Küskün’ün Safa’sı
“İtiraf etmeliyim ki Ahmet Çiğdem'in Türk uç sağının en 'Batılı', çünkü en Batıcı ve en bulanık ama aynı zamanda en gergin zihinlerinden romancı ve denemeci/fıkracı Peyami Safa’yı bu kitabın kadrosu içine almasını hem beklemiyor hem de bekliyordum. Bu çatışık beklentinin sebeplerini açıklamaya çalışacağım. Ama daha en baştan şu söylenebilir: Matmazel Noraliya’nın Koltuğu yazarı 'kavruktu' ama 'Anadolulu' değildi.”

Solda, Cemal Nadir’in çizgileriyle Peyami Safa, 1937.
“Snapshots of…” diye bir yarı-edebi janr vardır, şöhretlerle ve özellikle bunların sanat-edebiyat ve gösteri/spor/politika camiasından olanlarıyla ilgili kısa, çarpıcı yazılar, şipşak portre denemeleri… Çok alışılmamış bir açıdan görürüz bu şahsiyetleri iyi bir snapshot’ta, sapa bir noktadan, ama bütün bir kişiliğe dair fikir sahibi olmamız da amaçlanmıştır. Cemal Süreya’nın 2000’li yıllar boyunca sağdan soldan (özellikle soldan) bolca ve giderek kalitesizleşerek taklit edilmiş 99 Yüz kitabındaki portreleri sanıyorum bunun en kaliteli örneğiydi, en azından Samet Ağaoğlu’nun Aşina Yüzler ve Babamın Arkadaşları’ndaki portrelerinden daha lezzetli. Alman şair ve denemeci Hans Magnus Enzensberger’in yakın zamanda çevrilen Hayatta Kalma Sanatçıları: 20. Yüzyıldan 99 Edebi Vinyet kitabı da mutlaka anılmalı.

Sadakat Güzergâhı
Vulgus Yayınları
Temmuz 2023
148 s.
Bu mecranın daha dertsiz okurlarının pek tanımadığını sandığım dostum Ahmet Çiğdem’in[1] Sadakat Güzergâhı kitabı da (Vulgus, Ankara 2023) bu janrın bir başka janrla, “düşünceler tarihi” (“history of ideas”) denen yazı türüyle bağlantısını kuruyor. Ama kitabın temel saiki (Türkçeleşmiş İngilizceyle “motivasyon”) başlığın ilk sözcüğünde verilmiş: sadakat. Benim kullanmayı sevdiğim eski müstear adıyla Ahmet Küskün, bir faytona binmiş, çeşitli sadakat (vefa bile denebilir) noktalarına uğrayarak geçiyor Divanyolu ve Fındıkzade’den Sincan’a veya Çorum’a doğru. Ama o adreslerde fazla kalacak zamanı yok, biraz mecburi bayram ziyaretleri yapar gibi geçiyor Erol Güngör, İsmet Özel, Ali Bulaç veya Peyami Safa’nın evlerinden, bir tabak cevizli baklava, belki bir kadeh kuşburnu likörü, pestil veya gülsuyu – kalkmalıyım.
Bildiğimiz gibi “vulgus” Latince halk demek. Kısa zamanda (belki başından beri) sözcüğün anlamı değer yitimine uğramış[2] ve üzerinde şu türden yan anlamlar birikmiş: kaba saba, yontulmamış, “kazma”, konuşmayı, yazmayı, oturmayı-kalkmayı bilmeyen, elini kolunu nereye koyacağını bilemeyen (Rabelais ekliyor: yellenen, geğiren, göbeğini kaşıyan, bar bar bağıran). Onu İletişim Yayınları’nın Ankara bürosunda görmüş, Aydınlanma tarihiyle ilgili bir kitabı olduğunu ve o sırada Habermas çalıştığını öğrenmiştim: “Derin” Anadolu’dan geldiğini, bu kitapta kendisinin kullandığı deyimle “kavruk Anadolu çocuklarından” biri olduğunu da azar azar hissettirdi. Niye ses çıkaralım?
Bu yazıda daha çok kitabın “Öğretici Sentez” başlıklı Peyami Safa bölümü üzerinde duracağım. İtiraf etmeliyim ki Küskün’ün Türk uç sağının en “Batılı”, çünkü en Batıcı ve en bulanık ama aynı zamanda en gergin zihinlerinden romancı ve denemeci/fıkracı Peyami Safa’yı bu kitabın kadrosu içine almasını hem beklemiyor hem de bekliyordum. Bu çatışık beklentinin sebeplerini açıklamaya çalışacağım. Ama daha en baştan şu söylenebilir: Matmazel Noraliya’nın Koltuğu yazarı “kavruktu” ama “Anadolulu” değildi.
