Füruğ Ferruhzad’ı, Sâdık Hidayet’i, Goli Taraghi’yi, Gulam Hüseyin Sâedi’yi (F. Eyvazi ile), Nasser Saffarian’ı (D. Önder ile), Ali Eşref Dervişyan’ı, Abbas Kiyarüstemi’yi dilimize kazandıran Makbule Aras Eyvazi, Sonun Bacakları (öykü, 2021) ve Başa Dönemeyiz’in (roman, 2022) ardından ikinci öykü kitabı Ustam Diyorum Öldüile okurlarının karşısında. İran edebiyatı ve Farsça ile çok fazla hemhal olduğu için belki de, Eyvazi’nin öykülerinde farklı, belki de İran edebiyatından buralara taşıdığı, kendine mahsus bir dil, okuma lezzeti mevcut.
Ustam Diyorum Öldü’nün epey süredir (aslında Sabahattin Ali’nin Yeni Dünya adlı öykü kitabından bu yana) okuduğum en iyi öykü kitabı olduğunu düşündüm. Bunun sebebi yazarın olağandışı öykü karakterleri seçmesi değil. Okuru yerden yere vuracak muhtelif olaylar silsilesi, okurları kurgu labirentlerinde heyecanla sürüklemesi değil. Öyküleri duygularla dağlaması da değil. Örneğin kitabın ilk öyküsü olan, kitaba ismini veren öyküyü heykel ustasını “gömüp gelen” Rânâ’nın ağzından dinliyoruz. Yazarın, öykülerin başarısı, gerçek imzası öykü başlar başlamaz birkaç cümleyle çok hızlı inşa ettiği atmosferde, bütünlükte, kuvvetli üslupta, art arda okuduğumuz iyi imgelerde saklı. Bu kuvveti damak tadı gelişkin her okurun hemen hissedeceğini düşünüyorum. Çünkü çağdaş edebiyatımızda bu denli iyi öykülere her zaman rastlamıyoruz. O yüzden altını çizmek, ön plana çıkarmak, daha çok okura ulaşmasına aracı olmak istiyorum.
Bir tür edebiyat ıssızlığı mı yoksa edebiyat sessizliği mi bu öykülerin gücünü artıran? Sessizlikleri, hareketsizlikleri de doğru konumlandırıp kullanarak öykülerin atmosferi güçleniyor ve kitaptaki birçok öyküde keşke bitmeseydi diyorsunuz. Keşke biraz daha sürse, devam etse.
Artık bir öyküyü ya da bir romanı farklı olay örgüleri kullanarak ne kadar ileriye taşıyabiliriz, ben emin değilim. Elbette bir tiyatro oyunu ya da bir dizi / sinema filmi bu şekilde kendi tarihlerine nazaran ilerleyebilirler. Ancak bir öyküyü diğer öykülerden daha yukarıda tutmamızın asıl sebebinin üslup olduğunu, daha doğrusu üslup olması gerektiğini düşünüyorum. O öykünün biricikliği, kendine mahsusluğu kelimelerin, cümlelerin sıralanışında kullanılan dilin o yazarın tarzının yakınlarında oluşunda değil midir daha ziyade? Doksanlı yıllardan bu yana öykülerimizdeki en büyük problemlerden biri olduğunu düşündüğüm öykü karakterlerinin pek konuşmamaları ya da öykülerin betimlemeler arasında nefes alamamaları bile bana göre üslubun gücüyle kıyaslandığında görece daha önemsiz noktalar olarak görünüyor.
