çıplaklığı, ruha karşıt bir şey olarak maddi bir şeyin çıplaklığı değildir; aksine bütünlüğü ve katılığı içinde, en acımasız dışavurumu içinde bütün varlığımızın çıplaklığıdır ki, bunun ayırdına da varamayız. SS ile çevirmenle iletişim kurabiliyorlar. Çevirmenin ağzından dökülen kendi cümleleri olmadığı için tükürüyormuş gibi geliyor ona. Dilin yurtsuzluğunu derinden duyumsuyor. Sayımlar bitiyor, her biri sayılara indirgeniyor. İşleri bitince herkes bir köşede. Kendilerini seyredebilecekleri bir ayna yok. Ama benzerlerinin karşısında olduğunu söylüyor. Artık hayalet olduklarını düşünüyor. Bu utanç duygusunu anlatacak bir sözcüğe sahip olmadığını, dibe, derine ulaştığını belirtiyor. Kampta Levi’nin en çok hissettiği duyguların başında gördüğünüz gibi utanç geliyor. Bu duyguyu ortaya çıkaran genellikle aşağılanma. Ancak Levi kamptan kurtulduktan sonra da bu duyguyla başa çıkamayacaktır. Çünkü diğerleri ölmüş, o kurtulmuştur. Suçluluk duygusuyla birlikte ortaya çıkan bu durumla ilgili şunları söyleyecektir. “Hayatta kalanlar, kurtulanlar, asıl tanıklar bizler değiliz. Dibe vuranlar, boğulanlar yaşadıklarını anlatmak üzere geri dönmediler. Biz onlar adına vekâleten konuşuyoruz.” Çünkü kurtulanlar şans eseri veya kişisel becerileriyle veya yalan söyleyerek,en kötüsü işbirliği yaparak hayatta kalabildiler. Boğulup gidenler ise çoğunluk olanlardı ve bu şekilde hayatta kalmayı beceremeyenlerdi. Levi kurtulduğuna işte tam da bu nedenle sevinmez. Aksine, onulmaz bir suçluluk ve utanç duygusu içindedir. Tarih ona çok önemli bir görev vermiştir. Milyonların dili olacaktır. Bir SS milisinin şu sözlerini duyar gibidir. Boğulup gidenleri bu yüzden anlatması gerekir.
“Bu savaş nasıl sona ererse ersin size karşı savaşı biz kazandık; tanıklık etmek için bir tekiniz bile hayatta kalmayacak ama biriniz kaçmayı başarsa bile dünya onun anlattıklarına inanmayacak. Belki kuşkular, tartışmalar, tarihçilerin araştırmaları olacak ama kesin bilgiler bulunmayacak; çünkü sizinle birlikte kanıtları da yok edeceğiz. Geriye birkaç kanıt kalsa, içinizden birileri yaşamını sürdürse bile, insanlar anlattığınız olayların inanılmayacak kadar vahşice olduğunu söyleyecekler: Bunların müttefik propagandasının abartmaları olduğunu belirtip, size değil, her şeyi yadsıyacak olan bize inanacaklar. Lager’lerin tarihini yazdıracak olanlar bizleriz.”
Agamben’e göre suçluluk duygusu kamplara ilişkin literatürün klasik bir örneğidir (Locus classicus’udur). Bettelheim’a göre ise insanın gözleri önünde sayısız insan feci şekilde yok edilirken son derece şanslı olan kişi suçluluk duymadan toplama kampından kurtulamaz.Yalnızca suçluluk hissedebilmemiz bizi insan yapar, özellikle de tarafsız bakıldığında kişi suçsuz değilse. Wiesel de konuyu şöyle formülleştirir. “Yaşıyorum, öyleyse suçluyum. Buradayım, çünkü benim yerime bir arkadaşım, bir tanıdığım, meçhul bir kişi öldü.” Aynı şekilde Ligens de benzer bir şey ifade eder. “Biz geri dönenler, cellatlarımızın pek de hissetmediği duygularla, bir suçluluk duygusuyla birlikte çıkıp gelmedik mi?”

Boğulanlar Kurtulanlar
çev. Kemal Atakay
Can yayınları
2023, 5. baskı
216 s.