“Peyami Safa’nın yeri başkadır ve her zaman böyle kalmıştır.”[3] Ne bakımdan? Ahmet Çiğdem, Peyami Safa’nın en özgün veya değerli yanı olarak “kendi kendini yetiştirmiş” (s. 42) olmasına işaret ediyor. Ama bu sadece Matmazel Noraliya’nın Koltuğu yazarına mı özgüdür? Ülkemizin üniversiteler, mahkemeler, edebiyat ve kuram dergileri, meclisler, “şehir kulüpleri” ve sanat fuarları da dahil bütün kamusal mekânları çeşitli düzeylerdeki otodidaktlarla zaten tıka basa dolu değil midir? Küskün bir de “kamusal entelektüel” terimini kullanıyor Safa hakkında. Allah allah? Ben bu terimin anlamının, her şeye maydanoz olmak değil (demek köşe yazarı olmak değil), bazı önemli ve tehlikeli konularda söz almak ve mümkünse bu işlerden para kazanmamak olduğunu sanıyordum. Çünkü adamcağız uzun süre madde parasını bizim cimri devletten azar azar da olsa alabilmişti.

Ben Çiğdem’den kendi sadakatlerini başka prizmalardan geçirmesini de beklerdim, mesela Peyami Safa’ya bir de Tanpınar’ın açısından bakmasını. Çünkü Tanpınar da kendi çapında bir “kavruk” idi, kıskançlıklarıyla, imrenmeleriyle… Kişisel notlarında şöyle yazmış (1 Haziran 1961):
Peyami’ye acımadım. Zaten güç acıyorum artık. Ölüm dışardan geldikçe acının ötesinde bir şey oluyor. Yıkıntı. Peyami’ye acımadım. Fakat bu memlekette muharrir hayatı üzerinde beni düşündürdü. Kitapları satılan, okuyucusu peşinde bir muharrir olsa idi n’olurdu acaba? Peyami huysuz, karışık, küçük hesapları, en kötü insanlarla beraberliğe hazır ve menfi adamdı… Bu menfi kelimesini muasır olan her şeye kapalı olmak manasında alıyorum. Egotisme’i, hiçbir akidenin kendisinde kökleşmesine mâni idi. Evvela komünizmi (Nâzım’la) tecrübe etti. Sonra nasyonalist, sonra muhafazakâr, Halk Partici ve Demokrat oldu. Hiç kimseyi çekemezdi. Bununla beraber bazı esaslı şeylerde daima değilse bile zaman zaman doğru oldu. Mesela yeni dille mücadelesi.[4]
Sevmiyordur Bir Tereddüdün Romanı yazarını, birbirlerinin asıl iddialı kitaplarını okumadıkları da besbellidir (Peyami Safa, Ahmet Hamdi yokmuş gibi davranır, Tanpınar’sa öbürünü zaman zaman zikreder, ama Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ndan sonra herhangi bir şey okumadığı da aşikârdır.). Şu içten cümleler, aynı günden veya geceden: “Uzun bir dostluk devremiz oldu, kendisine mahsus bir nezaketi, zekâsı, hatta tatlılığı vardı. Baba olarak Peyami’ye çok acıdım. Fakat Edebiyat Fakültesi için verdiği jurnaller yüzünden ta’ziyet etmedim. Demokrat Parti devrinde zaman zaman hakiki bir jurnalci idi. Necip’le teşrik-i mesai edecek kadar.” Necip Fazıl’la ilişkilendirilmek, Tanpınar açısından epeyce aşağılayıcı bir durum olsa bile Safa’yı yaralayacak bir şey değildi, çünkü siyasal iktidarlara yaranmak bakımından ikisi de aynı ölçüde maharetliydi. (Oysa Kısakürek, ‘30’lu yıllardan sonra Safa’ya bolca hakaret yağdıracaktı.) Şöyle devam ediyor Tanpınar, aynı gece:
Acımadım, dedim, acıdım tabii… Ölen Peyami’ye değil, Necip’te olduğu gibi başından kaybettiğimiz Peyami’ye acıdım. Hepimiz gibi otodidakttı. Okuduğu şeylerden, hepsine işine gelmek üzere inanıyordu. Fakat en ziyade inandığı şey kendisiydi. Karısı talebem Melahat hasta idi. (a.b.ç.)
