Suyun ve Sükunetin Kitabı

Suyun ve Sükunetin Kitabı

YAVUZ YILDIRIM

Vulgus yayınları
Ekim 2024
52 sayfa

5 Aralık 2024

ŞULE S. ÇİLTAŞ

Vaktiyle, şairi yanılsamalı bir boşlukta tutan, dünyaya hep naif bakmanın, başka türlü bakamamanın acıklı çetelesini dinlemiştik Yavuz Yıldırım’dan: Bir Anlamı Kalırsa Hayat. Su, Ölen Bir Yağmur. Şairin iç dünyasındaki ve dışarıdaki çöküntü-dağılmaya, o oranda bir güçsüzlük-yetersizlikle, perde arasından bakan, kaçamak dizeler karşılık geliyordu. Bazen şair bazen dünya yatıyordu aynı hasta yatağına. Mahmut Temizyürek’in: “Kimi zaman, kimi zaman iç çekerek, kimi zaman umutlu bir heyecanla izleyerek yaşar” demesi de bundan olsa gerek şair için. Kitapları arasındaki zamansal mesafelerse, yine Temizyürek’in ifadesiyle, “edebi pazardan uzaklaşmasının”, aslında “akıl ve yürek bağının” devam eden hikayesi anlamına gelir.  

ne var ki bunca talandan sonra

hazır tarifleri de can çekişen

dünyada şimdi

dikkatle baktığım hayatların bıraktığı anlatım

ve acı gerçeklerden başka bir ışık yok

ve başka bir müttefik (sular mezarlığı)  

Suyun ve Sükûnetin Kitabı’ndaysa, çöküşe rağmen, şiirsel bir gizlenmişlikle sanırım, soylu ve yalnız direncini sürdürdüğü imleniyor şairin. Başka bir karanlık izi depreştirerek, hep daha güçlü yeni başlangıçlar yapan çöküşün anısıyla yazmak da, artık Tanrının ya da başka bir kudretin ihsanı olmayan bir soyluluk, direnç, ama her şeyden önce dünyayı toptan reddetmeyen bir “aşkınlık” gerektirir. “İnsan bir hatadır” diye içerleyen Mallarmé için Sartre, “Onun soyluluğu bu hatayı son patlama zamanına kadar doğru davranarak sonuna kadar yaşamaktır” der. Ve Mallarmé’de şiirin kaynağının hatıralar olduğunu açıkladıktan sonra, onun geçmişe ait, mesela gençliğine ait bir imgeyi hatırlamasının kendisini babasına ya da başka bir zamana götürmesini bir yanılsama olarak hissettiğini ekler: Hiç şüphe yok ki zaman bir yanılsamadır, gelecek, geçmişin insan gözünde üstlendiği sapkın bir görünümden başka bir şey değildir. Bu durum onu, şiirin soyut ve biçimsel kavramını bulamadığı tüm şiirsel konuları, bütün ilham kaynaklarını reddetmeye yöneltir vebir tür analitik ve Spinozacı izler taşıyan materyalizm varsaymaya teşvik eder: Bu sistemde maddenin, varlığın sonsuz uğultusu dışında hiçbir şey yoktur. İnsanın ortaya çıkışı, ebedi olanı zamansallığa, sonsuzu tesadüfe dönüştürür. Aslında, sonsuz ve ezeli nedenler dizisi kendi başına olabilecek tek şeydir, sonlu bir dünyaysa saçma bir tesadüfler dizisi görünümündedir. Eğer bu doğruysa, aklımızın sebepleri de kalbimizin sebepleri kadar manasızdır; düşüncemizin esasları ve eylemlerimizin kategorileri birer yanılsamadır: insan imkânsız bir rüyadır, şairin acizliği, insan olmanın imkânsızlığını simgeler. Böylece insan bir trajedi içinde var olur, şairin gücü bu imkansızlıkta yatar. Geriye, Tanrının ölümüyle açılan boşluğu nafile doldurmaya çalıştığı sözcükler kalır.

