Helen Garner’ın öyküleri:
Eşikler, dönüşümler, gerilimler
“Garner, duygusal ilişkilerdeki eşiklerin öne çıktığı öykülerinde böylesi eşiklerin belirlenebilir, tarihi atılabilir kritik (kopuş) anlarını –az öncesi ve az sonrasını da içerecek şekilde– anlatmakla beraber aslında bu eşiklerin tek bir andan ibaret olmadığını da sezdiriyor. Eşik zamanı 'esneklik kazan[mış], sün[müştür.]' Olacakların, yaşanacakların sezgisi kişilere olay ânından önce gelmiştir çoğu seferinde.”

Helen Garner
Helen Garner’ın Türkçede her ikisi de 2021’de yayımlanmış romanları, Çocuklar İçin Bach[1] ve Misafir Odası’nda[2]olduğu gibi, öykü kitabı Benim Katı Yüreğim’de[3] de kadın kahramanlar önde. Hatta öykülerin bazısını okurken anlatılan aynı kadın mı sorusu akla gelebiliyor. Oysa bu sorunun bir önemi yok, çünkü birbirini takip eden parçalar değil bunlar. Öykülerin arasında çapraz bağlantılar var aslında, birkaç öyküdeki kadının hayatlarındaki (bir zamanlar hayatında olan ya da çok kısa süre sonra artık “bir zamanlar hayatında olan” tanımını hak edecek olan) adamın adı Philip, ama bu da çok önemli değil, çünkü aynı Philip’ten söz edilip edilmediğini bilemiyoruz. Öykülerin birindeki Philip’in anlatıcı kadının evli ya da sürekli ilişkisi olan bir adam olduğunu düşünmek mümkün; –anlatıcının babasının “Philip’le aranızda yolunda gitmeyen neydi?” diye sormasından anlıyoruz bunu– oysa öbür Philip anlatıcı kadının yasak aşk yaşadığı, evli bir adam. Bir başka öykünün, kitaptaki metinlerin bir kısmındaki gibi yazar olduğunu laf arasında kısacık söz edilmesinden anladığımız anlatıcısı, Philip’in onun hakkında yazıp yayımladığı hikâyeyi okuduğundan söz ediyor. (Bu öykü okuduklarımızdan biri mi ya da hangisi sorusu da kaçınılmaz olarak akla geliyor elbette!) Bu arada, Philip isminde bir adamın Çocuklar İçin Bach’ta da bulunduğunu ve bu romandaki Philip’in öykülerde bahsi geçen öbür Philip’lerin bazısı gibi meşhur ya da meşhurca bir müzisyen olduğunu belirteyim.

Benim Katı Yüreğim
çev. Darmin Hadzibegoviç
YKY
Eylül 2023
104 s.
Kahraman ya da anlatıcılarının aynı kadın (ya da aynı Philip!) olup olmadığı önem taşımamakla birlikte Garner’ın öykülerinin ortak kimi özellikleri tespit edilebilir. Öncelikle “değişim”in merkezî bir yerde olduğu vurgulanmalı. Bireysel hayatlardaki ya da toplumsal hayattaki değişim – çok zaman bu ikisi kesişmiş, iç içe geçmiş haldeler. Şöyle söylemek daha doğru olacaktır: Bir değişim ânı söz konusu; ne kadar sürdüğü, halen sürmekte mi olduğu ya da çok yakınlarda mı yaşandığı belirsiz bir zaman dilimi bu aslında. Bunun en net ifadesiyle “Sanat Hayatı” öyküsünde karşılaşıyoruz. Anlatıcı yirmi yıllık arkadaşıyla mezarlıkta köpek gezdirirlerken bu yirmi yıllık geçmişten birtakım anlar aktarır bize ve anlattıklarının zaman damgasını her seferinde şu şekilde vurur: “1965’te oldu, feminizmden önce.” “Bu anlattığım olay 1960’larda oldu, feminizmden önce.” “Bu anlattığım 1980’lerde oldu, feminizmden sonra.”