Bu türden dikkatler, bir minyatür portreci için önemli değil midir? Peyami Safa, kendi ara-metinlerinden bağımsız olarak anlatılamaz gibi geliyor bana: Bu ara-metinlerin en önemlilerinden biri de Tanpınar’dır. Üstelik bir işret arkadaşı. Aynı gece:
Peyami, Çallı, Muhtar, Necip, Fikret Adil, Mustafa Şekip [Tunç], Eşref Şefik, bunlar bir dönemin bohemiydiler. Bu bohemde üslup Peyami ile Çallı’dan gelirdi. Namık İsmail aile çocuğu sıfatıyla bu boheme iştirak ederdi, Elif Naci de üç kat rate sıfatıyla… Fakat onlar rangé [tertipli] adamlardı. Namık’ın ve Haşim’in ölümlerinde hep Peyami ve Çallı ile beraberdim. Çallı, Namık’ın cenazesinden dönüşte sabaha karşı bir barda “Güzel, sportmen Namık öldü, ama sarhoş Çallı yine yaşıyor” demişti. Şimdi bakıyorum bütün bunlara ve hepsi bana hem gülünç hem çok insani geliyor. Peyami ile birkaç defa kokain de çektik. Fakat verdiği baş ağrısı [?] tahammül edebileceğim gibi bir şey değildi. O tahammül ediyor, az sarhoş oluyordu […] Vücutça, yüzün kendisi, gözlükleri, yan bakışı ve nezaketi ile Peyami daima karıncaya benzerdi. Sinistre [uğursuz, tekinsiz] bir tarafı vardı. İnsan keşfetmesinden hoşlanır, fakat sonra kendi çerçevesinden çıkınca nazikâne düşman olurdu. Bazen de açıkça. Cahit Sıtkı ve Çocuk ve Allah şairi ile böyle oldu. Bir gün benim için “Şu devlet ne güzel şey, insana hem psikoloji öğrenmesini sağlıyor hem de para veriyor” demişti. Kutsi’yi de [Tecer] kendisinin keşfettiğine kani idi. Bana muhabbeti, hakkında tek tenkit yazdığım içindir. Beyhude kaybettiğim senelerdir bunlar. İçki ve can sıkıntısı…
Tanpınar, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu hakkında kendi çok mültefit eleştirisini kastediyor (Edebiyat Üzerine Makaleler’de var). Ama bu metin Safa’nın eski arkadaşı Nâzım Hikmet’ten de büyük övgü almıştı[5] – henüz arkadaşlarken, şüphesiz.

“‘80’lerden itibaren Peyami Safa zaten muhafazakârların gözde ismi olmadı. Kaldı ki bir tür muhafazakârlık ‘70’lerin başında görünürlük kazanır kazanmaz ilk yaptığı şeylerden biri Safa’yı sahanın dışına itmeye çalışmak olmuştur.” Gazeteciliğe edebiyattan gelen Karar yazarı Yusuf Ziya Cömert bu satırları Sadakat Güzergâhı’ndan aktarıyor ve şöyle devam ediyor: “Peyami Safa biz geldiğimizde sahanın dışındaydı. Onu sahanın dışına itenlerden biri Necip Fazıl mıydı acaba? Üstad, Hücum ve Polemik’te Peyami Safa’ya demediğini bırakmıyordu çünkü.” Safa’nın ‘60’lardan sonraki milliyetçi-mukaddesatçı (bazıları “muhafazakâr” demeyi yeğliyor) çevrelerde pek kabul görmemesi konusunda Çiğdem’in kendi açıklaması biraz daha tafsilatlı:
‘80’lerden itibaren Peyami Safa zaten muhafazakârların gözdesi olmadı – Necip Fazıl’dan, Yahya Kemal ve Tanpınar’dan, Ali Fuat Başgil ve Samiha Ayverdi’den, hatta Nurettin Topçu’dan sıra gelmedi, gelemedi. Kaldı ki bir tür muhafazakârlık ‘70’lerin başında görünürlük kazanır kazanmaz ilk yaptığı şeylerden birisi Peyami Safa’yı sahanın dışına itmeye çalışmak olmuştur; sözgelimi Hareket dergisinde [Nurettin Topçu] bu minvalde yazılar yazılmıştır. İslamcılar için yeterince dindar değildir, milliyetçiler için de yeterince milliyetçi. Batıcılar için muhtelif nedenlerle hep tahammül edilmez bir isim olagelmiştir. (s. 45)