Primo Levi, Boğulanlar, Kurtulanlar kitabında kendine şunu sormaktadır: “Bir başkasının yerine yaşadığın için mi utanıyorsun? Özellikle daha yüce gönüllü, daha duyarlı, daha yararlı, daha akıllı, yaşamaya senden daha fazla layık biri yerine?” Agamben’e göre Levi bu soruya net bir cevap veremez. Söyledikleri belirsizdir. Genellemeler yaparak aslında onları o hale getiren sen değilsin, der. Yine de suçlamanın aynı şekilde genellenmesi bir şekilde keskinliğini köreltir, yarayı daha az acılı hale getirir. “Benim yerime kimse ölmedi, hiç kimse.”Sonra “Kişi hiçbir zaman bir başkasının yerini almamıştır” diye devam eder. Hayatta kalanın basit yaşamını yüceltmesi utancın diğer yüzüdür. Bu hayat ilave, ek bir hayattır. Uğruna çok bedel ödenmiş bir hayat.
Bunlar da mı insan? kitabına hâkim duygularından biri de kuşkusuz umutsuzluk. Ancak bu duyguyu en yoğun hissettiği bölüm “KB” bölümü olacaktır. Kızıl hastalığına yakalanmıştır ve tedavi için buradadır. Levi’ye göre göreceli bir barış paranteziydi KB. Burada kişiliğin kırılabilir bir şey olduğu ve bunun yaşamdan daha büyük bir tehlike arz ettiği bilincine ulaşacaktır.Kampta çalışırken acı çekiyor, ancak düşünemiyordur. Vakit yoktur, yuvalar sadece bir anı olarak geçmişte kalmıştır. Tek gerçek şimdidir. Geçmiş şimdinin içinde acıyla solmaktadır. Yasak olmasına rağmen yatağından kalkabiliyor ve diğerleriyle konuşabiliyor. Sıla özlemiyle doluyken nereye gittikleri konusunda tedirginler. Mühürlü vagonlar içinde geldiklerini, burada eşleri ve çocuklarının bir hiçliğe nasıl gittiğini görmüşlerdir. Geri dönemeyeceklerinin farkındadırlar. Diğer yandan Levi ilk kez nefes alabilmiş, her şeyi sorgulamaya başlamıştır. Çalışma sırasında açlık, yorgunluk, soğuk deyim yerindeyse onu uyuşturuyor, hayatta kalmak dışında neredeyse zihni başka hiçbir şeyle meşgul olmuyordu. Yine de aşağılanma ve utanç duygusu buradadır. KB girişi soyulan mahkûmlar çıplak olarak bekletilecektir. Levi bu ânı utançla hatırlayacaktır. Özellikle bakıcının onun zayıf, çelimsiz, hastalıklı haline bakarak bozuk bir Almanca ile yaptığı açıklama onu utanca boğacaktır. “Yahudi, sen kaput. Sen çabuk krematoryum, tamam.”
“Yerleşme” bölümünde Levi öncelikle dilsizliğin verdiği bir göçebelik, yabancılık halinden bahseder. Kampta yaklaşık yirmi civarı dil vardır ve Levi, İtalyan bir Yahudi olarak Almancadan anlamamaktadır. Bütün çevresinin Babil Kulesi’nden farksız olduğunu söyler. Daha önce hiç duymadığı emirler ve tehditler karşısında yeni gelenlerin içgüdüsel olarak bir köşeye, bir duvara sığındığını, bunu güvence için yaptığını belirtecektir. Hayvanlaşmayı kabul etmemek için kişisel bakıma dikkat etmek gerektiğini anlayacaktır. Günlük duş almak, –sabunsuz yıkanılıyor, ceket ile kurulanıyor olsa bile– ayakkabılarını boyamak... Bunu emirler öyle buyuruyor diye değil, hayatta kalmak, ölmeyi kabullenmemek için yapmak zorunda olduğunun bilincinde Levi.

Auschwitz Toplama Kampı’nda öldürülen Yahudilerin giysileri.
Utanç anlarından biri içinde neredeyse taneleri olmayan çorbaların olmadığı çorbaları içtikten sonra her üç bir saatte bu sıvıyı boşaltmak olacaktır. Bu işlem yatakhanelere bırakılan kovalara yapılmak suretiyle gerçekleştirilecektir. Kovanın dolduğu âna denk gelen mahkûm kovayı boşaltmak zorundadır. Bu, kampta yapılacak en utanç verici görevdir. Bu görevden kaytarmak için türlü numara çevirenler olsa da biri o kovayı alacak ve üzerine dökülme pahasına dışarıya götürüp boşaltacaktır. Bu işlem her gece yaklaşık yirmi kez tekrarlanacaktır.
