
Memleketin mağrurları ve mağdurları siyaset yahut politika sanılan bataklığın görünür ya da görünmez kuytularında debelenirken, o badireden yakasını erken kurtaran Muhsin Kızılkaya edebiyat dünyasının ara sokaklarında geziniyor bir süredir. Gezindiği yetmezmiş gibi, ışıltısıyla hüznü birbirine yakışan şadırvan şenlikleri de düzenliyor kirpiklerini buna benzer inceliklere kapatanlar coğrafyasında. Başka meraklısı var mıdır bilmiyorum ama ben bir zamanlar Moda’dan Marmara’ya bakarak, yıllar sonra biyografisini kaleme alacağı Yılmaz Erdoğan’la birlikte çaylar içtiğimiz Kızılkaya’nın Habertürk’teki yazılarını kaçırmamaya çalışıyorum. Anlatılanların bir kısmı dedikodudan ibaret bulunsa da, referans ve kaynak gösterme hususunda bu topraklarda yadırganmayacak ihmaller sık sık boy gösterse de, söz konusu olan bir tür vaha netice itibariyle. Yoldan ve yolcudan yorgun düşmüşlerin, Bir Avuç Gökyüzü bulabildiği bir sahil kasabası bir başka ifadeyle.
Ve fakat, Üvercinka’nın Kasıkları ismindeki erotik çağrıya göz kırpmanın veya, “Aferin, iyi pazarlama yöntemi” diye şapkalarda tavşan ya da keçiboynuzu aramanın anlamı yok şimdilik. Aksi halde, Salâh Birsel’in o güzelim Salâh Bey Tarihi’nde neden böyle bir yola başvurmadığı tarzında soru işaretleri ve ünlemler işgal edebilir zihninizi. Zaman zaman Salâh Bey’e referans veren Muhsin Kızılkaya hakikaten görmemiş olabilir mi acaba bu çiğliği ya da çığlığı?
Bunlar psiko-teknik meseleler tabii ki; teknik değil de estetik ve etik meseleler var bir de. Cemal Süreya’nın şiirinin ismini kitabına yakıştıran Kızılkaya, Murat Belge’nin Şairaneden Şiirsel’e (İletişim Yayınları, 2018) isimli kitabından, kitap hakkında yapılan tartışmalardan haberdar değil mi sahiden? Okumuş olsa, Cemal Süreya’nın o çok sevdiğini söylediği Tomris Uyar’ı dövdüğünü öğrendikten sonra bir miktar rahatsızlık duyar ve mütereddit davranır, en azından, Üvercinka’nın Kasıkları’nın müsait bir yerine bunu da iliştirmeyi ihmal etmezdi, öyle ya! Bahse konu ihmalin gerisinde, sevilen şair ve yazarları esirgeme, buna benzer ilkellikleri yakıştıramama türünden bir gönül gözü yüceliği yattığına dair ihtimallere heveslensek bile, Tomris Uyar’ın sözleri de ortada ve gayet okunaklı. Murat Belge durup dururken arkadaşı Cemal Süreya’ya iftira atacak bir isim değil ki...
Nâzım Hikmet bahsindeki umursamazlık da aynı kapıya çıkıyor üstelik. Evet, orada dayak filan yok ama Münevver Hanım, Piraye ve Galina’nın zerre umursanmadan yolun ortasında bırakılmışlıkları var ki, o şiirleri yazanla bunları yapan aynı insan mı diye kuşkuya kapılıyorsunuz. Kitaplar arasında birdirbir oynamaktan hoşlanan Kızılkaya, şairin Münevver Hanım ile oğlu Memet’e reva gördüğü muameleyi, Memet Fuat’ın (Nâzım Hikmet, Adam Yayıncılık, 2000) veya Saime Göksu ile Edward Timms’in yazdığı biyografilerden (Romantik Komünist, Doğan Kitap, 2001) okuyabilir vakit bulunca. Hepsi bir tarafa, “O mavi bir gözlü bir devdi / Mini minnacık bir kadın sevdi” ifadesindeki kibri ve aşağılamayı görmek çok mu zor acaba?

Muhsin Kızılkaya’nın edebi kahramanlarını esirgeme çabalarını bir kenara bırakıp üsluba değinelim biraz da. Kitabın 121. sayfasında, Cemil Meriç’in Akademi Kitabevi’nde “bir imza etkinliği”ne katıldığından söz ediliyor mesela. Cehaletim mazur görülsün lütfen, “imza etkinliği” nedir sahiden? Benim tanıdığım, görmeyen gözlerine bakarken görmekten utandığım Cemil Meriç bu ifadeyi duysa, o şahane öfkesini kuşanıp Caddebostan’dan Suadiye sahillerine kadar kovalardı Muhsin Kızılkaya’yı! Tabii arkasından çay veya kahve ikramını da ihmal etmezdi. Çayları ve kahveleri hazırlayan Ümit Hanım’dı ne de olsa…
Nedendir bilinmez, edebiyata meftun bir insan sıfatıyla, Rauf Mutluay’ın Bende Yaşayanlar ya da Mehmet Seyda’nın Edebiyatçı Dostlarım isimli kitaplarını okuduğum günden beri böyle metinleri ziyadesiyle severim. Adını andığım yazarlar yaşadıklarını ve tanıdıklarını anlatıyordu tahmin edilebileceği gibi. Muhsin Kızılkaya ise okuduklarını ve / veya duyduklarını döküyor satırlara. Döksün elbette, itirazım yok ama kaynak göstermek konusundaki cimriliği muhtelif sorunlara sebebiyet veriyor. Ümit Yaşar’ın Teşvikiye’deki cenaze törenine katılmak üzere yola çıkan Salâh Bey’in Çatalçeşme’deki evinden Şaşkınbakkal’a kadar dolmuşla gitmesi ve oradan da Taksim dolmuşuna binmesi sözgelişi. Kızılkaya kadar olmasa da, Salâh Bey’in kendisini de, evini de gayet iyi bilirim. Boğaziçi Şıngır Mıngır müellifi, tıpkı o yıllarda olduğu gibi bugün de Bostancı’dan kalkan Taksim dolmuşuna Çatalçeşme’den binmeyecek ya da binemeyecek kadar özürlü müydü yoksa?
Hayır, elbette Muhsin Kızılkaya’nın emeğini küçümsemek veya küçültmek amacıyla yazmıyorum bunları. Sokaklarında sere serpe gezindiği edebiyat sahillerinin, esasen incelikler ülkesi sıfatını taşıması gerektiğini hatırlatmak istiyorum sadece.