Çiğdem, nerdeyse bütün bölümü, “muhafazakârıyla”, İslamcısı, milliyetçisi ve ülkücüsüyle bütün bir sağ dünyada kendi kahramanının kabul görmediğini vurgulamaya hasretmiş, hem metin içinde hem de dipnotlarda. Yukardaki pasaj bir dipnottandı, metinde şu cümleleri okuyacağız: “Şimdi büyük oranda bir ‘müfredat yazarı’ haline dönüşmesi ise, sağın kültürel ve ideolojik beslenmesinin geldiği yeri göstermesi bakımından manidardır. Şu anlamda: Sonuçlara bakılırsa muhtemelen edebi olarak daha vasat, ideolojik olarak küt, kültürel olarak daha kurallı ve köşeli birtakım adamlar tercih ediliyordur, ediliyor. Fakat onların okunduğu, okunabilirliği de şüphelidir” (s. 43). Hmm. Şu yargılar da bence isabetsiz değil, açıklanmaya, deşilmeye ve reddedilmeye muhtaç bolca belirleme içerseler de:
Edebiyat bakımından tam bir muhafazakâr sayılabilir mi, pek emin değilim. Dili ve malzemesi eskiden çok yeniye yakındır. Giderek bu yakınlık artmıştır (…) Öte yandan Safa, bir döneminin muhafazakârlık tahayyülüyle tam bir karşıtlık içinde, Cumhuriyet düşüncesine ve Kemalizme bir düzeyde kesinlikle inanmaktadır, ancak bu düşüncenin “devrimbaz” [?] tarafından yozlaştırılmaması kaydıyla. Ayrıca bir Cumhuriyet fikrinden vazgeçtiği asla [!] söylenemez. Metinlerinin taşıdığı ahlakçı çizgiler, muhafazakârlığın günümüz duygu dünyasındaki öfkeli kararışını hazırlayan amillerden biri olsa da, Batı karşıtlığının kendisini bütünüyle tatmin olmuş hissedebileceği bir yerde duruyor sayılmaz.[6] Milliyetçilik açısından esastan kabul edilebilir bir figür olmadı; ‘40’ların bilinen ortamında bile Nazizmden çok, uygarlık eleştirisi dairesine sokulabilecek görüşler dile getirmiştir. Sonraları mistisizme de uzanacak bir eğilimdir bu. Doğu-Batı karşıtlığını yeniden üretmek ve Fatih-Harbiye gerilimini diri tutmak amacıyla araçsallaştırıldığında bile hem kendi istediğinden hem de arzu edildiğinden daha Batıcı bir portre karşımıza çıkabilir (…) muhtemelen onayladığında da, Kemalizmi demokrasi prensibiyle müttefik addetmiyordu. Zaten bir bakıma [?] demokrasiye de mesafeliydi, kitlelerle arası da hoş değildi. Demek ki ortalama bir bakış açısıyla bile (…) klasik veya tipik bir muhafazakâr portresine varamıyoruz (s. 45-46, 48).
Çiğdem, Doğu-Batı Sentezi yazarını Nihal Atsız veya Necip Fazıl’dan iyice uzağa çekip, Oswald Spengler (“Batı’nın Gerilemesi”) ve Maurice Barrès (“Köksüzler”) türü “ahlaki çöküş” eleştirmenleri arasına yerleştirmek istiyor (ve bu karışıma biraz da Madam Blavatsky tozu serpiyor). Olabilir, bunlar Safa’nın derece derece okuduğu, etkilendiği isimlerdir. Ama bana öyle geliyor ki Küskün’ün Safa’yı “klasik veya tipik muhafazakâr”a indirgenemeyecek bir yazar olarak temsil etmeye çalışmasında belki yarı-bilinçli bir “motivasyon” daha var: Bunu yaparken aynı zamanda o dünya içindeki kendi konumunu da tarif etmek istiyor. Safa’nın (ve Sadakat Güzergâhı’nda ziyaret edilen Sezai Karakoç, Cemil Meriç ve Cahit Zarifoğlu gibi başka sağcı yazar/şairlerin) “yozlaşma” eleştirilerini tam benimsemediğini belli etse de,[7] kendi de “ne sağa ne sola yaranabilmiş” bir “kavruk” (bir yersiz) olarak görülmeyi seviyor belki de.
