Daldaki Kuş’un kımıltıları
“Birtakım duyguların kişisel bir kazıbilimini yaptığını söylemek mümkün belki de Necati Tosuner’in Daldaki Kuş’ta. Öykülerin anlatıcısının yaptığı kazıya kendisini de kattığını söylemeye gerek yok, kendisini can acıtasıya kazıdığını. Çok zaman kazıdan çıkanların 'yıkıntı' olduğunu söylüyor olmasına karşın bunda 'övünç' ya da 'sevinç' bulduğu da oluyor.”

Necati Tosuner
Necati Tosuner’in Daldaki Kuş’u kımıl kımıl, oysa okuyanların kitaptaki öyküleri “olaysız” bulması da pek olası. Evinde, hatta odasında oturmuş, bir odadan öbürüne geçmeyen, evinde bir başka oda bulunup bulunmadığını bile bilemediğimiz, en kabadayısı kalkıp pencereden sokak lambasına konmuş martılara, poyrazın sürüklediği kararmış bulutlara bakan bir adamın kımıltısız hayatından kimi anların sıralandığı sanılabilir. Oysa Tosuner’in yaşının hayli ilerlediğini anladığımız öykü anlatıcısının zihninden geçenlere, düşündüklerine, düşüncelerinin akışına, duygularına, duyguların ışık hızıyla karşıt duygularla yer değiştirivermesine, bu yer değiştirmelere konan mimlere, çekincelere, çekilen ah’lara, bir duyguyu daha geldiği anda hemencecik geçmişteki benzerleriyle karşılaştıran belleğine, belleğine üşüşen çocukluktan, gençlik yıllarından, orta yaştan sahnelerin şimdidekiyle aynılıklarını ya da aykırılığını saptarken kapıldığı yeni duygulara, bunları anlamaya çalışmasına, bu çabanın alet edevatı kelimelerin seçilişine, sıralanışına, yinelenişine, yinelenirken uğradığı küçük değişimlere dikkat edildiğinde bu metinlerin olaysız değil, hareketlerle dolu olduğu görülecektir.
Bu kadar düz değil üstelik, sözgelimi bir duygudan söz edildiğinde o duygu mutlak bir tanımla söze gelmiyor, o duygunun içinde barındırdığı potansiyeller de anılıyor. Beri yandan o duygu sabit de değil, başka bir duyguya dönüşebilir ya da başka duygularla yer değiştirebilir. Ama önce adı konacak, kelimeler bu işe koşulacak. “Geç kalmışlık” denecek örneğin öykülerden birinde, gelgelelim bu duygunun “dile getirilme biçimi” bile daha baştan içerisinde birtakım kımıltılar barındırmaktadır.
Biraz geç kalmış gibiydim. Sanki her şeye. Tümüyle her şeye biraz geç kalmış gibiydim.
Andaki, şimdideki duygu birkaç cümleyle sarılan bir yumak gibi çoğalıyor, yedeğine geçmiş geç kalmışlıkları alarak. Giderek olaylar gelişecek. Sürdürelim okumayı kaldığımız yerden.
Öyle –biraz bile olsa– geç kalmışlığın üzünç veren bir yanı vardı elbet. Hem de nasıl!.. Ama insanı delirten bir gücü yoktu. Biraz geçtikte, insanın içinde bir burukluk bırakmaya başlayan bir üzünç oluyordu. Dahası, sevilesi bir üzünce bile benziyordu sanki. Böyle algılamaya başlamakla, kendini avutmaya kalkışmak için kendini –kendine karşı kendini– yüreklendirmeye çabalamış oluyorsun. (s. 9)
Her şeye geç kalmışlık duygusunun barındırdığı üzüncü takip edebilecek olasılıklar oldukça çeşitli: delirme, burukluk, sevilesilik. Dikkatli ve sezgisi güçlü anlatıcı bunların hangilerinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine odaklanmışken içeriden bir başka uyarıcı daha başını gösteriveriyor. Algıladıklarının, sezdiklerinin, içe bakışı, odaklanışı sırasında gördüklerinin ya da gördüğünü sandıklarının nesnelliğini geçersizleştiren, bunları hatıra getirenin bir başka duygu olabileceğine ilişkin bir farkındalık. “–kendine karşı kendini– yüreklendirme” çabası.