Utanç anlarından biri de kimyager olan Levi’nin laboratuvara seçilmesi ve orada yaşadıkları. Örneğin üzerine sinen kampa özgü koku. Üç genç Alman kızıyla birlikte çalışmaktadır. Kendi kokusuna alışmış olsa da kızlar bu konudaki rahatsızlığını her fırsatta göstermekten çekinmiyorlar. Kampın yatakhanelerine, banyolarına, mutfaklarına, helalarına sinmiş baygın, ekşimsi Haftling kokusu. Kızlar Levi’ye farklı bir dünyadan gelmiş yaratıklar gibi geliyor. Kızların bir süre sonra umursamaz davranışları, sıradan bir dünya düzeni içerisinde yer alan alışkanlıkları Levi’nin gözünden kaçmıyor. Tırnaklarını törpüledikleri, sigara içtikleri, marmelatlı ekmeklerini yedikleri dünyalarının hemen yanı başında binlerce insan katlediliyor.
Primo Levi bir röportajında yaşadığı tüm bu aşağılanma sonrasında şunları dile getirecektir:“
Yeni olmayan bazı çehreler, bazı eski yalanlar, saygınlık arayışı içindeki bazı kişiler, bazı bağışlayıcılıklar, bazı suç ortaklıkları karşısında, nefrete kapılma dürtüsünü –üstelik belli bir şiddetle– duyduğumu itiraf etmeliyim. Ama ben faşist değilim, ben ilerlemenin üstün araçları olarak akla ve tartışmaya inanıyorum, bu yüzden de nefretin karşısına adaleti koyuyorum.”

Suç ve Kefaretin Ötesinde
Alt Edilmişliğin Üstesinden Gelme Denemeleri
çev. Cemal Ener
2022, 3. basım
152 s.
Jean Améry’nin tanıklığı Primo Levi’den oldukça farklı olacaktır. Suç ve Kefaretin Ötesinde adlı kitabının “Hınç” bölümünde hissettiklerini inceltmeden, ancak kendisini okuyanların anlayabileceği bir tonda kullandığı özel dille, çekinmeden ortaya koyacaktır. “Ben kurban olarak konuşuyorum ve kendi hınç duygularımı sorguluyorum.” Bunun okur ve kendi için kolay olmadığını bilerek nezaketsizliği için özür dileyecektir. Almanların kendileri adına adaleti sağladığını, üstelik kendilerinin yapacağından daha akıllı ve daha ısrarlı bir biçimde olduğunu ironik olarak belirtmeden çekinmez. Jean Améry’yi ilgilendiren kurbanın öznel durumunu tasvir etmek ve hınç duygularını iç gözleme dayanarak analiz etmek. Burada ahlakçılara ve psikologlara karşı bir savunma durumunda bulur kendini çünkü. Ona göre ahlakçılar bu durumu bir kusur, psikologlar ise bu durumu hastalık olarak görmektedirler. Bu durumu kendi üzerinden meşrulaştırmak niyetindedir. Hıncının tarihsel ve kişisel olarak bir varoluşsal tarafı olduğunu belirtir. Bergen-Belsen’de kalan Améry, dönüşünden sonra birçokları için direniş savaşçısı, Yahudi, halkların nefret ettiği bir rejimin mağduruydu. Ancak Alman askerlerin üst üste yığılmış cesetlere bakarken yüzlerinde tiksinti dışında bir ifade bulamadığı yüzlerini hiçbir zaman unutamayacaktır. Kolektif suç ve kolektif ceza bir teraziye konmalı ve dünya ahlakının dengesi sağlanmalıydı ona göre. Almanlar kendilerini sadece Leningrad ve Stalingrad önündeki kışa, şehirlerinin bombalanmasına, Nürnberg Mahkemesi’nin hükümlerine değil, aynı zamanda ülkelerinin parçalanmasına da katlanmak zorunda kaldıkları için kesinlikle mağdur bir halk olarak görüyorlardı. İşte Almanların sanayilerini hızla geliştirme üzerine bu soğukkanlı meşguliyetleri Améry’nin içindeki hınç duygusunun büyümesine neden olmuştur. Améry, Almanya’nın Hitler ile geçirdiği on yılı unutturmamak için elinden geleni yapacaktır. Bu durum bazı çevreleri rahatsız etse de hıncından vazgeçmeyecektir. Améry hıncını, Nietzsche’nin hınç duygusu gerçek tepkiden, eylemin tepkisinden aciz, kendilerini hayalî bir intikamla avutan varlıkların duygusudur, diyerek lanetleyen ahlakçılıktan ve onu hastalık olarak gören psikolojiden –“Toplama Kampı Sendromu” hem fiziksel hem de ruhsal olarak hasar görmüş bireylerin kişiliğinin bir parçası olan karakterleri deforme olmuş, asabi bir hareketlilik, düşmanca içine çekilme belirtileri gösteren bireylere özgü rahatsızlık– koruması gerektiğini düşünür. Bunu yaparken kendine acımanın cazibesini kapılmayacağını, çünkü kampta acıma yerine aşağılanma gördüğünü belirtecektir.