Başta söylediğimi tekrarlayacağım: Peyami Safa bir “kavruk” olabilir, ama “Anadolu’nun bağrından” kopup da İstanbul’a düşmüş değildir. İstanbul’da “seçkin” bir çevre içinde doğmuştur, babası şair İsmail Safa bir Abdülhamit muhalifidir, arkadaşının oğluna “Peyami” adını Tevfik Fikret koymuştur; Galatasaray’lı değildir Peyami, ama dönemin (ve sonrasının da) iyi okullarından Vefa Lisesi’ndeki sınıf arkadaşları arasında Hasan Âli Yücel, Ekrem Hakkı Ayverdi (ünlü mimar, Sâmiha Ayverdi’nin erkek kardeşi), ressam Elif Naci gibi şahsiyetler vardır. Fransızcayı Abdullah Cevdet’in hediye ettiği bir Petit Larousse’u hatmederek öğrendiği söylenir. İlk yazı denemeleri Yahya Kemal ve Yakup Kadri’den büyük övgü almıştır. Nâzım Hikmet’in “Anadolulu kavruk” ressam İbrahim Balaban gibi cezaevinden arkadaşı (protege’si) değil, kamusal-entelektüel hayatta, Resimli Ay dergisinde tanışıp yakınlaştığı bir dostudur. Bu görece imtiyazlı hayat çizgisi, daha zengin ayrıntılarla, Beşir Ayvazoğlu’nun Peyami biyografisinde izlenebilir. Safa’ya yine de “kavruk” sıfatı yakıştırılacaksa eğer, bu Türk hariciye teşkilatının bazı gözü dönmüş mensuplarında, mesela Coşkun Kırca, Gündüz Aktan veya Deniz Bölükbaşı gibi “monşerlerde” de rastlanan bir karakter özelliği olmalıdır. Bunlar da hem çok “Batılı”, hem sıkı antikomünist, genel olarak nefretle dolu, hem de asla “Anadolulu” olmaksızın fazlasıyla yerli-milli figürlerdi; son ikisi MHP milletvekilliği yaptı. Aktan (kısmen Kırca da) aynı zamanda teori bahislerinde inatçı bir otodidakt, belki daha yerinde bir deyimle bir “heveskârdı”, bir dilettante.
“Kitlelerle arası hoş değildi” tesbitine katılıyorum Çiğdem’in. Şu cümleleri ciddiyetle yazan (ve sonra da savunmaktan çekinmeyecek) bir insanın, solla birlikte sağın da “vulgus’laştığı” ‘60’lar ve ‘70’ler sonrası milliyetçi-mukaddesatçı-“muhafazakâr” mahfillerde barınması pek kolay olmayacaktı. Milliyet’te 23 Eylül 1956’da çıkan “Sana ve Size Dair” başlıklı köşe yazısından:
Avrupa’da aralarında samimilik olmayan insanlardan birinin ötekine senli benli hitap etmesi hakaret derecesinde terbiyesizliktir. Buna zengin veya münevver değil, fakir ve cahil insan da tahammül etmez. Bizde belediye, polis, trafik memuru, hâkim… Resmî sıfatı haiz insanların çoğu halka “sen” diye hitap eder. Bazı mağazalarımızın isimleri bile “sen” emrini taşır: “İmren”, “Beğen”, “Süslen”, “Tadal” ilh… (…) Aranızda hiçbir hukuk, hiçbir samimilik olmayan insanların size “canım kardeşim”, “ağabey”, “amca”, “beybaba”, “hemşire”, “valide” diye bir akrabalık taktıktan sonra herçeşit lâubaliliğe hak kazandığını görürsünüz. – Tam bu satırları yazarkan, gazetedeki odamın kapısı gürültü ile açıldı. Gömleğinin düğmeleri çözük, saçları dağınık, tavırları savruk bir adamcağız, “Ümit Deniz geldi mi?” diye sordu. Ne kapıya vurmak, ne selam, ne sabah… – “Milli terbiyemiz ne kadar bozuldu” diye başlayan bir konferans verecek değilim, fakat milli terbiyemiz gerçekten ne kadar bozuldu![8]
Çiğdem’in Safa’ya “kavrukluk” ve “kendi kendini yetiştirme” dışında yakıştırdığı üçüncü bir özellik, hem adamın kendi çağdaşlarını, dostlarını hem de bugünkü bazı sadık okurlarını büsbütün afallatacak cinstendir: “Evlâdının vefatını görmüş bir baba, hastalıklı bir eş için uzun yıllar kendini paralayan, muhtemelen kötü hayat şartları yüzünden hayatı boyunca fiziksel ve ruhsal rahatsızlıklarla boğuşmak durumunda bir insan. Buna rağmen, metne yansıyan kişilik, bütün bu felaketlerin üstesinden gelebilecek kadar asil ve vakur davranabildiğinin örnekleriyle doludur.” (s. 42) Nazik, kibar olduğunu Tanpınar da söylüyordu, ama asalet ve vakar? Birkaç sayfa ilerde Çiğdem’in kendisinin “gelgelelim insanın başını eğmek zorunda kaldığı anlar da yok degildir” diyerek aktardığı bir anekdot var, Safa’nın 4 Kasım 1958’de Milliyet’te çıkmış bir köşeyazısından. Safa ile Yahya Kemal, yanlarında şair Hamamizade İhsan, Rumelihisarı’nda gezmeye çıkmışlardır, ‘30’lu yılların ortaları olmalı:
Rumelihisarı’nde fetih şehitlerinin mezarları önünde durduk. Bizi fetih günlerinin anları içine çekti. Ona mı fetih serdarlarına mı hayran olacağımı şaşıyordum [yazıldığı gibidir]. Birbiri kadar güzeldiler.