Üstelik yumaktaki bir düğüm daha kendisini duyuruyor burada. “Kendini yüreklendirme” demiyor da, “–kendine karşı kendini– yüreklendirme” diyor anlatıcı. Aralarındaki fark açık, yine de vurgulayayım: “–kendine karşı kendini– yüreklendirme”de “kendini yüreklendirme”de bulunmayan bir karşı-kuvvet söz konusu; yüreklendirilmeye karşı bir direnç, daha doğrusu bir başkasının (“öbür kendi” diyebiliriz sanırım bu varlığa) yüreksizlendirmesi, oysa ilkinde görece nötr bir konum söz konusu.
“Adı Güzel Panayır” adlı bu öykü okunduğunda geç kalmışlığın neden olduğu üzüncün katedeceği daha birçok yol olduğu görülecektir. Daha önce anılan “burukluk” istasyonlardan biridir, ama hemen uzanılabilecek bir yerde “sevinç” de varlığını duyurur, ne ki ancak “geç kalmış olma korkusunu bir anlığına yaşa[dıktan]” sonra belirecektir o. Aman diyeyim, korkuların, geç kalmaların, buruklukların ve üzünçlerin üzerinden atlayıveren bir sevinç sanılmasın; biraz “sanki” bir sevinçtir, varacağı sonraki istasyon “ah ki ah!” istasyonudur, oraya varmadan “Gelsin gerçekler!” denmiş bir istasyondur.
Bu öyküdeki kımıltılar burada da bitmez, yol sürer, yolcu yorgun düşmüş de olsa – odasından çıkmadan çıktığı bu yolculukta. Daha bu yorgunluğun iç kımıltılarını bize anlatacaktır öykünün anlatıcısı, “Yaşamaktan yorula yorula artmış bir yorgunluk” diye özetleyecektir, ama bir övünç de içerdiğini söylemeden geçmeyecektir. Neyin övüncü olduğunu çok açık etmeyecektir ama. Salt yorulmuş olmanın övüncü olmasa gerek, “bir kahve içimi sevinç” söz konusu olduğuna göre varacağı yerde, bir de kahve falı ayrıca. Demek tek kişilik değildir anlatı, sevinç bundadır. Öykü, ne var ki, burada da bitmez, “sona eren gün bitmeden” bir istasyon daha – “buz grisi ayrılık”.

Daldaki Kuş
Axis Yayınları
2023
159 s.
Tosuner’in öykülerinde bu kımıl kımıl hareketliliği şu ya da bu ölçekte, şu ya da bu hızla ilerlerken görmek, sezmek, takip etmek mümkün. Kavramların, duyguların kendi içlerindeki hareketleri öncelikle: Giderek derine inen, geçmiş deneyimlerin, unutulayazıp da unutulmamış duyguların, duyumların tortularına bulanan, belki onlarla tartılan, bu sırada zenginleşen ya da kötürümleşen... Peşi sıra ya da eşzamanlı olarak birbirlerini çağırışları, kovalayışları, birbirlerinden kaçamayışları, eklemlenişleri. Bütün bunların kaydını tutan anlatıcının tetikteliği, külyutmazlığı, içe keskin bakışı sonra. Sorgulamayı sürdürmesi en külyutmaz ve en şaşırmaya alışmamış haliyle, kendisiyle tutuştuğu kavgada aldığı yumrukları sayarak, sonucunu, sonuçlarını sakınmasızca tartılara yerleştirerek, ince ince çözümleyip ortaya sererek.
