Turnalar Güneye Uçarken:

Yaşlılık, yalnızlık ve son hesaplaşmalar

Turnalar Güneye Uçarken

LISA RIDZÉN

Timaş Yayınları
Şubat 2025
352 sayfa

İsveççe aslından çeviren: Yonca Mete Aksoy

27 Şubat 2025

ADALET ÇAVDAR

Yalnız yaşamak yalnızca sessizlik demek değildir. İnsan kendine daha çok dikkat etmek zorunda kalır. Evde tek başına bir denge kurarsın ama o dengeyi bozacak en küçük şey seni kırılgan hissettirebilir. Konu yalnızca evin bakımını üstlenmek değil, kendi bakımlarını aksatmamakla ilgilidir. Banyodan çıkarken düşmekten, hasta olup evde tek başına yatmaktan endişe edilir. Bunlar en basit kaygılar gibi görünse de, insan yaşlandıkça en ufak bir hastalık bile gözünde büyümeye başlar. Ama zamanla yalnızlık bir alışkanlığa dönüşür. Öyle ki, birkaç günlüğüne gelen bir misafir bile evin düzenini bozar; kendi sesiyle yaşamaya alışan biri için bir başkasının sesi tahmin edildiğinden daha rahatsız edici olabilir.

Şimdi bu yalnızlığa bir de yaşlılığı ekleyin. 80 yaşında olduğunuzu düşünün. Çocuklarınız varsa çoktan evden gitmişlerdir, bir eşiniz olduysa ya ayrılmışsınızdır ya da onu kaybetmişsinizdir. Küçük ya da büyük fark etmeksizin, evinize ve yaşamınıza kocaman bir yalnızlık konforu inşa etmişsinizdir. Neredeyse her gün arkadaşlarınızın, eski dostlarınızın, akrabalarınızın hastalık veya vefat haberlerini alırsınız. Aklınız size oyunlar oynamaya başlar, bir hatırlar bir unutursunuz. Öfkeniz kendinizedir ama o öfkeyi eve gelen herhangi birine yöneltirsiniz. Çünkü biri o yalnızlık alanınıza girmiştir. Sizin kurduğunuz rutin bozulmuştur. Sonra birileri size yardım etmek için bu rutini değiştirmeniz gerektiğini söyler. Haklı olduklarını bilirsiniz ama yine de kabullenmek istemezsiniz. Çünkü bu kendi hayatınızı artık kontrol edemediğinizi kabul etmek anlamına gelir.

Yine elimde beni kendi deneyimlerim üzerinden sorgulamalara iten, kara kara düşündüren bir roman var. Lisa Ridzén’in kaleme aldığı, Yonca Mete Aksoy çevirisiyle Timaş Yayınları tarafından yayımlanan Turnalar Güneye Uçarken, babalar ve oğullar, sevgi ve hayatın kontrolünü kaybetmeme mücadelesi üzerine derinlemesine bir anlatı.

Sosyoloji alanında doktora öğrencisi olan Lisa Ridzén kendisinin de büyüdüğü ve hâlâ yaşamakta olduğu Östersund’un kıyısındaki küçük bir İsveç köyünde, kırsal topluluklarda erkeklik normlarını araştırıyor. Turnalar Güneye Uçarken fikri büyükbabasının hayatının son döneminde bakım ekibinin aileye bıraktığı notları keşfetmesiyle doğmuş. Ridzén romanı kaleme almaya Långholmen Yazarlar Akademisi’ne devam ederken başlamış ve bu süreçte bireyin yaşlılıkla, yalnızlıkla ve geçmişle hesaplaşmasını anlatan bir hikâye inşa etmiş.

Lisa Ridzén

Lisa Ridzén, Turnalar Güneye Uçarken’de yalnızlık ve yaşlılık gerçeğiyle bizi baş başa bırakıyor. Roman Bo Andersson’un yaşlılık sürecinde oğlu Hans ile olan ilişkisini, bakıcısı Ingrid ile olan günlük rutinini ve geçmişiyle hesaplaşmasını anlatıyor. Bo’nun hayatı, inada dönüşen bağımsızlık mücadelesi ve zamana direnme isteğiyle şekilleniyor. Sixten adındaki köpeği ise onun yalnızlıktan kopmayan son bağı.

Sixten’in bıraktığı boşluk hep oradaydı. Senden sonraki boşluğu ortaya çıkaran bir hiçlik. Garip ama Hans, Sixten’i aldığında seni daha çok özlemeye başladım. Sanki benden seni almış gibi hissediyordum.

Kulaklarım zemine vuran pati ve esneme sesini arıyordu. Örgü şişlerinin birbirine hafifçe vuruşunun sesini arıyordum. Ama tek duyduğum buzdolabının uğultusu ve saatin tik takları. (s. 275)

Hans babasının yalnız yaşamasının artık güvenli olmadığını düşünüyor ve ona bakıcı tutmak istiyor. Ama Bo için bu hayatına başka birilerinin müdahale etmesi demek. Hans mantıklı ve kontrolcü bir yaklaşımla onu korumaya çalışıyor ama babasını anlamakta zorlanıyor. En büyük gerilim noktalarından biri Sixten’in başka bir aileye verilmesi meselesi. Hans babasının ona bakamayacağını söylüyor ama Bo için Sixten yalnızlığını unutturan son bağ.