Sahile indik, Arnavutköyü’ne doğru yürüdük, öğle yemeğini Boğaz’ın karşısında bir lokantada yedik ve bir hayli içtik.O zaman Yahya Kemal şu unutulmaz sözü söyledi:
– Türk Fatih’lere Rum garsonlar lazımdır. Dünya, muvazenesini öyle bulur.
Bu sözüne kendi de hayran oldu ve o gün saatlerce tekrarladı: Türk Fatih’e Rum garson!
Çok neşeliydi. O günü ebediyete maletmek istiyor, unutmayacağını tekrarlıyordu. Belki bu özleyişle, bir ânı manzum bir sözle tesbit eden aruzcuların geleneğine uyarak şu beyiti söyledi:
Beş asrı geçirmiş Boğaz’ın manzarasında
Gün geçti Peyami’yle Hamami arasında
Bu muhteşem hediyeyi hafızalarımıza kazıdık. Şimdi o, yine beş asrı geçirmiş Boğaz’ın manzarasında yatıyor, ölmüş Türk serdarlarıyla yaşayan hayranları arasında.[9]
Çiğdem’in asıl üstünde durduğu “sentez” meselesine geçmeden önce son bir notla kapatalım bu konum/kalite bahsini. Peyami kibardı, ehlikeyfti, galiba zaman zaman şefkatli de olabiliyordu, ama “pahalı” bir insan olarak görülmesi kolay değildi.
“Peyami Safa bir ‘sentez insanıdır’” diye başlıyor Çiğdem, yazının “Sentez İnsanı” başlıklı alt-bölümüne. “Sentez kavramının kulağa çok hoş gelmediğini biliyorum ama (…) herhangi bir konuda sahici bir sentezin kavgasını vermek, basit bir biraraya getirme işleminden çok farklıdır.” (s. 51) Sentezde bir araya getirilen “unsurlar” kendi içlerinde kurcalanmalı, iç bölünme ve ayrışmaları dikkate alınmalıdır: “… yani Doğu da kendi içersinde bir sentezdir, Batı da. Tekrar etmek gerekirse, ‘Batı’nın teknolojisini, Doğu’nun ahlakını almak’ bir sentez değildir, başarılı olması müşkil (sic.) bir toplama, yığmadır.” Bilmiyorum. Sentez veya değil, bu fikir 19. yüzyılda Namık Kemal ve Ziya Paşa’yla başlamış, geçen yüzyılın başında Ziya Gökalp’te formülleşmiş (“hars ve medeniyet”), Cumhuriyet’le devam etmiş, Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Alpaslan Türkeş’te ateşli sözcülerini bulmuş ve çok daha geniş bir kitle içinde insanların birbirlerine ve kendilerine yalan söyleyip inanmalarını kolaylaştıran bir zihinsel mekanizmaya, bir “mit kemiğine” dönüşmüştür. En az Kürt, Rum, Ermeni ve genel olarak yabancı düşmanlığı kadar köklü bir öğesidir Türk toplumsal tahayyülünün. Başarı değilse nedir bu? Daha nasıl başarılı olunabilir? Yoksa Küskün dostum, “Batı” teknik ve formlarının (mesela romanın, heykelin) içinin Türk “ruhuyla” gerçekten doldurulabileceğine ama bizim kifayetsiz seçkinlerimizin bunu beceremediğine mi inanıyor? Oysa bu “sentez” ancak bir mit olarak, bir ideolojik gereç olarak işe yarar, yoksa bir maddi gerçeklik haline gelmesi zaten mümkün değildir.

Nitekim birkaç satır sonra Çiğdem’in kendisi de bu türden bir “hipostazdan” hızla geri çekiliyor ve çok daha nüanslı, dolayımlı bir yaklaşım benimsiyor: “Doğu’nun ve Batı’nın mutlak kimlikler ve varlıklar olarak değerlendirilerek birine yazılmak yerine, bu tür ikiliklerde şekillenen bireşimlerin, melez oluşumların, müphemliklerin, bunlardan kaynaklanan meydan okumaların ve sürprizlerin gelip geçiciliğine bağlanmak daha yerinde bir tutum gibi gözüküyor.” (s. 51-52) Nasıl “teklifsizlik” düşmanlığı ve boyuna Anatole France’dan, Bergson’dan, Valéry’den söz etmesi Peyami Safa’nın ‘70-sonrası sağ içinde görece yalnızlaşmasına ve giderek okunmaz olmasına yol açmışsa, “melez oluşumlar” ve “müphemlikler” gibi formülasyonlar da “ne mozayığı ulan! mermer, mermer” demeye devam eden bir “muhafazakâr” dünyanın içinde Küskün’ün merkezî bir yer bulmasının önünü kesiyor gibidir.
