Şu An Saat Kaç? 

ya da kendini unutamamak

Şu Anda Saat Kaç?

İletişim Yayınları
Mart 2024
111 sayfa

2 Mayıs 2024

ŞÜKRAN YİĞİT

“Bi­zim gibilere bir evi ya da ağacı görmek yeter; onları seyrederken kendimizi unutup gideriz. Baudelaire ise kendini hiçbir zaman unutmayan adamdır.” Böyle diyordu Sartre, Baudelaire hakkında; “kendini hiçbir zaman unutmayan adam” diyordu, çünkü onun etrafı görürken kendine baktığını, kendi bilincini seyrettiğini düşünüyordu.

Halil Yörükoğlu’nun Şu An Saat Kaç? adını taşıyan son kitabı ABD’ye göç etmiş, bu serüvende az ya da çok yol almış insanların kendilerini biraz olsun hayatlarının başrolünde hissedebildikleri ender anların öykülerini anlatıyor. Bunlar hiç bitmeyecek gibi gelen bir sıcağın koynunda mışıl mışıl uyurken uyanıp, kimi zaman o uyku mahmurluğunda, kimi zaman yürüyerek, kimi zaman da koşarak ilerleyen ama geriye gitmeyi de hiç ihmal etmeyen bir zamanın içinde akıp giden öyküler. Ve bu öykülerin anlatıcısı o zamanın ritminde kendisini izlemeyi bir an olsun elden bırakmıyor, çünkü o ancak o zamanlarda kendisini, varlığını, hayatta olduğunu ve zamanı hissediyor. Yani her şeyin hızla hazırlanıp hızla yendiği bistroların mutfaklarında, tezgâhlarında, her şeyin hızla dağıtılması gereken yollarda, o hıza nispet eder gibi duran zamanın nihayet içine girebilen, nihayet kendine kavuşabilen öznenin kendine baktığı, hayretle, kuşkuyla, sevinçle, tereddütle baktığı öyküler bu kitabın öyküleri.

Göç hayatta önemli ikilemlerde alınan bütün kararlarda olduğu gibi, alınan kararın içinde yaşarken alınmayan kararın olası sonuçlarının da hep canlı tutulduğu bir insanlık durumudur. Bu durum memleket hasreti gibi, gurbet duygusu gibi insanın kendisinden bilmese de önceden varlığına aşina olduğu, dolayısıyla içinde belirir belirmez hemen tanıdığı, üzülse de kendine ait hissettiği bir durum olarak yaşanabilir. O zaman insan Yörükoğlu’nun bir güvercinin ardından koşan ya da bütün dünyaya taze fasulye yedirtmeye kalkışan ya da Türkçe konuşabildiği için tanımadığı bir kuyumcunun yanında saatler geçirebilen kahramanları gibi kendine ait bir çıkış arar, kendini teselli etmeye çalışır, bunları yaparken bazen kendine hayretle bakar ama kendine yabancı değildir. Bu kahramanlara asıl yabancı gelen hiç hesapta olmayan bir ikinci kimliğin inşasıdır. Bu taslak kimlik başka bir dilde derdini anlatacak, başka bir dilde kızacak, başka bir dilde âşık olacak, başka bir dilde terk edilecektir. İşte bütün bunları yapamadığında dışarıdan kendisine, çırpınışına bakar. Yapabildiğinde ise yine getirdiği kimlik dilinin tarihi hakkında fazla ipucu vermeyen, öğrenilmiş, “standart” bir dille konuşan kendi taslak kimliğini izler, ona bakar, bazen kendisinin silindiğini düşünür. Belki de bu yüzden Yörükoğlu’nun o kahramanı “naylon bir evlilik” nedeniyle de olsa kendisine sorular soran, kendisini bildiği gibi tanıtabildiği bir kişiye âşık olur. Fakat mesele burada da bitmeyecektir, çünkü sosyal kodlar kendilerini söylenenle ifade edebildiği kadar söylenmeyenle de ifade edebilmek gibi bir yeteneğe sahiptir; yani kara hiç görünmeyebilir, insan terk edildiğini bile anlamayabilir, o zaman birinci kimlik taslak halinde olan ikinci kimliğin başında nöbet tutacak ve bu nedenle asla kendisini unutmayacaktır.

Halil Yörükoğlu

Elbette, bunlara ek olarak, uzakta olsanız, hiç göz önünde olmasanız da kendi ülkenizde de bilinen kimliğiniz değişir. Kasabada artık “Amerikalısınızdır” ya da ömrünüzü geçirdiğiniz şehirde şakayla söylenmiş bile olsa bir “turistsinizdir”. Eski tanıdıklarınız, belki sevgiliniz sizde değişen ya da değişmeyen özellikler arar, buna karşılık siz de oturduğunuz kafede aynalarda hemen “dört tane Banu” görürsünüz. Son öyküde ise bütün bunlara sokağa Süpermen” olarak çıkan kahramanlar eklenir, bu bir ara yol gibidir. İşte Halil Yörükoğlu’nun öykülerinde bu ruh halleri hep kendisini izleyen kahramanlarıyla önünüzde bir resmigeçit yapıyorlar. Anlatım alabildiğine sade ve dolaysız. Tasvirler ve diyaloglar ise isabetli nokta atışları. Tüm öykülerde karakterler farklı isimlerle karşımıza çıksa da, anlatım sesinin mutlak değişmezliği yazarın niyetini ve okurdan talebini açıkça belli ediyor: Elinizdeki kitap sonuç olarak otobiyografik niteliktedir ve bir bütün olarak göz önüne alınmalıdır.

Otobiyografi edebiyatta eski bir gelenektir ama bir tür olarak teorisi görece yenidir. Bu konuda yaygın olarak bilinen tezler Philippe Lejeune tarafından yazılan ve başlığını “Otobiyografik Antlaşma” olarak çevirebileceğimiz eserde yer alır. Lejeune otobiyografi yazımında/okunmasında yazar ve okur arasında ortaya çıkan bir antlaşmadan söz eder. Bu antlaşmaya göre –kabaca söylersek– bir yapıtın otobiyografi türüne dahil edilebilmesinin ön koşulu yazar, anlatıcı veya kahramanı arasında mutlak bir özdeşlik olmasıdır. Bu koşulları belli bir antlaşmadır. Elbette Şu An Saat Kaç? bir otobiyografi değildir, ancak daha ilk öyküde o kadar gerçek bir “Trump” ve anne ile karşılaşırız ki, ister istemez bir göçmen olarak ABD’de yaşadığını bildiğimiz yazarı düşünür ve otobiyografik çizgileri belirgin öykülerle karşılaşacağımızı sezeriz. İlerleyen öykülerle birlikte alışkanlıkları hep aynı kalan, kendilerini hiç gözden kaçırmayan kahramanlarla birlikte bu sezgimiz güçlenir. Ve anlatıcının o değişmeyen tonuyla birlikte de yazarın bize sessiz bir antlaşma önerdiğinin farkına varırız. Tabii ki yazarın bu sessiz antlaşmaya başvurmadan neden bütün kahramanlarını tek bir isimle çağırmadığı düşünülebilir ama bence bu oyunbozanlık olur. Çünkü belli ki yazar okurla oyun oynamak ve ona güvenmek istemektedir.

Belki de edebiyat biraz da bu güvendir.