Bize pek anlatılmayan, geçmişte kalmış bir zaman dilimine göndermeler Garner’ın romanlarında da var. Çocuklar İçin Bach’ta kırklı yaşlarına gelmiş roman kişilerinin 1970’leri nasıl yaşadıkları satır aralarında duyurulur; keza Misafir Odası’nda da altmış beş yaşlarındaki iki kadının (anlatıcı kadın ve arkadaşı Nicola’nın) gençlik yıllarında nasıl bir hayat sürdüklerine değinilir; özellikle Nicola’nın bohem, Doğu mistisizmiyle içli dışlı olduğu yıllar; ne var ki kanser tedavisi gördüğü anlatı zamanında hayatının boşa geçtiğini düşünecektir bu kadın.
Bir eşikten geçilmiştir, bu eşiğin öncesiyle sonrası arasında ciddi farklar vardır ve bunlar öykü kişilerinde fiziksel ve ruhsal olarak kendisini duyurur. Bu eşik bir zaman dilimi ya da bir dönem yahut insan ömrünün bir çağı olabileceği gibi, bir evlilik ya da beraberlik de olabilir. Sona ermesinin ardından öncesi/sonrası duygusu, muhasebesi kaçınılmazdır bu eşiklerin; daha önemlisi, geçilen eşiğin sonrasıyla yüzleşmek ya da bununla uyum sağlamak gibi meselelerle de karşı karşıyadır Garner’ın öykü kişileri.
Kitabın ilk öyküsü kısacık, iki sayfadan ibaret. Kızıyla Talking Heads konserine gidecekken vazgeçer anlatıcı.
Ben fazla yaşlıyım. Kıyafetlerim demode olacak. Başlama saati fazla geç olacak. Ön gruplar berbat olacak. Kulaklarıma ağrılar girecek. Canım sıkılacak. Kızımın keyfini kaçıracağım. Canım sıkılacak. Canım sıkılacak. Canım sıkılacak. (s. 7)

Misafir Odası
çev. Roza Hakmen
Garner bize kadının yaşını duyurmuyor ama Talking Heads konserine gitmek isteyen bir kızı olmasından orta yaşlı olduğunu düşünebiliriz; yeni zamanlarla, yeni zamanların alışkanlıklarıyla arasının çok iyi olmaması da bize bir şeyler söylüyor. Beri yandan satır arasında başka bir şeyi daha seziyoruz, bu kadın bir rock konserinde ön gruplar çıktığını biliyor ve onların berbat olabileceklerini de. Demek kendi gençliğinde de böyle yerlerde bulunmuş, ne ki o yılların çok geride kaldığını düşünen biri olduğu da belli. “Artık benden geçti” duygusu hâkim gibidir bu kadına, gelgelelim öykünün sonuna doğru, kızıyla kız kardeşini konser alanına bırakırken konsere gitmediği için pişmanlık duyar, böyle ortamların nasıl olduğu hatırına gelmiştir. “Bağıracaklar, bariyerleri aşıp ön tarafa dans etmeye koşacaklar.” Bununla beraber son paragrafta anlarız ki, o anda ne pişmanlık duygusuna ne de konsere gitseydi zevk almayacağı fikrine kapılmıştır. Şunu sezmiş gibidir: Bir eşikten geçmenin farklı yolları var, biri de o eşiği eşik olarak görmemek, daha doğrusu neyin eşiği olduğunu görerek geçmek. Çok zaman eşikler önümüzde bir engel olarak dikilir, varlığını kabul edip etmemekle başlayan bir zorluk, zorlanma; geçilip geçilmediğinin muhasebesiyle yitirilen enerjiler. Bir çizginin öbür tarafına gerçek anlamda ancak geçtim-geçmedim hesaplarını, eyvah şimdi ne olacak kaygılarını geride bırakınca geçmiş oluyoruz sanırım. Bu arada öykünün adının “Mutlu Bir Öykü” olduğuna da dikkat çekmek isterim.