Çiğdem’in Peyami Safa’yı bu çerçevede değerlendirmesi ne kadar geçerlidir? Safa, Doğu-Batı Sentezi kitabına ölümünden hemen önce 29 Mayıs 1961’de yazdığı önsöze iddialı cümlelerle başlıyordu:
Cumhuriyet’in ilanından sonra, 1933’ten beri, Türkiye’ye Doğu-Batı meselesini konferanslarla ve makale serileriyle ilk defa getiren benim. Avrupa fikir adamları arasında Doğuya dönüşün tek selâmet yolu olduğu ileri sürülürken [?], biz bundan habersiz, Batıya yönelmiş bulunuyorduk. Almanya’da Spengler, Batının inhitatını haber veren meşhur eserinden sonra doğan tartışmalar üzerine Fransa’da, İngiltere’de ve İtalya’da birçok kitaplar ve anketler çıktı. Türk aydınlarının ve halk efkârının bunlardan haberi yoktu. Meselenin Türkiye’de ilk ithalatçısı bendim.[10]
Demek onlar bizi taklit etmeye çalışırken biz bundan habersiz onları taklit etmeye uğraşıyormuşuz! Safa bu düşünceyi doğrulamak için nerdeyse bütün önsözü bugün unutulmuş görünen liberal İtalyan tarihçi Guglielmo Ferrero’nun 1924’te çıkmış bir kitabından alıntılara ayırıyor. Biz de bir kısmını aktaralım:
Büyük Hint şairi Tagore, ispiritualizmi, iç hayatın derinliğini, Doğunun manevi yükselmeye karşı yorulmaz meylini, Batının maddeciliğine, kazanç hırsına, aceleciliğine, doymak bilmez zenginlik hırsına, düşüncesiz faaliyetlerine karşı koyuyor. Şüphe etmiyor ki Doğu ile Batı arasındaki çatışma, Batının kendi içinde de vardır. İki Avrupa ve iki Amerika karşısındayız. Bunlar Doğu ile Batı gibi daima kendi kendileriyle mücadele halindedirler. Her Avrupalı ve her Amerikalı aynı zamanda hem Batılı hem Doğuludur, hatta Maeterlinck’in meşhur benzetişine göre insanın beyninde bir Doğu, bir de Batı köşesi vardır. (s. 9)
“Doğu” ve “Batı” hipostazlarını (“özlerini” de diyebiliriz) parçalayıp göreceleştirmekle işe başlayan argüman, kapıdan kovduğu mutlakçılığı bacadan buyur etmekle sonuçlanıyor. Bu bükülmeyi düzeltmeye Edward Said’in de gücü yetmemiştir. Ama alıntının ilk cümlesinde ifade bulan düşünce (Batı’nın kazanç hırsına ve saldırganlığına karşı Doğu’nun iç derinliği ve mazlumluğu) hiç güncelliğini yitirmedi ve bugün de Türkiye’de ve başka yerlerde sağ ile sol arasındaki başlıca koridorlardan biri durumunda.
Safa’nın sempatileriyle kızgınlık ve nefretleri ömrü boyunca cıva gibi oynak olmuştur. Ama ‘30’lu yıllardan itibaren iki “sabite” vardır zihninde: Biri, sürekli kendi kendini harlayan bir anti-komünizm, öbürü de Doğu-Batı karşıtlığı meselesinde ilk bakışta daha nüanslı görünen tutumu. Bu tutum şöyle özetlenebilir: Batının iki yanı vardır, materyalist ve spiritüalist; bunlar siyasal düzleme bir yanda gevşek liberal ve sosyalist, karşı tarafta köklü ve sağlam otoriterlik olarak tercüme olur. Kısaca, ben de Batıcıyım, ama bizim aciz Cumhuriyet seçkinlerinin aksine, ikinci Batıdan yanayım. Labriola’nın değil, D’Annunzio ve Mussolini’nin yanındayım; Jaures, Léon Blum ve André Gide’in değil, Maurice Barrès’in yanında. – “Doğu” dediği şey hakkında bilgisi varsa bile yazılarında belli olmuyordu.
NOTLAR:
[1] Evet, Prof. Dr., Gazi Üniversitesi sosyoloji ve zayıf sosyallik. Çankırı. İyi okunmamış Edip Cansever. “Avangard” aşırı sağcı Çete dergisi. Taşra Epiği gibi ilginç bir kitap. Bielefeld. İletişim. Alt kahvede “king”. Demek aslında çok da patlayıcı olmayan bir karışım.
