Tahta Saplı Bıçak

Tahta Saplı Bıçak

TÜRKER ARMANER

Metis Yayınları
2007
228 sayfa

2. baskı, Kasım 2023

16 Kasım 2023

NUR ÖZTÜRK

Bir ev düşünün, içinde yaşayan insanlar kendi geçmişlerine, iç hesaplaşmalarına, düşüncelerine, iç dünyalarına o kadar dalmışlar ki, birbirini anlamadan, görmeden, dokunmadan, yılın belirli zaman diliminde, yazlıktaki evde bir araya gelerek birbirlerini dinlemek yerine, yine kendi düşüncelerini seslendirip, tartışıp tekrar kürelerine geri dönüyorlar. Münevver, Nigâr ve Nuri üç kardeşler. Tahta Saplı Bıçak adlı roman, yazları Karanca’daki yazlıkta bir araya gelen kardeşlerin bir günlük zaman diliminde geçmişlerini, şu an içinde bulundukları sosyolojik, siyasal ve psikolojik durumu resmediyor. Roman her ne kadar 1979 yılının tek bir gününde geçiyor olsa da, Cumhuriyet öncesi yaşamış ebeveynleri de dahil edersek, ülkenin son 60-70 yılını kapsıyor.

1979 yılında, sıkıyönetim altında o yıllarda yaşanan politik sıkışmışlık ve gerilim hissettirilerek, aile yurtdışından gelmesi beklenen misafir Erkan’ı merak ediyor. Karakterlerin şu an bulundukları kişi olmalarına neden olan mikro hikâyeleri, yetiştikleri aile, sahip oldukları siyasi görüş, gençliklerini yaşadıkları dönemde gerçekleşen siyasi ve jeopolitik olaylar ışığında ayrı ayrı işleniyor. Her karakteri üç katmanlı filtreyle gözlemlemek, anlamak mümkün oluyor. Şu an bulundukları zamanın şartları ve politik durum, geçmişlerinde yaşadıkları, biriktirdikleri ve onları yetiştiren ailelerinin yaşamlarıyla, sağladıkları şartlar. Karakterlerin geçmişleriyle bugünleri arasında sık sık bağ kurması, kurgusunun sürükleyici olması, sonuna kadar merak uyandırması ve tahmin edilemeyen bir son eşliğinde dinamik bir metin ortaya çıkıyor. Karanca’daki yazlık evde aynı şartlarda bulunan, aynı zamana bakan karakterler olmalarına rağmen aralarında büyük ayrışmalar, meseleler, dil farklılıkları bulunuyor. “Suat o zaman, üç kardeşin yazlık evi tatil yapmak değil, ortak yeni bir bellek kurmak için aldığını hissetti.” (s. 60)

Metin boyunca tüm karakterlerin hiçbir konuda aynı düşüncelerde sahip olmayışı, yemekler dışında evin farklı köşelerine çekilmeleri, ortak bir duygu olan korku üzerinden sekteye uğratılıyor. Romanın ritminin oturmaya başladığı, tüm karakterlerin geçmişten bugüne getirdikleri yüklerle aşağı yukarı portrelerinin okuyucu zihninde çizilmeye başlamasıyla, evde yılan görülmesi daha sonra yaşanacak gerilimin ve şiddetin habercisi ve ritmi yükselten bir olgu olarak okuyucuyu metne daha güçlü çekiyor. Ev halkı nihayet kısmen de olsa, ortak bir amaç olan yılanı evden çıkarmak eyleminde birleşiyorlar.

Nuri Bey heybetli vücuduyla kapıyı neredeyse örtmüştü, artık kendi topraklarındaydı, mutfak birini daha almayacak kadar küçüktü. Kendini sorgularken belleğinde acı veren, dokunmadığı takdirde rahatsız etmeyecek ama olduğu yerde kalacak bir anıya rastlamış, onun üstesinden gelmeye çalışır gibi, yılanı yok etmeye niyetliydi.” (s. 98)