“Surfers’tan Kartpostallar” öyküsünde de anlatıcı kadının bir eşiği geçmiş olduğunun farkına varmasının hikâyesini okuyoruz. Kolay bir hayatı olmamış gibidir, bize hayli eksiltilmiş olarak aktarılanlardan bunu çıkarırız; çok gençken babasıyla arası iyi olmamıştır, derin bir kuşak farkı vardır aralarında, onun özgürlük arayışları karşısında çetin bir engel olmuştur adam. Annesiyle ilişkisi hakkında çok şey aktarılmamakla birlikte şunu anlarız, annesi de arzularının peşinden gidebilmiş biri değildir, potansiyelleri varsa da bunları ileri taşıması mümkün olmamıştır. Anlatıcının anne-babasıyla okyanus sahilindeki şehirde geçirdiği hafta sonunda Philip adında bir adamla yürümemiş bir evliliği ya da ilişkisi olduğunu da öğreniriz. Satır arasında gene eşik/sınır bahsine değinilir – dolaylı ve metaforik olarak.
Okyanus sitenin hemen önünde, yalnızca yüz elli metre ileride. İnsanlar karayla deniz arasındaki sınırdan nasıl bu kadar emin olabiliyorlar da o sınırın üstüne ev inşa edebiliyorlar? Okyanusun beyaz eşikleri yer değiştirip duruyor. (s. 11)
Garner, duygusal ilişkilerdeki eşiklerin öne çıktığı öykülerinde böylesi eşiklerin belirlenebilir, tarihi atılabilir kritik (kopuş) anlarını –az öncesi ve az sonrasını da içerecek şekilde– anlatmakla beraber aslında bu eşiklerin tek bir andan ibaret olmadığını da sezdiriyor. Bir öyküde başka bir bağlamda ifade edildiği gibi belki de. Eşik zamanı “esneklik kazan[mış], sün[müştür.]” Olacakların, yaşanacakların sezgisi kişilere olay ânından önce gelmiştir çoğu seferinde. Bu yüzden olmalı, “Okyanustan Kilometrelerce Uzakta”daki kadın daha uçakla sevdiği adamın yanına giderken uçağın penceresinden gördüğü, gelmekte olduğu yöne ilerleyen öbür uçakta olmayı arzu ederek, “Yanlış yöne gidiyorum” der. Az öncesinde “Hiç yola çıkmamalıydım” diyerek daha başlangıç noktasında duyduğu pişmanlığı itiraf etmiştir, ama hiç yola çıkmamış olmanın pişmanlığına bunu yeğlediği de ortadadır. Bu da Garner’ın öykü kişilerinin bir başka karakteristik özelliği sayılabilir; öngörülerle arzular çatıştığında arzular birkaç adım önde, nihayetinde öngörülerin yanlış çıkmayacağı az çok kestiriliyor olsa da.

“Uygarlıklar ve Hoşnutsuzlukları” başlıklı öykünün başlarında da bir ayrılığın eşiğine tanık oluyoruz. Bu öykü için, anlatıcı kadının Philip’le (bu öykünün Philip’iyle) yasak aşklarını sona erdirmeye karar verişlerinin hikâyesi denebilir. Kişilerin (Garner’ın öykülerinin çoğundaki gibi) dağınık konuşmalarını “karar verme” diye tanımlamanın çok iyimser olduğunu da ekleyerek elbette; bir eşiğin geçilmekte olduğu açıktır, ama iradi bir seçimden çok hayatlarındaki akışın vardığı bir yerdir burası – nitekim geçip geçmeme değil, sonrasında ne yapabilecekleri konuşulur. Eşiğin bu şekilde geçilmesinin bir uçak yolculuğu süresi sonrasında anlatıcı, havaalanında gördüğü bebekli bir aile vesilesiyle yıllar önce kendi bebeğini doğurmasının ardından sokağa ilk çıktığında karşılaştığı hamile kadının yüzü için “Daha yumruğu yememiş bir yüz” diye içinden geçirdiğini hatırlar. Gelgelelim o kadının “başına geleceklere, haberi olmadan içine gireceği şeye karşı […] kıskançlık ve hasret” de duymuştur. Hatta yeniden yaşamayı istemiştir hamile kadının bir zaman sonra yaşayacaklarını.