[2] “Vülger materyalizm”, kasaba ve köylerden şehirlere kitlesel göç sonucunda solculuğun halklaştığı ‘70’li yıllara gelene kadar Türk sosyalistlerinin kullanmayı sevdiği bir pejoratif deyimdi.
[3] Ahmet Çiğdem, Sadakat Güzergâhı, s. 41.
[4] Günlüklerinin Işığında Tanpınar’la Başbaşa, der. İnci Enginün & Zeynep Kerman, Dergâh, 2007, s. 306-307.
[5] Daha genç kuşaklardan sağcı yazarlar arasında bundan şimdiye kadar habersiz olduklarını dürüstçe belirtebilenler var, mesela milliyetçi-mukaddesatçı Karar gazetesinin Ankara Temsilcisi Yusuf Ziya Cömert: “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun ilk altı baskısında Nâzım Hikmet’e ithaf olduğunu bilmiyordum. Nâzım Hikmet’in ‘Ben Peyami’nin bu son romanını üç defa okudum. Otuz defa okuyabilirim ve okuyacağım. Bu kitap bütün fakir çocukların romanıdır. Burjuvazinin çocuğu Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda yatmadı, o ve onun anası, babası beyaz duvarın kâbusunu duyamaz. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda halkın çocuğu yatıyor, benim oğlum yatacak, onu ancak biz anlarız’ dediğini de bilmiyordum.” (Karar, 24 Eylül 2023)
[6] Bu karışık cümlenin meali şu olmalı: Peyami Safa’nın “dekadans karşıtı”, ahlakçı tavırları, bugünün sağcılığının o öfkeli, hınçlı, saldırgan zihin dünyasını hazırlayan etkenlerden biridir ama adamın kendisi böyle bir Batı (ve dünya) düşmanı ortam içinde kendini pek rahat hissedemezdi.
[7] Sözde Kızlar, Şimşek, Fatih-Harbiye gibi romanlardaki zekâsız ahlakçılık hakkında şöyle diyor: “İktisadi ve sosyal çürümeye bir tepkiden söz edilebilir, belki içerlemeden [bu sözcük Çiğdem’de ressentiment yerine kullanılıyor]: Dekadans karşıtı bir moralite fikrine çok önceden yatırım yapıldığından.” (s. 46) Mesafesini alırken bile korumaya, kurtarmaya çalışmaktadır.
[8] Peyami Safa, Yazarlar Sanatçılar Meşhurlar, Ötüken, 1999, 4. basım, s. 157-58. – Benim çarşıda pazarda yaşlıca kadınlara “valide” diye seslenildiğini son kez işitmemin üzerinden herhalde en az 60 yıl geçmiştir. “Hemşire?” Daha neler! En çok “beybaba” veya versiyonları çalınıyor kulağıma şu son yıllarda.
[9] Safa, Yazarlar Sanatçılar Meşhurlar, s. 201-202. Çiğdem bu anekdotun sadece onu utandıran “Rum garson” kısmını aktarmış, sayfa numarasını da –herhalde bir sonraki basımdan– 214 olarak vermiş. Oysa o mısrayı berceste ihmal edilecek şey mi! Bize nasip olmadı böyle bir muhteşem hediye…
[10] Peyami Safa, Doğu-Batı Sentezi, Yağmur Yayınları, 1963, s. 7. Bu iddiaya “hayır, senden önce başka ithalatçılar da vardı!” diye itiraz etmenin bugün bir anlamı yok.
Önceki Yazı

Polisiye kurguyla yazılmış buralı bir dehşetin romanı:
“Dünya mı küçük, biz mi her yerdeyiz?"
“995 km’ye korku romanı dememin nedeni tam da bu toplumla iktidarın geçişken işbirliğini hatırlatması. İsimsiz bir katilin izinden ve hemen yanından tanığı oluyoruz her şeyin. Musa Anter cinayetinden esinlenerek yazılan 995 km aslında herhangi bir cinayetin öyküsü olabilir. Korkutucu olan da bu zaten.”
Sonraki Yazı

Daldaki Kuş’un kımıltıları
“Birtakım duyguların kişisel bir kazıbilimini yaptığını söylemek mümkün belki de Necati Tosuner’in Daldaki Kuş’ta. Öykülerin anlatıcısının yaptığı kazıya kendisini de kattığını söylemeye gerek yok, kendisini can acıtasıya kazıdığını. Çok zaman kazıdan çıkanların 'yıkıntı' olduğunu söylüyor olmasına karşın bunda 'övünç' ya da 'sevinç' bulduğu da oluyor.”