Böyle diyorum ama aynı anlatıcı onca yılın ardından şaşırıyor mu şaşırıyor bazen de, çok kez yaşandığı halde ilk kezmiş duygusu verişi karşısında nasıl olup da buna alışmamış olduğuna şaşırıyor örneğin. Yürek ağrısında barınan sevinci de aynı biçimde şaşırarak karşılıyor. Birtakım duyguların kişisel bir kazıbilimini yaptığını söylemek mümkün belki de Necati Tosuner’in Daldaki Kuş’ta. Öykülerin anlatıcısının yaptığı kazıya kendisini de kattığını söylemeye gerek yok, kendisini can acıtasıya kazıdığını. Çok zaman kazıdan çıkanların “yıkıntı” olduğunu söylüyor olmasına karşın bunda “övünç” ya da “sevinç” bulduğu da oluyor. Sanırım kazıdan çıkanlar önünde sonunda yıkıntılar da olsa, kazıdan eli boş dönmediği için hoşnut ve doygun, kazıyı yapabilmiş olmaktan ya da; benzer biçimde, kazının katmanlarını fark etmesi de etkili olabilir bunda. Ancak hoşnutluktan ve doygunluktan söz edildiğinde ışıltılı, parıltılı bir şeyler gelmesin gözler önüne. Yara bere içinde kalınmış kazıların övünçlü ve sevinçli yanı derken, bildiğimiz, insanın yüzünden güller açtıran duygular değil söz konusu olan, ama şu örneğin: Yenilginlikte ustalaşmış olduğunu fark etmek, gerçeği bulmayı hep el üstünde tutmuş olmak, kendisine eziyet edeceğini bile bile gerçeklerin ucunu sivrilttiğini unutmamak, yalnızlığının ince ince işlenmişliğini görmek. Üstelik her seferden, her kazıdan doygunlukla dönülmüyor; nice usançtan, sayısız boşa çıkmışlıktan, birçok boşunalık duygusundan, üstelik kim bilir kaçıncı kez, daha önce yaşanmış, duyumsanmış olmasına karşın kaçınamıyor, kaçamıyor bunlardan. Nerede o zaman doygunluk? Denecek olursa, üstüne gitmiş olmakta, diye yanıtlayabilirim, kaçış sapaklarından kaçmamakta, gibi yaparak çevresinden dolanma kurnazlıklarına gönül indirmemekte, olur da gönül indirdiğinde kendi kendini anında sobelemekte.
Boşunalık duygusu da değil salt. Bunca serüvende kaçınılması olanaksız uğraklarından biri de, hatta vazgeçilmez olanı belki, saçmalıkla karşılaşmak, yüzleşmek hiç kuşkusuz – “Saçmalıklar asılır kal[ır] zihninde”. Kişi, ne kadar tetikte olursa olsun kendisini kurtaramayabilir bundan, gelgelelim kendiyle giriştiği kavgadan; kendi içinin daha derinlerine, daha derinlerine döne dolaşa, gide gele sakınmasızca bakma uğraşı, oradakileri görme çabası, usançların, çaresizliklerin, yenilginliklerin, saçmalıkların yanı sıra başka şeyler de kalmıştır – katlanma da denebilir, alışkanlıktan da söz edilebilir, ama hepsini önceleyen bir başka bilgi, bir başka bakış, belki de bilinç, çokça yıpransa, tortusuyla, yıkıntısıyla da kalsa, ama kalmıştır işte. Üstelik onunla karşılaşılmamıştır, yolculukta inşa edilmiştir o, yolculuğun anlamı olmuştur, anlamını kurmuştur.
Herkese hiç de açık olmayan örtük bir dünyanın nemli altgeçitlerinden geçerek. Bulmak için. Günün birinde, demek ki böyle de aranırmış diyerek ona bir anlam yakıştırabilmek için. Bile bile. Yitireceğin yoldan bile bile hiç sakınmadan. Sakınmadan çünkü, geçtiğin yolu yitirmeyi de göze alarak.
Hep bir arayışla. Benzeşler arasında.. benzeşmeyenler arasında, bir arada ya da ayrı ayrı bir arada hiç olmayanlar arasında bir arayışla. Sevenler ya da sevmeye kıyamayanlar arasında –anlama anlam kazandırma çabalarıyla– aramaya derin anlamlar yükleyerek. Kolay taşınabilir anlamlarla aramayı yüceltilmiş değerler içinde yükselterek. Değerler sıralamasında ona hep önem vererek. Kayırmaya hiç gerek kalmayan bir kaçınılmazlık ekleyerek ona ve erişmeyi özlenen bir umut kılarak. Kendi umudunu kendi yaratarak ve özenle yaşatarak onu. Hep o umudu önde tutarak ve bir korunak olarak o umudu önde tutmayı başararak.
