Hareket halindeki metinler
“Koçak’ın Virgül dergisindeki yazıları, eleştirmen yazara da karşılık verdiği, dilin araçsallığını ya da güzelliğini değil, derinliğini deneyimleyen kişi olduğu için, okumanın tüketim şöyle dursun, bir yaratım olmasının önünü açtı.”

Orhan Koçak
Ağustos ortasını geçince, ikindi vakitleri gitgide sararan, kırılıp ağaçlara, sokak aralarına, ev içlerine vurdukça gölgeleri uzatıp derinleştiren bir ışık eylül ayını sezdirir ince ince. Altmışlara ait, Seine Nehri kıyısının Notre Dame tarafına dizili sahaflarda yüzlercesini bulabileceğiniz, sonradan renklendirilmiş “Paris’te sonbahar” fotoğrafları gibi bir “eskimişlik”, yaklaşan, basma kalıp “eylül hüznü” yanında, “yıllar geçip gidiyor” duygusunu ağırlaştırır… Ya da mesela bir romanı hatırlatır; ‘80’lere kadar ‘68’in, şöhretleri dünyaya yayılan sahici kişilerin-Michel Foucault, Jaques Lacan, Philippe Sollers-takma adlarla yer aldığı bir arkadaş grubunun anlatıldığı, Julia Kristeva’nın Samuraylar’ını (Les Samouraïs, Gallimard); onların gençliklerinin en ele avuca sığmaz dönemlerinin, sivri, gözü pek, yaratıcı düşüncelerinin, edebiyatta, şiirde, eleştiride ustalaşmaya çalışan her biri birer Samuray olan bu kahramanların anlatıldığı…

Virgül Yazıları
Yayına hazırlayan: Erkal Ünal
Everest Yayınları
Ağustos 2023
526 s.
Belki de her mevsim, ay geçişleri, güneşin hareketleriyle insan ruhuna değişik şekillerde etki ediyor. O zaman hem bu eylül gölgeleri gibi hem Kristeva’nın ‘68’i gibi hem zamanın tek başına var olmadığını, nesnelerin hareketine bağlı, kendi öncesi ve sonrasıyla ilişkili bir hareket olduğunu düşünen Aristoteles gibi ben de bir zaman dilimi düşünebilirim. Aralarında üniversite öğrencileri, akademisyenler, çevirmenler, “anarşistler”, akademiye “ara verenler”, “tez yazanlar”, şiiri “bırakanlar”, “iş” bakanlar, eşler, sevgililer bulunan Virgül zamanının Ankarası’na ait bir zaman dilimini. Ve bu “cılız” gölgeler yanında, gruba şöyle bir uğrayıp geçen aceleci kalın gölgeleri, genç yaşta yitirdiğimiz bir efsaneyi, İstanbul’a kaptırılanları ya da kapılanları… – “Küçük burjuva tarzı yükseliş, talihsiz eski arkadaşların inkârını da kapsayan bir kopuşu gerektirir” der Pierre Bourdieu.Kılıçsız Samuraylar… Zaman zaman bir “yerde” toplanan-karşılaşan bu “bir avuç” entelektüel bir Bloomsbury değildi, yamalı bohça hali sınıfsaldı muhakkak, gelgelelim entelektüel olarak ilerleme eğiliminde olan arzularına Virgül dergisinin, vesilesiyle de Orhan Koçak’ın çok daha yeğin gölgesinin düştüğü ortadaydı.