Şiirler öykülere dahil oluyor
Kitabın ilk yarısındaki öykülerde (“Ustam Diyorum Öldü”, “Kudret’ti Adı”, “Göğüsleri”, “Dördü Üç Geçe”, “Damat Halayı”, “Bir Sevdadan Geriye”) –hele ki ilk öykülerde– hep Füruğ Ferruhzad geldi aklıma. Yanılıyor da olabilirim elbette, ancak eğer Füruğ Ferruhzad öyküler yazsaydı böyle öyküler olabilirdi diye düşündüm. Çünkü Eyvazi’nin bu ilk öykülerdeki cümleleri çoğunlukla eksiltili, adeta şiir dizeleri.[1] Bir yandan da çok güçlüler. Ben bir yandan da bir öykü, roman ya da herhangi bir edebi tür ne kadar, hangi yoğunlukta şiire yakınlaşırsa, yaklaşırsa o kadar iyi olduğu fikrindeyim. Ne kadar şiire yakın, ne kadar sıradanlıktan uzak, o kadar başarılı. Yoksa yazmamızın ne gibi bir kıymeti, artı değeri olurdu ki? Üslup, anlatım kalabalıklardan, kalabalık ifadelerden uzaklaşmalı; sadelik ve keskinlik, iyi bir şiirde olduğu gibi tıpkı, tüm gücüyle okura geçmeli. Bana göre Eyvazi’nin kitabının ilk yarısındaki öykülerinde bu güç, şiirsellik ziyadesiyle mevcut. Kitabın ikinci yarısında ise bana göre yazar şiirsellikten peyderpey uzaklaşıyor, ancak bu sefer de başka bir şey oluyor: Bu kez şiirler bizzat öykülere dahil oluyor. Örneğin “Yol Boyu” isimli öyküde Cemal Süreya’nın “Üvercinka” adlı şiirinden “Afrika dahil” (s. 62) ile karşılaşırken, “Fulle Kendini” adlı öyküde Edip Cansever’in Çağrılmayan Yakup’u (s. 90) ile rastlaşırız. Hemen akabinde öykü karakteri Sami Abi, Asaf Halet Çelebi’ye (... Yıldırım Gürses’le Asaf Halet Çelebi’nin mükemmel bir bileşkesine...”) benzemektedir. (s. 91) “Yüzde Onlar Toplamı ya da Toplamın Yüzde Onu” adlı öyküdeyse bir şiir çevirisi muhabbet konusu oluverir:
Saçları saman sarısı adamın imdadına kısa saçlı kadın yetişti,
“Nerdeyse unutacaktım! Geçen gün çıkan şiir çevirinde bir şey aklıma takıldı, dur bakayım neydi...”
“Beğendin mi çeviriyi?” diye sordu saçları saman sarısı adam,
“Çoook ama aklıma bir şey takıldı, neydi ya, sık kullandığımız bir sözcük değildi! Hah ser-âzâd! Bu sözcüğü at için kullanmışsın, ben daha önce at için ser-âzâd sıfatını hiç duymamıştım!” dedi. ... (s. 109)
Ben edebiyat, şiirsellik, üslup bakımlarından Eyvazi’nin yeni kitabı olan Ustam Diyorum Öldü’nün özellikle ilk öykülerini çok (ikinci yarıdaki öykülere göre daha) başarılı buldum. Eyvazi’nin gelecekte yeni öykülerinin de bu minvalde olmasının yazarın edebi kariyeri açısından daha olumlu olacağı düşüncesindeyim. Bu kıymetli öykülerin altı daha fazla çizilmeli, bu gibi iyi öyküler daha çok konuşulup tartışılmalı, paylaşılmalı. Elbette en iyi karar verici zaman; iyi edebiyatı kötü edebiyattan ayırıp eleğin üzerinde bırakacak ve geride kalanları silip gidecek. Ancak bir tür kitap enflasyonunun yaşandığı günümüzde sadece zamanın ruhuna uyan, kolay tükeniveren eserlerden ziyade, yıllar içerisinde oluşabilen öngörülerimizle zamanın hiçbir şey eksiltmeyeceğine dair güvenimizi kazanan bir kitapla karşılaştığımızda bunu söylemeliyiz. Ustam Diyorum Öldü tam da böyle bir kitap ve aradan on yıllar bile geçse değerinden hiçbir şey kaybetmeden tüm gücünü, şiirselliğini, biricikliğini okura aktarmaya devam edeceğine açık yüreklilikle inanıyorum.
[1] Örneğin, kitabın ilk öyküsü olan, kitaba ismini veren öyküden:
“... Bir bakışıyla mesafeler. Ustamla aramızda hep porselen tabaklar, gümüş kaşıklar, ipek hışırtılar. Ustamın yaşadığı zamandan arta kalandı bana düşen, çöpe sıyrılan hani tabaktan. ...” (s. 8)
“... Belki de fazla örselenmiş zamanlar. Akıyor. Borular öylesine dolambaçlı seslerle irkiltirken eşyayı, bardağını yıkadım ben, ustamın. Parmak izlerini de elinin son değdiği bardaktaki. Parmak izlerini de gömdüm sularla. ...” (s. 8)