Mallarmé’nin “bir türlü meydana gelemeyen” bu gizli Tanrısı karşısında, psişik-otomatik bir refleks, “nafile” bir kalkan olarak başvurulan bir Tanrı’dan bahsedilebilir mi Yavuz Yıldırım’ın dizeleri için:

  Her çeşit ölüm bilgisinden korunmuş bu rahatı bırak şimdi.

  Gitgide uzak yalnız delice akıp giden hayata karışalım artık,

  Kırgınlık yaratacak bir güzellik görürsek şiire havale ederiz.

  Ben iyi bir fikre ayrılmış boşlukları safça çocukça doldurdum.

  Olsa bile kırılma noktamı keşfe çıkacak bir ikinci keşfim yok

Geçmiş çöküşlerin bilgisiyle, yalnızca gördükleri ve hissettiklerine karşı, bencilliğe, kötülüğe, manevi felce, güzellik ve iyilik duygusunun yitmesine karşı kendi kendine verilen telkinlerin ritminde, o ahenkte bir acı. İnsanın dünyadaki varlığını ilk günahla ilişkilendirerek, onun sefaletinin yadsınmasını değil olduğu gibi kabul edilmesini bir kural olarak benimseyen Baudelaire gibi, Yavuz Yıldırm da bu kurala sadık; ama aynı Baudelaire’den: “Sanatçının ilk işi doğanın yerine insanı koymak ve ona (doğaya) karşı çıkmaktır” sözünü de duyduk. Direnci, bir kusur gibi, işçilik gibi, bir aldanış gibi doğası kılmak (hadi bu da onun metafiziği olsun!) Suyun ve Sükunetin Kitabı’nın, Baudelaire’in yuttuğu, diğer yüzü olabilir mi?

   Kendi payını bile çalan bu kötülük kalkıp

   Bir acı daha dikerse karşıma, gidip aşağıda

   Suyun inişe geçtiği yerde şekillenen taşları sektirip

   Her türlü küfrederim belki, bilemiyorum! (suyun inişe geçtiği yer)

İmgeyi somutlaştırıp, tarihselleştirme pahasına, zihnimizdeki yerine genişleyerek, neredeyse düzyazının rahatlığıyla kurulan “eski hikayeler”: Bir çocukluk, gençlik, ana, baba, evlat, yöre, yurt. Yaşamın, suya ya da sükunete yansıyan en eski katlinden sararmış bir şimdiye bakıp çöküşü görmek şairin zaferi sayılmaz elbette, gelgelelim gerçeklik de ancak şairin gerçek ya da hayali algısı aracılığıyla anlam kazanır. Geçmiş anın bakış açısı, şimdiki anın bakış açısı, geçmiş anın şimdiki zamanda yeniden yaşadığı şekildeki bakış açısı; şairin geçmişi ve bugününü, bilinci ve bilinçsizliği, bilgisi ve vicdanı bu gerçekliğin öğeleridir. Hayat ve şiir bir dereceye kadar ayrı kalır:

Bir kez daha buradayım.

Burada, doğmakla övündüğüm bu evde

Çocukluğum, ilk gençliğim sonra toprak

Beni tekrar derinden sanki içerden bir sesle,

Bir küçük dokunuşla sarıp sarmaladı.

Unutuşa direnen toprağın yanında durdum

 

Sonra gittim orda bir vakit tekrar baktım suya, ağaca

Sükunetleri bir çeşit ağıt.

Dualardan usanmış suyu, ağrıyan taşı gördüm.

Bir şey diyecek olsam ne söylerdim bilmiyorum ama

Ben, atları yine buralarda bir yerde saklardım

 

Başka kim olsa aklını, fikrini kullanır, kendini gözetir hep

Usanmış suyu, ağrıyan taşı bastırır, kaçar, unutur elbet.