Gazete ve popüler dergilerde karşılaştığımız “yargı”, “övgü” ya da “değerlendirme” yazılarının kodlanmış dilinin metne olan uzaklığını, alışıldık olanı, yavan konu ve düşünceleri kendine dert edinmiş bu grup, Roland Barthes’ın, Aristoteles’in hileli söz tekniğini açıklarken kullandığı “gerçeğe benzerlik” formülasyonunu biraz değiştirerek açıklarsak, eleştiride geleneğin, çoğunluğun, genel kanının aksi istikametinde yazıp çizdiği için yakınlık duyuyordu (bir anlamda) Koçak’a. Gerçeğe benzer olarak tanımlanan şeyse, bu otoritelerden hiçbirine ters düşmeyendi:
“Toplumumuzun film, roman ya da şarkı tüketir gibi eleştirel yorum tüketiyor olduğu düşünülürse, eski eleştiri de kitleye yönelik olarak addedebileceğimiz eleştiriden uzak değildir; eski eleştiri, kültürel topluluk nezdinde bir okur kitlesine sahiptir; birkaç büyük gazetenin edebiyat sayfalarında hüküm sürmekte ve gelenekten, bilgelerden, yaygın kanıdan, vb. kaynaklanan bilgiye ters düşmenin mümkün olmadığı entelektüel bir mantık dahilinde hareket etmektedir. Kısacası, eleştiride bir tür gerçeğe benzerlik ön plandadır.”[1]
Bu “yenilik” iddiasıyla Orhan Koçak yazılarının, genel olarak da eleştiri sözcüğünün üzerinde düşünmek, kavramsal ya da kavramsal değere sahip kelimelerin üretimini içeren bir tutkuyu incelemek anlamına geliyor. Kavramsal buluşları, yaratıcılığı… Kavramsal yaratımsa daha çok anlamın yeniden düzenlenmesine tekabül etmekte: Bir biçimden, yani yapıttan belirli bir anlam türetip “yaratmak”. Virgül’ün ilk sayısının sunuş yazısında söylendiği gibi:
“… Niçin çıkarıyoruz Virgül’ü? Okura yol göstermekten çok, kitaba bir eleştirel bağlam kazandırmak için. Bu ülkede başka kitap dergileri de olduğu halde, bazı önemli yayınların yeterince tartışılmadan özel kitaplıkların dilsiz dünyasında kaybolduğunu gördük, hep görüyoruz. Çoğu zaman gözden kaçan şey, o kitabın kendi türünden ya da farklı türlerden kitaplarla ilişkisi oluyor. Oysa anlamın ve anlamanın ilk koşulu, bağlamın bilinmesidir”.
Bu sözlere sırtımızı dayayıp, bağlamın nesneyi oluşturduğunun bilinciyle, bir olgunun dikkate alındığı bağlamı değiştirmekten, bir bağlamı diğeriyle, yeniyi eskiyle karşı karşıya getirmekten bahsedebiliriz; yani bir tür “yeniden tanımlamadan”, hatta belki, zihni oluşturan ağlar potansiyel olarak çok çeşitli nesnelerce değiştirildiğinde yeni anlaşılırlık bağlamları yaratmayı mümkün kıldığından, “yeniden bağlamsallaştırmadan”, ya da işte bizim kuşağımızın Orhan Koçak’ta görüp benimsediği eleştiri anlayışından. Mesele, klasik bir eserin modern bir okumasını üretmek değil, yapıt yalnızca “değiştiği” için yaşadığına göre, onun öğelerine bir anlaşılırlık, yani belirli bir uzaklık vererek ona “hareket” kazandırmaktır. S/Z’de, Sarrasine’in analizinde uygulanan yöntemin nelerden oluştuğu sorusuna Barthes şöyle yanıt verir: “(Bu metni) yeniden yazmaya, bugünün dilinde çözmeye çalıştım… Onu kırıp parçaladım, bir pencere vitrayı gibi yaldızladım.” Barthes eseri, üzerinde hareketin üretildiği bir “alt katman” olarak düşünüyordu. Bu, bir nesnenin (yapıtın) gerçekliğini değiştirmeden ona farklı bakış açıları getirilebildiği, metnin mantıkla ulaşılamaz değil, açıklanabilecek bir yapıya sahip olduğu anlamına gelir. Aristoteles için hareket, potansiyelde olmakla eylemde olmak arasındaki ayrımdır. Bir nesnenin özellikleri (rengi, biçimi, vb.), nesne algılandığı anda tam olarak gerçekleştiğinden, onun eylem halindeki varlığını da belirler. Ancak hiçbir nesne yalnızca eylem halinde olmasıyla belirlenemez; çünkü her somut nesne, her anda eylemde olabilmesi nedeniyle, neredeyse sınırsız sayıda yeni belirlenim almaya muktedirdir. Kültürsüz insan kültürlenebilir, tahta parçası yatak olabilir, vs. Filozofa göre doğayı anlamak, hareketin ne olduğuna dair anlayışımızı değiştirmeyi gerektirir, eylemde olan gerçekte olandır, başarılmış olandır. 4. Kitap bir şeyin başka bir şeyde nasıl olabileceğinin incelenmesiyle başlar. Barthes için, eleştiri eylemi başladığında “yazar ölmüştür”; “okurun doğumu yazarın ölümüyle avunmalıdır”. Metni özellikle karakterize eden şey, anlamın sonsuzca üretilebilmesidir:
“… Her çağ, aslında yapıtın meşru anlamını elinde bulundurduğuna inanabilir ama bu tekil anlamı çoğullaştırmak ve kapalı yapıtı açık bir yapıta dönüştürmek için biraz daha geniş bir tarihsel perspektiften bakmak yeterli olacaktır. Aslında bizzat yapıtın tanımı değişmektedir. O artık tarihsel bir olgu değildir, hiçbir tarih onun anlamını tüketemediği için yapıt artık antropolojik bir olguya dönüşmektedir. Dolayısıyla bir yapıtın çok anlamlılığı, beşeri törelerin göreliğiyle ilgili bir konu değildir; toplumun hataya meyletmesin değil, açık hale gelmeye doğru bir eğilim ifade eder. Yapıt, onu okuyanların kusuru nedeniyle değil, yapısı gereği aynı anda birden çok anlamı içinde barındırır.[2]
Yapıtın yazıldığı ilk biçimden ikinci bir yazı üretmek, hiç aklımızdan geçirmediğimiz başkalaşımların, sonu gelmez bir ayna oyununu önünü açmak anlamına gelir:
“Eleştiri, geleneksel yargılama işleviyle sınırlı kalsaydı sadece konformist olabilirdi; yani yargıçların çıkarlarına uygun davranabilirdi… Kurumların ve dillerin hakiki “eleştirisi”, onları “yargılamaya” değil, onların farklarını anlamaya, onları tefrik etmeye, bölümlemeye dayanır.” (s 10)
Peki bir referanslar, alıntılar, açıklamalar, bağlantılar, metaforlar dokusu olan eleştiri metni bu özelliklerinin biri ikisiyle “hareketlenmiş” sayılabilir mi? Eleştirmen dilini yazarınkine, kendi kavram-buluşlarını eserinkine eklerken, onda kendini dile getirmek için “nesneyi” bozamaz; bir imgeden yola çıkarak bir çözümleme, bir yorum yaparken yapıtı “tercüme” ettiğini, onu daha açık hale getirdiğini ileri süremez. Eleştirmen, anlamı ikiye, Orhan Koçak söz konusu olduğuna göre, bağımsız sıçramalar dışında, üçe dörde beşe-böler, parçalar ve yapıtın ilk dilinin üzerinde ikinci bir dil kurar. Barthes buna “yeniden biçimlendirme” adını verir; ancak yapıt salt bir yansı-t-madan ibaret değildir, bir diğer açıdan yeniden biçimlendirme, optik kısıtlara bağlı, güdümlü bir dönüşümdür. Eleştirmen:
“… Yansıttığı her şeyi dönüştürmeli; onları ancak ve ancak belirli yasalar uyarınca dönüştürmeli ve her zaman aynı yönde dönüştürmelidir.”[3]
Barthes eleştirmenin “her aklına eseni” söyleyemeyeceğini iddia ederken, kullandığı ifadeleri kısıtlayan şeyin manevi bir “hezeyan” korkusu olmadığını da ekler; tıpkı 11 Mart 2021 tarihinde, K24’te yayımlanan Orhan Koçak dosyası içindeki Necmiye Alpay yazısının, Koçak’ın “hezeyan” hakkını çoktandır elde ettiğini incelikle ortaya koyduğu gibi:
“… Düşüncesinin alanı böylesine geniş ve uğrakları kıvırcık salata yaprağının uzak kıvrımları olduğu ölçüde biz okurların ondan öğrenme oranımız ve aldığımız haz miktarı artıyor, ama aynı süreçte onun başkalarında, yani diğer yazar, düşünür ve kültür çevrelerinde kusur bulma olasılığı da yükseliyor. Mükemmeliyetçiliğin getirdiği huzursuzluk var belki; belki de aynı zamanda üstte olma hazzı, arzusu ya da ihtiyacı. Zaman ilerleyip yazdıkları arttıkça, üslubunda bir yandan kraliyet ailesinin üsttenci kipleri, diğer yandan hatırı sayılır bir yaratıcılığın içerikten güç alan biçim oyunları –ekleme, çıkarma, bükme– sökün ediyor. Anlam belirsizlikleri, eksiltili arabaşlıklar ve tam dozunda spekülasyonlarla söylem, kurmacanın sınırlarında ustalıkla oynuyor”.
Eleştiri, eğer niyetini açıkça ortaya koyarsa, düş gücüne, imgeye dayalı nedenlerle pekâlâ hezeyana kapılabilir; dahası, dili daraltacak yerde filizlendirdiği için, günümüz hezeyanları bazen yarının hakikatleri de olabilir.