Umudun ışıltılı gücüyle delerek belirsizliğin karanlığını, yılmadan, usanmadan asla, aramak... bulmayı aramak örtük bir dünyanın nemli altgeçitlerinden geçerek. Umutla edinilmiş bir sarsılmaz güvenle hiç duraksamadan nemli altgeçitlerinden geçerek örtük bir dünyanın o gizemli varlığının içine doğru, – herkes için olan ama herkese hiç de açık olmayan. (s. 107)

Başta “örtük bir dünyanın nemli altgeçitlerinden geçerek” denmişken alıntının sonunda bu kez “altgeçitlerinden geçerek örtük bir dünyanın o gizemli varlığının içine doğru” ilerlendiğinden söz edildiği dikkatli gözlerden kaçmamış olmalı. Bir de örtük dünyaya yeni bir nitelik eklendiği: “Gizemli bir varlık” dendiği. Baştaki cümleyle sondaki cümle örtük dünyanın herkese açık olmadığı konusunda anlaşıyorlar, ama ikincisinde bir ek var, örtük dünyanın “herkes için” olduğunun altı çiziliyor. Tam olarak anlamını ele vermediği kesin Tosuner’in bu cümlelerinin, ama sanki içerisinde bir yöntem de önerilmiyor mu? “Benzeşler arasında.. benzeşmeyenler arasında, bir arada ya da ayrı ayrı bir arada hiç olmayanlar arasında bir arayışla.” Alıntının başıyla sonunun benzeşen ve benzeşmeyen yanlarına dikkat çekmem bundan. Arayışın niteliğini belirleyen de bunlar sanki. Örtüklük kabul, ama nedir örtük olan, ya da apaçık olmayan? Başka bir deyişle, arayış neyin arayışı? Örtüyü sıyırmak, ama bunun için örtüsünü sıyıracağımız dünyanın altgeçitlerinden geçmek şart; bu da yetmez, altgeçitlerden geçerek örtük bir dünyanın o gizemli varlığının içine doğru ilerlemek de öneriliyor. Bu dünyanın herkese açık olmamakla birlikte “herkes için” olduğunun söylenmesi, içine doğru ilerleme olanağımızın bulunduğu gizemli varlığın kendimiz olduğu sonucuna götürüyor beni. Benzer biçimde dünya ya da varoluş gibi meselelerdeki altgeçidin, altgeçitlerin de kendimiz olabileceğimizi düşünme yanlısıyım. Dolayısıyla kendi içimize yönelmiş olan arayışımız bunların anlamına da yönelik olabilecektir.
Eklememek olmaz, Tosuner formüllerin, çizelgelerin yazarı değil, bu yüzden belki de aşırı bir yorumla yaklaştığım “Işıltılı Güç” başlıklı öykünün devamından birkaç cümle daha aktaracağım.
Bulamayışlar.
Biliyorsun ki, bulamayışlarla doludur arayışın varlığı. Bulamayışın açtığı yaralarla doludur. Acıyan yaralara katlanmakla sürer arayış. Ancak daha büyük yaralarla unutulmuşluk kazanabilir daha önce açılmış yaraların acıları. (s. 108)
Buraya kadar anlatmaya çalıştıklarımla, bu öykülerin anlatıcısının büsbütün içine dönmüş, kendi üzerine kapanmış biri olduğu yanılgısı yaratmak istemem. Aksine, kendisiyle olan bitimsiz kavgasının yanında dışarıda süren kavgaların da ayırdında, bunlara “geçti benden” diyerek göz yuman biri de değil asla. Bize aktardıklarında hayli cehennemler mevcut, çocukluğundan, gençliğinden, ilerlemiş yaşlarından, ama şunu da vurgulamadan geçemeyen biri o:
Var mıdır hırlıya hırlı.. hırsıza hırsız diyemeyişten daha büyük cehennem! (s. 39)
Yaşadığı(mız) çağı, içinden geçmekte olduğu(muz) günleri veciz biçimde ifade ettiği şu cümlelerin, öykü kişisinin kendiyle yakınlaşma çabasından, yalnızlığından, yalnızlığından ışıyan övünçten söz ettikten sonra kendiyle yakınlaşma çabasının da (birçok şey gibi) nasıl boşa gittiğini anlattığı metnin ortasında karşımıza çıkması da boşuna değil bence.