Münevver Hanım kardeşlerin en büyükleri, 1939 yılında başarılı bir öğrenci olarak lisans eğitimi sırasında Almanya’ya araştırma yapması için gönderiliyor. Leonard adında bir Nazi gence âşık oluyor ve aynı evde yaşamaya başlıyorlar. Daha sonra Münevver, Türkiye’ye dönüyor ve bir daha görüşmüyorlar. Nigâr Hanım ise demiryollarında müdürken bir genç çalışanın haksız yere yolsuzlukla suçlanması ve idamıyla ilgili hayat boyu vicdan azabı çekiyor, aklını bundan ve kocasının kendisini terk etmesinden dolayı bir miktar kaçırıyor. Nuri Bey kendini doğaya, doğanın sesini duymaya adamış, eşini görmezden gelen, sürekli roman okuyan oğlu Suat ile yazlıkta evin tek erkeği. Yazlığa gelmesi beklenen misafir Erkan, Münevver hanımın gençlik arkadaşı Sadık Bey’in oğlu. Roman kişilerinin hayattaki tercihleri, temsil ettikleri değerlerle hayli tezat halinde görünüyor. Münevver’in Nazi Partisi üyesi Alman bir sevgiliye sahip oluşu, daha sonraki yıllarda konuyla ilgili sık sık kendini sorguluyor ve bir yandan da hayatında haz odaklı, mutlu yaşadığı en iyi dört ayı geçirdiğini itiraf ediyor. Amsterdam’da doktora yapan “İstanbullu” Erkan’ın kasabalı bir genç kızla yaşadığı, kendi sınıfının tipik özelliklerine sahip olmayan, “sorunsuz”, tek boyutlu ve beklenmedik ilişkisi metne farklı bir boyut kazandırıyor. Nigâr Hanım’ın alt sınıftan, kendini müteahhit olarak tanıtan, gerçekteyse sadece kadınlardan geçinen bir adamla yaptığı evlilikse tam bir hayal kırıklığı. Tüm bu tezatlar normal hayatta zaten yaşandığı için romana konu edinmiş olabilir, ancak romanda sık sık geçen kum saati metaforuna da uygun düşüyor. Tüm insanlar kendi boşluklarını doldurmak istiyorlar.

Türker Armaner

Romanda edebiyatımızda pek rastlanmayan türde şiddet içeren bir bölüm var. Şüphesiz romanın adında geçen bıçak kelimesi okuyucuya ipucu verse de, şiddetin neden bu düzeyde betimlendiğini düşündürüyor. Gerilim ve korku romanın merkezine yerleştirilmiş iki ana duygu. Bireysel hikâyelerin yanında, döneme ait öne çıkan idamlar, demiryolunun önemi, adalet kavramı, devletler, değişen taraflar, darbenin ayak sesleri gerilimin temel unsurlarını oluşturuyor. Metinde ortada kalan, aranan veya ortadan kaldırılması gereken nesne olarak ortaya çıkan bıçak, ev halkının birbirlerine besledikleri duygu ve düşünceler gibi zaman zaman görünür oluyor, onları birbirinden keskin bir şekilde ayırıyor, çoğunlukla da düşüncelerin derinlerde saklanması gerekiyor. Sakladıkları, bastırdıkları duygu ve düşünceleri samimiyetle ortaya dökmek için misafir Erkan’ın gelişini bekliyorlar.

Yazar, anlatıcı olarak her bölümde karakterin kendisini, sesini ve kelimelerini kullanmayı seçiyor. Rutin anlar, öğle yemeği sonrası herkesin odasına çekilmesi, ev halkının dinlenmek için kendi odalarına, denize, bahçeye çekildiklerinde karakterlerin yalnız başına geçmişin türlü kuytularında gezinmeye başlaması, düşüncelerin dışardan gelen biri veya bir sesle sekteye uğraması gibi tanıdık, insana ait haller okuyucuya roman karakterlerinin iç dünyasıyla özdeşleşme imkânını ustalıkla sunuyor. “Mekân kendisi kalarak başka bir yere dönüştükçe, Münevver Hanım da aynılığı bozulmadan kendisinin başka bir zamanına gidiyordu.” (s. 65)

Münevver, Suat ve Serdar kendi iradeleriyle oluşturdukları kürelerin içinde yaşamaya devam ederken, Nigâr aklını kaybetmesiyle kürenin içinde düşüyor, Emine ise kendisine ismiyle hitap edilmeyen, taşralı, güzel bir kadın olarak kimliksizlik küresine ev halkı tarafından hapsediliyor.

Metnin farklı yerlerinde adeta saklanmış, ucu, sapı, keskinliği görünen tahta saplı bıçak en sonunda tek başına tüm şiddetiyle ortaya çıkıyor. Şiddet unsuru romanı yavaş yavaş yayılan kan gibi ele geçirmeye başlıyor. Son sayfaya kadar cansız bir nesne olarak vazifesini yerine getiren bıçak, yaşayan biri gibi anlatıcı kimliğine bürünüyor. Romanın sonundaki yoğun şiddetin okuyucuya geçmesinin hemen sonrasında cansız bir nesnenin, canlıymış gibi konuşturulması bıçak için mümkün görünüyor.

Bir durum tekrar edildiğinde, artık kimse kendisine uygun olmayan bir davranış içinde olduğunu söyleyemez.” (s. 185)

Nedensellik zincirini tümüyle gördüğünü düşünüyorsan, her şeyin durduğu bir yerdesin demektir.” (s. 57)