N’olur izin verin, bir kere daha yapayım! diye haykırabilirdim. Bir şans daha verin! Muazzam güçlerle karşılaşıp mücadele edeyim! Acının o devasa beşiğinde yeniden sallanayım ve çaresizce yatayım! (s. 83)
Bu hatırladığı da bir başka eşik elbette, ama öykünün başında anlatılan eşikten canı yanarak geçeceğini bildiği halde bundan neden sakınmadığının da ifadesi aynı zamanda. Garner’ın öyküleri, başı sonu çok belli, düz bir çizgide ilerleyen anlatılar değil. Öykü kişilerinin ansızın dahil olduğumuz hayatlarından, o anda yaşamakta olduklarından, konuşmalarından ve hatırladıklarından parçalar sıralanıyor, hatta kiminden şöyle bir söz edip geçiliyor, bazen de bizim sezgimize bırakılıyor bir şeyler; bu parçaları bir düzene koymak da mesela. Bu öyküde Philip karısının ona döneceğini ve bunu kendisinin de istediğini söyledikten sonra kadınla aralarında şöyle bir diyalog geçer:
“Yetişkin gibi davranmaya başlamamız gerekecek” dedi. “Nasıl yapılıyordu o, bir fikrin var mı?”
“Şey,” dedim, “püf nokta ‘dönüştürmek’ olsa gerek. Şimdi olmakta olan şeyi başka bir şeye dönüştürmemiz gerek.”
“Tecrübeliymiş gibi konuşuyorsun.”
“Öyleyim.” (s. 77)
Kadının “tecrübeliyim” derken neyi kastettiği daha sonra satır arasında bize fısıldanır. Bir çağrışım nedeniyle hatırladıklarından onun da boşanmış olduğunu öğreniriz. Sadece bunu öğreniriz; hikâyesinin o bölümü, kocasıyla ilişkisinin nasıl başladığı, nasıl yaşandığı, neden bittiği, kadının o eşikten geçerken ve sonrasında neler hissettiği hiç anlatılmaz, sadece bir cümle bırakır Garner önümüze.
Günün önemsiz zaferlerine beraber sevinebileceğim, tanıyıp tanıyacağım tek adamdı. (s. 78)
Bu cümlenin içerdiği (saklı) hikâyeyi okuyan herkes kendince yorumlayacak, tamamlayacaktır ama kadının “dönüşüm” derken ne demek istediği, “tecrübeliyim” dediğinde ne kastettiği az çok belirgin hale geliyor bu cümleyle. Beri yandan, kadının Philip’le konuşmalarından bize aktardıkları, boşandığı kocasına ilişkin değiniverdiği cümle ve hamile kadına rastladığında aklından geçenler, bunların her biri öbür anlatılan hale, âna dair anlatılanları az ya da çok tamamlıyor, daha doğrusu kadına ve hayatına ilişkin resmi biraz daha bütünlüyor.
Yazının girişinde “değişim”den söz etmiştim, Garner’ın öykü kişisiyse “dönüşüm” diyor. Bu ikisini şöyle bağlayamaz mıyız? Yaşanan ve yaşadığımız değişimlere vereceğimiz tepkilerden biri dönüşmek. Başta aktardığım kitabın ilk öyküsünde kadının çizgiyi geçmekle söylemek istediği de bu olsa gerek.
Eşiklerden birlikte geçilse bile, dönüşümler eşzamanlı olmayabilir ya da farklı dönüşümler yaşanabilir. Sınır/eşik meselesini daha başlığındaki virgülle duyuran kısacık “Karanlık, Aydınlık” öyküsünde zaman değil mekân değişikliği söz konusu gibidir – öyle midir? Öykü, “Geri dönmüş, öyle duyduk” cümlesiyle başlar ama sonunda kafalar biraz karışacaktır. Geri döndüğü söylenen kişi vaktiyle giden o eski kişi değildir; anlatılanlardan bunu anlarız, değişmiştir. Mekân burada bir metafordur artık, işaret ettiğinin tersini ima eden bir metafor.