Yaşanılan kötülük, kötülük olarak sanki yetersiz bulunuyor, hemen kötülüğün daha kötüsü hızla değer kazanıyordu.
İnsanlar dört bir yandan dört bir yana, suça ve günaha iteleniyordu.
Duman dağılıp gidiyor, ardından kül savruluyordu.
Kan tutmuştu herkesi, dualar kan saçıyordu.
Birden, bilinen bilinmeyen bir yerde o sırada ayrıksı ve tekil bir ses, kalabalığın uğultusu arasından sanki bir çınlama gibi yükseldi ve uğultuyu bastırdı:
“Yitirmeyin umudunuzu!” (s. 93 – vurgu metinde var.)
Çünkü hak edilmiş bir umuttur kitap boyunca sözü edilen. Kırılmış, boşa gitmiş, boşa çıkmış, yıkıntı halini almış olsa da ışıltısını korumuştur ve vazgeçilmemiştir ondan. Anlamın kurulduğu, korunduğu, sürdüğü şeyin arayış olduğundan, onun iki yoldaşından birinin de umut olduğundan söz ettim – öbürü de “bulamayış” olduğuna göre, kötülüğe karşı iyilik arayışında, kötülüğün “kendisini özendire özendire yayıldıkça yayıl[dığı]” bulamayış zamanlarında hatırlanacak olan da yine umut olacaktır.
Tosuner’in öykülerindeki kımıl kımıllıktan söz ederek başlamıştım; kendi içinde başlayıp süren, orada kalmayıp dışa, bir duygudan öbürüne, bir zaman diliminden bir başkasına sürgit ilerleyen, bazen girdaplanan, bazen sıçrayan, elbette arada kimi zaman düşüveren, kesilen, durgunlaşan, açılan ve kapanan yani, açılmayı ve kapanmayı seslerle ritimlerle duyuran kımıltılardan. Kişisel hikâyeleri toplumsalla buluşturan da bu yoğun, bu sürgit hareket işte – anlatılanlar kadar duyguların, tutkuların, hüsranların ve arayışların dile gelme biçimlerinin de durağan olmadığını eklemeliyim. Kişisel arayışı bu nedenlerle daha büyük anlamların arayışından uzak ve yalıtık tutmak olanaksız. Bu arayışların yöntemlerini de…
Ve yok sayılmış bireyliğini inatla kuşanarak. Her şeyi bilerek ve hiçbir zaman bile bile bilmezden gelmeyerek. Kendinle direnerek. Kendine de kendinle direnerek. Kaderin şaşmaz kadersizliğini süzerek. Kendinden ayırarak kadersizliği.
Özenle ayırarak. (s. 69)
Necati Tosuner’e öykünerek bitireyim. Hediyesi Türkçe şöleni.
Önceki Yazı

Küskün’ün Safa’sı
“İtiraf etmeliyim ki Ahmet Çiğdem'in Türk uç sağının en 'Batılı', çünkü en Batıcı ve en bulanık ama aynı zamanda en gergin zihinlerinden romancı ve denemeci/fıkracı Peyami Safa’yı bu kitabın kadrosu içine almasını hem beklemiyor hem de bekliyordum. Bu çatışık beklentinin sebeplerini açıklamaya çalışacağım. Ama daha en baştan şu söylenebilir: Matmazel Noraliya’nın Koltuğu yazarı 'kavruktu' ama 'Anadolulu' değildi.”
Sonraki Yazı

Fidan Terzioğlu ile söyleşi:
Tasavvuf gözüyle yapay zekâ filmleri
“Yolum beni sinemadan, hikâyelerden, hikâye anlatma yöntemlerimizden geçiriyor. Onlarla meşgul olarak öğreniyorum. Bu durumda bilimkurgu alanı, yapay zekâ filmleri kendini bana çeken devasa bir yıldız kümesi gibi. Bu yıldız kümesindeki birincil soruların belki de en başında, yine aynı soru var. İnsanı insan yapan nedir? Yapay zekâyı insandan ayıran nedir?”