Améry’ye göre hınç duygusu herkesi yıkılmış bir geçmişin çarmıhına germektedir. Geri döndürülemeyecek olanın tersine çevrilmesini, olanın olmamış kılınmasını talep eder. Hınç geleceğe çıkışın önünü kesmektedir. İşkencecileriyle suç ortağı olmak istemediğini, aksine onların kendilerini inkâr etme bilinciyle mağdurlarla işbirliği yapmaları gerektiğini düşünmektedir. Çünkü onlarla arasında ceset yığınları vardır: Bu içselleştirerek değil, güncelleştirerek, çözümlenmemiş çatışmaları tarihsel etkinlik alanına taşıyarak kaldırılabilir Améry hıncının intikam ve kefaretle ilgili olmadığının özellikle altını çizmektedir. Yaşadığı zulüm bir yalnızlık deneyimidir, kamp sonrası hâlâ sürmekte olan terk edilmişlik duygusundan kurtulmak istemektedir. Soykırımdan 20 yıl sonrasında hissettiği duygu şudur. “Unutmak ve bağışlamak ahlakdışıdır.” Bilhassa Alman işgali esnasında gizlenerek hayatta kalanlar ya da Alman fabrikalarında çalışarak ya da tutuklu veya kamplarda tutsak olanların Alman halkının ortasında yaşadıklarını, bu nedenle rejimin suçlarının aynı zamanda halkın da paylaştığı kolektif suç olduğunu düşünmektedir. Onlar etraflarında olan bitenleri biliyorlardı. Yakılan cesetlerden çıkan dumanı görüyor, kokusunu duyuyorlardı. Kimileri ayıklama rampalarında Yahudilerin sırtlarından alınan kıyafetleri giyiyorlardı. 1943 yılında seçim sandığının başına gidecek olsalar oylarını yine Hitler’e ve onun suç ortaklarına vereceklerinden emindir. Unutmamak gerekir ki, Nazi zulmüne Alman halkı kendi eliyle son vermedi. Bu nedenle kurbanlar ve kasaplar arasındaki çözümlenmemiş çatışmanın dışsallaştırılması ve güncelleştirilmesi zorunludur.
Primo Levi, 11 Nisan 1987’de altmış sekiz yaşında evinin merdiven boşluğuna kendini bırakarak intihar etti. Asıl adı Hans Mayer olmasına rağmen savaştan sonra Fransız kültürüyle olan birlikteliğini ve Alman kültüründen ayrışmasını sembolize etmek için adını Jean Améry olarak değiştiren Améry ise 1978 yılında aşırı dozda uyku ilacıyla intihar etti. Onlar Nazi kamplarının zulmünden kurtulan iki aydındı. Asli görevlerinin “tanıklık” olduğunu düşünen bu iki aydın, değişmesini umdukları, faşizmin, soykırımın son bulmasını düşledikleri bir dünyanın tam orta yerinde yaşamlarına son verdiler. Verdikleri mücadele saygıdeğerdi.
Önceki Yazı

El Conde: Şili’nin vampir kapitalizmi
“El Conde'nin, kapitalizmi ve onun işleyiş mekanizmasını, bu 'kan emici' ve emek sömürücü sistemi ideolojik ve politik olarak anlatmak üzere kullandığı metafor, vampirleşme ve vampirlik... Film, bunun somut örneği olarak Şili pratiğini (Pinochet faşizmini) gösteriyor ve kapitalist sistemin sıkıştığı koşullarda, vampitalizme başvurduğunu anlatıyor.”
Sonraki Yazı

Louise Glück’ün ardından:
Louise, nostos ve kapıları
“Bir Louise Glück şiirini çevirirken, onun sözcüklerle oynadığı oyunları kolayca ifade etmek ne mümkün! Islak çimlerdeki çiğdem yığınları da diyebiliriz, o ıslaklıktan yola çıkarak –suyun üzerindeymişçesine– sürüklenen çiğdemler de. En sonunda hayal eder, hisseder ve o çiğdemin süzüldüğünü görürsünüz. Glück’ün kullandığı birçok sözcük birkaç anlamlıdır ve o her birini kasteder.”