Orada değildi artık, gitmişti, ağaçlar yapraklarla kaplıydı, aralarına renkli ampuller asılmıştı, giysilerimiz rahatsızdı, giysilerimiz koyu renkliydi, giysilerimiz öbür yerden alınmıştı, biz de öbür yerden geliyorduk, kadehlerimizi bıraktık, sırtımızı döndük, yine o öbür yere gitmek için döndük, döndük ve o öbür yere gittik, içerlemeden gittik, bırakıp gittik alçakgönüllülükle. (s. 25)
Geri dönenin nereye gidip de –geçici olarak– oradan döndüğü ve anlatıcının “öbür yer” derken neresini kastettiği az çok sezdirilir öyküde. “Kuzeyden geliyorlardı, güneşli yerden, mavi ve sarı yerden, parıldayan yerden, suyun yerinden. Başkentten.” Daha şatafatlı bir yerdir orası, “öbür yer” ise anlatıcının halen, geri döndüğü söylenen kişinin de bir zamanlar yaşadığı, çok daha mütevazı bir yerdir. Anlarız ki giden gittiği yerde dönüşmüştür, bir eşiği geride bırakmıştır; anlatıcı peki aynı mı kalmıştır, koyu renk giysileriyle, gitmediği için? Bunun cevabı alıntının sonunda. İçerlememeleri ve alçakgönüllülükleri yeni bir hal gibi tınılamıyor mu?

Çocuklar için Bach
çev. Darmin Hadzibegoviç
YKY
Şubat 2021
104 s.
Gidip de dönenler, giderken umduklarını bulamadan dönenler, bir laytmotif Garner’da. Çocuklar İçin Bach’ta Athena’nın başına gelen de böyle bir durumdur. O da mütevazı kırsal hayatından Philip’le birlikte daha ışıltılı bir hayata gider, ailesini, uygarlıktan hoşnutsuz kocası Dexter’ı ve biri özürlü iki oğlunu arkada bırakarak. Uygarlığa mı gitmiştir? Sanmıyorum, daha ziyade Philip’e gitmiştir, belki bir de farklı hayatların nasıl yaşandığını görmeye. Aslında farklı birine dönüşmeyi ummuştur giderken, ama ancak bir “turist”e dönüşür gittiği yerde.
Turistler ne yapar? Yürürler, dikilirler, bakarlar, alışveriş yaparlar. […] Ünlü anıtları, çeşmeleri, panjurlarla ve o döneme ait olmayan dantellerle dolu taştan evleri ziyaret ederler. Görülecek bir görev olmadan, günlerin bir rüyanın yavaşlığı içinde geçtiğini fark ederler. Varoluşlarının anlamsız olduğunu anlarlar. Kol kola girmiş yürüyenleri, gidecek bir evi olanları kıskanırlar. (ÇİB - s. 93)
Athena’nın kocası Dexter’ı anarken “uygarlıktan hoşnutsuz” demem boşuna değil. Helen Garner muzip öykü başlıkları seviyor. Birini anmıştım: “Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları”. Buna “Çizgili Kıyafetler Giymenin Psikolojik Etkileri” ve “Tüm O Lanet Genç Katolikler” eklenebilir. Son andığım iki başlık öykülerin içinde söylenip geçilen, öykülerin temasıyla, anlatılanlarla yakından ilgili olmayan sözler; ilkinden öyküde bahis bile yok. Bununla beraber uygarlığın nimetleri ve bundan hoşnutsuz olmak arasındaki gerilimin Garner’ı meşgul eden bir mesele olduğunu düşünüyorum. Bu gerilimi yaratan iki güçten birine ya da öbürüne büsbütün yaslanmıyor Garner, bu gerilimi duyurmakla yetiniyor. Uygarlık derken kastettiğinin uçak yolculukları, ışıltılı otel odaları, konser salonları, vs. olduğunu zannetmiyorum, bana yine bir dönüşüm hikâyesiyle karşı karşıyaymışız gibi geliyor. Uygarlık, yaşam tarzlarının çeşitlenmesi, insanların eskisinden farklı ilişkiler yeğlemeleri ya da ilişkilerinin dönüşüme uğraması, bakış açılarının, dünya görüşlerinin değişmesi, çeşitlenmesi. Elbette bunlar alışkanlıkların yarattığı