Eleştirel faaliyetin olası koşulları üzerine bir düşünme dönemi başlatan Virgül dergisi, eleştiri metninin, eserin yerine teorik ve polemiksel olarak ikame edilmesinin olanaklarını tartışıyor, onun konusunun bütünsel bir yeniden tanımına, onu daha yüksek bir sorunsallık derecesine getirmeye girişiyordu. Koçak’ın yazılarıysa, eleştirmen yazara da karşılık verdiği, dilin araçsallığını ya da güzelliğini değil, derinliğini deneyimleyen kişi olduğu için, okumanın tüketim şöyle dursun, bir yaratım olmasının önünü açtı. Virgül Yazıları’nın tanıtım bülteni, onun “Virgül’de kaleme aldığı yazıları bir araya getirip ‘özel kitaplıkların dilsiz dünyası’nda kaybolmaktan kurtarmak istediğini” ifade ederek devam ediyor; sonuç olarak Virgül Yazıları da “kitaplaştı” ve “yeniden anlam vermeye başlaması” için “yeni” okurun bilinciyle temasa geçmesi, güncellenmesi, canlanması, hareketlenmesi gerekecek. Geçmişte bu yazılara ihtimam gösteren bir kuşaktan onları koruma altına alacak yeni bir kuşak tasarlamak mümkün mü bilmiyorum, ama kendi eleştirisinin sözlüğünü kuran Koçak’ın, yapıttan-öte, “kendi dili-tonuyla” hareketlendirdiği ve bizim “küçük grubun” şahit olduğu zaman diliminde, bu “küçük grubun” ruhuna gerçekten nüfuz edip onu dönüştürdüğünü söyleyebiliriz.
Kristeva, doğrudan kılıcı çağrıştıran “fallik” nesnesiyle kendi Samuraylar’ına, ne kadar “içerisinde” olursa olsun birbirinin “dışını” da temsil eden bu “arkadaş grubuna” bir mesafeden bakabiliyordu. Bir taraftan ben de, kadın yazarlara tahammül edemediğini “telafisiz bir yetersizlik” olarak tarif eden Koçak’ın, tüm o zenginliği içinde kendileri de “askıda” olan yeni imgeler yaratan dilinde, çoğunlukla kahkahalara neden olan “latif” dokundurmalarını, kinayeyi, muğlaklıkları, ironiyi, aşırılıkları birbiriyle vuruşturan bu “erk-entelektüelleri” “yeniden” düşündüğümde, Musset’nin dizelerini hatırlamadan edemiyorum:
Yol yorgunu bir pelikan,
Gecenin sisinde sazlıklarına döner
Aç yavruları koştururlar kıyıya
[…]
Yiyecek niyetine kalbini getirir.
Ve pay eder onu oğullarına, iç organlarıyla birlikte,
Şefkatle, hazla, dehşetle sarhoş[4]
Barthes’la bitirelim:
“… Bir metne gözlerle değil, yazı ile ‘dokunmak’, eleştiri ile okuma arasında derin bir boşluk yaratır… Okuma [ediminden] eleştiriye geçmek, arzuyu değiştirmek, artık yapıtı değil, kendi dilini arzulamak anlamına gelir. Ancak yine bu yolla, yapıtı, kendisini doğuran yazma isteğine geri göndermek demektir. Söz, kitabın çevresinde bu şekilde dolaşır: okumak ve yazmak: Tüm edebiyat, bir arzudan diğerine gidip durur. Kaç yazar sadece okuduğu için yazmıştır? Kaç eleştirmen sadece yazmak için okumuştur? Onlar, bir söz ortaya koymak için, kitabın iki kıyısını, göstergenin iki çehresini birbirine yaklaştırmışlardır. Eleştiri, dahil olduğumuz ve bizleri yazı’nın birliğine, yani hakikatine götüren bu tarih sürecindeki bir andan başka bir şey değildir.”[5]
NOTLAR:
[1] Roland Barthes, Eleştiri ve Hakikat, çev. Elif Bildirici, Melike Işık Durmaz, İletişim Yayınları, 2020, s. 11
[2] Eleştiri ve Hakikat, s. 44
[3] Eleştiri ve Hakikat, s. 57
[4] A. De Musset, La Nuit de Mai, Poésies completes içinde, s. 415.
[5] Eleştiri ve Hakikat, s. 71
* Bu yazının K24’e teslim tarihi 18 Eylül 2023. Orhan Koçak’ın, Birikim Dergisi’nde yayımlanan 26 Eylül 2023 tarihli Şiir ve Meteoroloji II başlıklı yazısı da sonbahardan, eylül ayından, bu ayın getirdiklerinden bahsediyor, küçük bir tarihsellikle. “Koçak’ın vurduğu yerde gül biter” diyor kimi entelektüellerimiz, ben de bu çakışmayla avunayım bari.
Önceki Yazı

Araba Sevdası romanında yapı ve temayı aşmak:
Çamlıca’da blonde bir hayalet dolaşıyor...
“Araba Sevdası’nda anlatıcılar birbirine karışır ya da birbirinin yerini alır, roman bir anlatıcılar karnavalına dönüşür. Metnin yapısını oluşturan parçalara baktığımızda; diyalog, mektup, bilinç akımı gibi roman araçlarının kendi sınırlarını aşarak birer anlatıcı rolüne büründüğü görülür.”