Oysa bütün bir hüznüyle karşımdadır o eski günler

Ve şu ev, şu dutla uzak, dişbudakla yakın ıhlamur,

Şu dağ, şu tepe, şu hemen aşağıdaki uçurum

Ve o pişmanlık,

Ve şu dereler, ey gidi dereler, ey!

Suyu, havayı geçtim de ateşten pek emin değilim

Sanırım, beni tekrar bu toprak çağıracak (doğmakla övündüğüm ev)

Yavuz Yıldırım

Çizgilerden, gölgelerden, harflerden, karanlıklardan, sessizliklerden, sulardan, dalgalardan, kuyulardan varoluşun her köşesine sızan ve şairin bedeninde patlayan anlar, izler, sesler; gerçeklikle bu paktın sonuçlarıdır bunlar. Çöküş, insanın asla hayal etmediği yerden gelir zira, şairin görüp gösterdiği de yüce ve coşkulu bir yaşam olmayacaktır. Dahası, geceyi, ölümü daha net görebilmek için liriyle ve sözleriyle tek başına karanlıklara dalan tarihteki ilk şairin postuyla, 20. yüzyıl tarihine kazınmış felaketlerin, o büyük dramatik şiirlerin kalbine hedef alınır:

   Hakikat ki, sükunetle bile olsa hiç hafif bir şey söylemez

   Hani Sur, Suruç, hani Gar, nerde Madımak!

   Nerde, nerede Dersim, hani Çorum, hani, nerde Maraş!

O kadar çok şey yitirilmiştir ki, şiir tutunma ihtiyacı bir yana, başıboş, acı gündelik hayatın, kötü yalnızlığın panzehiri olamadan solar, küçülüp büyüyen boyutlarıyla ölüm ve şiddet maddenin yüzeyini kaplar. Hiçbir şeyin, hiç kimsenin teselli edemediği geçmişle “nostaljinin” gözyaşları altında ıslanan bugün arasında bir “kahkaha” ya da “şamata” parazit yapar. Ne var ki bu kahkaha, ne Adorno’daki gibi, dehşet verici haliyle korkunun geçip gittiğinin, fiziki tehlikelerden, mantığın pençelerinden bir kurtuluşun göstergesi ya da yatıştırıcı haliyle, erkin elinden kurtulmuş olmanın yankısı; ne de Bergson’daki gibi, kayıtsızlığın eşlik ettiği, kalbin anlık uyuşukluğudur. Suyun ve Sükunetin Kitabı’nda, sıcaklığını, duygusunu, imkanını bir kenara bırakmasa da, kahkahanın mutlulukla alakası yok, çöküşün altını çizen ürpertici tiz bir nakarat, daha derinlerdeki bir korkunun hatırlatıcısı sanki. Bu kahkaha, yankısını yine şairde bulan şiddetiyle, çocukluktan ve gençlikten kesitleri, anları, yüzleri, yüzeyleri geziniyor, sonra sizi illaki yalnızlıklara, hiçliğe, hayal kırıklıklarına ışınlıyor. Ve Bergson’un “saf zekaya hitap ettiğini” söylediği gülme, Yıldırım’ın şiirinde gevşemeye izin vermiyor:

  …

  Evlerde ve bütün bir vadide akşam

  O ağır evhamını bulmuştur şimdi

  Çocuklar uyur,

  Çocuklar rüyasında

  Kendi kahkahasını görür gibidir,

  Bir melektir sanki çocuk, melektir!

  Kanatları çıkmış bile

  Biri hazır diğeri tedirgin,

  Uykusundan uçmayı deniyor şimdi.

Her şeyin kaos halindeyken daha anlaşılır olduğu duyumunun tecrübelerinden oluşan bu şiirler hem dünyaya hem kendi aslına sadık kalınarak yazılmış. Şairin içinden geçtiği, “oralardan çıktığı” bir geçmişin ya da “geçmişlerin” ağırlığı, kalınlığı ve eti şimdide ikiye katlanıyor. Yazmasını sağlayan sır da burada yatıyor.