konforu kaçıran şeyler, ama cazibeleri de yok değil; mevcudun yetersizliği, tatminsizliği de ortada üstelik, bunlardan sürgit kaçınmanın mümkün olmadığı da açık, yani değişimden ve dönüşmekten. Kuşak farkı dediğimiz de böyle bir şey değil mi? Gelgelelim Garner’ın kişilerinin büyük kısmı, inişlerin çıkışların, değişimin çok hızlı yaşandığı, bireylerin kendilerini bir ömür içinde farklı kuşaklardanmış gibi hissettiği bir kuşaktan; anlatılanlar çoğunlukla bu kuşağın girift, karmaşık hikâyesi, ama hemen hepsinin çocukları da bir biçimde anlatıların içinde kendilerini gösteriyorlar. Ebeveynlerinin yaşadıklarına, nasıl dönüştüklerine, nasıl direndiklerine yahut ne ölçüde katlandıklarına onlar da tanık. Çocuklar İçin Bach’ta anlatılanlar mesela Athena’nın, Dexter’ın, Philip’in ve Elizabeth’in hikâyeleri gibi görünse de, romanın adında “çocuklar” kelimesinin geçmesinden de anlaşılacağı gibi, ergenliğinin başlarındaki Arthur’la Poppy’nin ve on yedisindeki Vicki’nin de hikâyesi, hatta zihinsel özürlü Billy’nin de. Bu çocuklar, gençler hakkında pek az şey bilsek de… Bildiklerimizin en çarpıcısıysa “Benim Katı Yüreğim” öyküsündeki genç kızda karşımıza çıkıyor. Bu öykünün anlatıcısı kocası tarafından terk edilen bir kadındır; adamın evden gidişinin bir-iki gün sonrasında kız annesine şöyle çıkışır:
“Asla bilmiyorsun!” diye patladı. “Canı yanmış birini nasıl avutacağını asla bilmiyorsun! Şimdi ben de öyleyim, ben de bilmiyorum. Bana da senden bulaştı.” (s. 88 – vurgu metinde var.)
Son olarak Helen Garner’ın kişinin kendi içinde ya da kuşaklar içi yahut kuşaklar arası çatışma ve gerilimlerin yanında kadınla erkek arasındaki, erkeğin daha mütehakkim, daha bilgiç olmasından ve bunları pek doğal, kültürün bir gereği, bir sonucu olarak görmesinden kaynaklanan gerilimi de ısrarla sezdirdiğini belirtmek gerekir. “Bizim Söylediğimiz Sözler” bütünüyle bu meseleye odaklanmış bir öykü, ama öbür öykülerdeki (ve romandaki) Philip’lerin ya da “Borcunu Ödedi mi?” öyküsündeki müzisyenin hayatlarını kurdukları çizginin yamukluğu, eşitler arası ilişkiler sürdürmeyi değil kendilerini, arzularını hep önceledikleri dikkat çekiyor. (Bu, biraz da bu adamların sanatçı olmalarından kaynaklanıyor olmalı. Çifte kavrulmuş bir üstünlük duygusu, diyebiliriz sanırım.) Üstelik bunun pek farkında da değiller – işleri rast gittiği sürece. Gitmeyen örnekse “Borcunu Ödedi mi?”deki adamdır.
Ele alınabilecek, cevap bulunabilecek sorular olduğunu sanıyordu. Bunları bulmaya çalışmadı. Katlanmakla yetindi. (s. 75)
NOTLAR:
[1] Helen Garner, Çocuklar İçin Bach, çev. Darmin Hadzibegoviç, YKY, 2021, 101 s.
[2] Helen Garner, Misafir Odası, çev. Roza Hakmen, YKY, 2021, 108 s.
[3] Helen Garner, Benim Katı Yüreğim, çev. Darmin Hadzibegoviç, YKY, 2023, 101 s.
Önceki Yazı

Louise Glück’ün ardından:
Louise, nostos ve kapıları
“Bir Louise Glück şiirini çevirirken, onun sözcüklerle oynadığı oyunları kolayca ifade etmek ne mümkün! Islak çimlerdeki çiğdem yığınları da diyebiliriz, o ıslaklıktan yola çıkarak –suyun üzerindeymişçesine– sürüklenen çiğdemler de. En sonunda hayal eder, hisseder ve o çiğdemin süzüldüğünü görürsünüz. Glück’ün kullandığı birçok sözcük birkaç anlamlıdır ve o her birini kasteder.”