Roman boyunca Ingrid’in Bo’ya olan yaklaşımı da belirleyici oluyor. Sabırlı, sakin ve anlayışlı bir figür olarak Bo’nun hayatında yer edinirken, onu bir hasta gibi değil, bir birey olarak görmesi fark yaratıyor. Hans roman ilerledikçe babasıyla olan ilişkisini yeniden değerlendirmeye başlıyor ve ona sadece bakmak değil, onu anlamak gerektiğini fark ediyor.

Bo’nun hayatında yaşlılığın getirdiği fiziksel ve zihinsel değişimler onu zorlamaya başlıyor. Bacakları eskisi kadar güçlü değil, yürümekte zorlanıyor. Gece uyandığında idrar kaçırma gibi yaşlılığa dair sorunlarla uğraşıyor. Hafızası giderek zayıflıyor, bazı şeyleri unutuyor ve bunu fark ettikçe öfkeleniyor. Ancak hâlâ bağımsız kalmak için direniyor, günlük işlerini yapmaya devam etmeye çalışıyor. Hans sık sık ziyaret ediyor ama baba-oğul arasındaki mesafe kapanmıyor. Bo geçmişine sık sık dönüyor, çocukluğundaki katı baba figürüyle kendi babalığını kıyaslıyor. Hans’ın çocukken yaşadığı bazı zor anıları hatırlıyor ve kendisinin o zamanlar ona yeterince destek veremediğini düşünüyor.

Bo için bağımsızlık yıllarca kendi kurduğu düzenin değişmemesi anlamına geliyor. Ama yaşlanmak fiziksel gücünü kaybetmek ve bazı şeyleri artık tek başına yapamamak demek. Hans onun bu gerçeği kabullenmesini istiyor. Bir yandan babasını korumaya çalışırken, diğer yandan onun inadıyla mücadele ediyor. Hans da bu süreçte kendini sorguluyor. Çocukken Bo’nun sevgisini açıkça görememiş olması, şimdi onunla kurduğu ilişkide büyük bir engel gibi duruyor. Ama zamanla babasının duygularını gösteremeyen biri olduğunu fark ediyor.

Hans babasına sadece bakmanın değil, onun yaşadığı dünyaya gözlerini açmanın önemli olduğunu fark ediyor. Ama bazı şeyler için çok mu geç? Bu sorunun cevabı bazen bir bakışta, bazen hiç söylenmemiş kelimelerde saklıdır. Bo’nun geçmişle hesaplaşmasını izledikçe, kendi çocukluğuyla, babasıyla olan ilişkisiyle ve eksik kalan sevgilerle yüzleşmeye başlıyor. Romanın sonlarına doğru Hans artık yalnızca babasına çözüm sunmaya değil, ona gerçekten eşlik etmeye odaklanıyor. Baba-oğul arasındaki mesafeyi kapatmak için çabalıyor. Ama bu süreç tüm duygusal mesafelerin bir anda yok olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü bazı hatalar geçmişte kalıyor ve geri döndürülemiyor.

Lisa Ridzén

Lisa Ridzén, Turnalar Güneye Uçarken’de yaşlılığı ve yalnızlığı büyük bir gerçekçilikle ele alıyor. Baba-oğul ilişkileri, nesiller boyunca süregelen duygusal mesafeler ve zamana karşı verilen mücadele romanın en güçlü damarlarını oluşturuyor. Ve büyük ihtimalle, hepimizin bir gün içinde bulabileceği bir hikâye anlatıyor. Turnalar Güneye Uçarken, aile içindeki sevgi, iletişim eksikliği ve hayatın kontrolünü bırakmama mücadelesini derinlemesine işlerken, otuzdan fazla ülkede yayımlanarak uluslararası bir başarıya ulaştı. Edebiyat eleştirmenleri Lisa Ridzén’in bu eserini “veda etmek zorunda kalan herkesin hikâyesi” olarak nitelendiriyor.

Romanın sonunda ne tam bir barış ne de tam bir çözülme var. Çünkü bazı hatalar geçmişte kalıyor ve telafi edilmesi mümkün olmuyor. Lisa Ridzén hikâyeyi aşırı dramatize etmeden, hayatın gerçekliğine sadık kalarak bitiriyor. Bazı savaşlar yalnızca zamanla eksilir ama asla tamamen kaybolmaz. Ailemizi affetmek aslında kendimizi affetmek demek. Sonunda hepimiz ölümle yüzleşeceğiz ve buna engel olamayacağız. Sonra geriye yalnızca hafızanın silip yeniden yazdığı anlar kalacak. İyisiyle kötüsüyle, bugünkü biz olmamızı sağlayan o parçalanmış, eksik ama bize ait hikâyeler.