Kadife yumruk: Oscar Wilde

Sosyalizm ve İnsan Ruhu

OSCAR WILDE

1984 Yayınevi
2019
60 sayfa

çev. Fuat Sevimay

1 Ağustos 2024

ŞERİF MEHMET UĞURLU

Bazı önyargılar insanı sonradan çokça şaşırtabiliyor. Kemikleşmiş bazı kalıplar, zihninizde yer etmiş duyumlar, sonradan gelen bilgiler eşliğinde yanlış kanılara vardığınızı suratınıza sert bir şekilde çarpıyor. Oscar Wilde’ın Sosyalizm ve İnsan Ruhu isimli eserini 1984 Yayınevi’nden Fuat Sevimay’ın çevirisiyle okuduğumda bunu çok daha iyi anladım. Oscar Wilde deyince zihnimde beliren en net tablo, o ünlü edebi yaratısı Dorian Gray’i saymazsak, galiba ona atfedilen “Bana lükslerimi verin, ihtiyaçlarım olmadan da yaşarım” cümlesi ve kompleks derecesine varan estetik anlayışı oldu bugüne kadar. Bu tip belirlenimlerin eşliğinde dünyaya ait bir fikir geliştirirken Wilde bana içinde bulunduğum gerçekliğin diliyle konuşmayan biri gibi görünüyordu. Ancak Sosyalizm ve İnsan Ruhu adlı kısa yapıtında söylediklerine kulak kesildiğimde onun hiç de göründüğü gibi kopuk bir elitizmin hayalciliğinde takılıp kalmadığını gördüm. Evet, hedonist biri olabilir; zaten bunu saklamadığını tüm yaşantısında görebiliyoruz ama yukarıda dediğim gibi ‘kopuk’ bir uçta, bireysel hazlara batmış bir zihnin insanlığa dair eşitlik ve hakça düzen söylemi geliştirmesi akla uygun değildir. Böyle biri olsa olsa hamaset sergiliyordur. Wilde ise bilakis, gerek eserlerinde gerek yaşantısında benim diyen kimsenin gösteremeyeceği bir cesareti sergilemiş biri. Onun hamasi olduğunu düşünmek saçma olacaktır. O halde makul kabul edemediğimiz bu tezadın içinde gerçekten dünya için endişelenen bir aydının tepkiselliğini aramak gerekli olacaktır.

Wilde’ın sosyalizm anlayışının temelinde toplumsalın öneminden ziyade bireyselin değeri yatıyor. Kendi deyimiyle “başkaları için yaşama” mecburiyetlerinden arınmış olan ve kendine dönebilen tarzdaki bu bireysellik insanı hak ettiği değer skalasına taşıyacaktır. “İnsanların çoğu sağlıksız ve abartılı diğerkâmlıkla, başka insanların çıkarlarını kendilerininkinden daha üstün tutarak, aslında biraz da buna itilerek hayatlarını mahvederler.” (s. 5) Onun toplumsal yardımlaşma mekanizmasına dair olumsuz eleştirilerinin kökenine indiğimizde, bu tutumun meselelerin kendisine çözüm üretmek yerine onun pençesine düşmüş yığınlara çözümler sağlamanın faydasızlığı üstüne kurulduğu görülür. Wilde için bu siyasetin de varlık sebebidir. Bu noktada toplumu uyarmaktan da kendini alamaz ve şöyle seslenir yoksul yığınlara:“Genelde bize yoksulların hayır işleri karşısında minnet duydukları söylenir. Bazıları şüphesiz ki öyledir ama yoksullar içinde en iyi ve en aklı başında olanları hiçbir zaman minnet duymaz. Onlar müteşekkir ve memnun değil, kural tanımaz ve isyankârdırlar.” (s. 10) Wilde’ın insan psikolojisine dair bu tespitini okuduğum sırada benim zihnimde hemencecik bir film sahnesi canlandı. Nuri Bilge Ceylan’ın Altın Palmiye ödüllü 2014 yapımı Kış Uykusu’ndan bahsediyorum. Meraklıları zaten hemen hatırlayacaktır o para sahnesini. Filme dair ayrıntılara uzun uzadıya burada yer veremeyeceğim için sadece sözünü ettiğim o sahnede Nihal karakterinin yardım etmek için imam Hamdi’nin evine gittiği zaman Nejat İşler’in canlandırdığı İsmail’in eline aldığı bir tomar parayı gözünü kırpmadan ateşe attığını görürüz. Farklı motivasyonlar da içerse, bu tavrının özünde Wilde’ın övgüsüne konu olan, yoksulları betimlerken sıraladığı hasletler bulunmaktadır.

Yazar bu kısa yapıtın içinde düşüncelerini dile getirirken sıklıkla mülkiyet kavramının içeriği ve neden reddedilmesi gerektiği üzerine eğiliyor. Adeta onun için sosyal adaletin tesis edilmesinde özel mülkiyetin kaldırılması mütemmim bir cüz durumunda. Tam bu noktada Oscar Wilde’ın 1854 yılındaki doğumundan on bir sene sonra ölen, mülkiyet kavramı üzerine çalışmalarıyla tanınan ünlü anarşist Joseph Proudhon’u anmalıyız. Wilde’ın sosyalizm üzerinden şekillendirdiği öneriler aslında anarşistlerin düşünceleriyle daha çok örtüşüyordu. Wilde’ın şu sözlerini dinleyelim: “Dilenmeye gelince; dilenmek elini uzatıp doğrudan almaktan daha güvenli olsa da, uzanıp almak dilenmekten daha iyidir.” / “İlerleme itaatsizlik yoluyla gerçekleşir; itaatsizlik ve isyan yoluyla.” (s. 11) Sizce de bu ofansif duruş, müdahale salık veren öğütler anarşistlerin o ateşli söylemlerine benzemiyor mu? Proudhon mülkiyeti hırsızlıkla eş tutuyordu. 18. ve 19. yüzyıl içinde biriken sermaye gruplarının emek üzerinde kurduğu kırılmaz kete işaret ederek üretim araçlarının hiç kimsenin tekeline girmemesi gerektiğini söylemişti. Mülkiyet kavramını özgürlükle tartıya çıkaran Proudhon’a göre burada adil olmayan bir mücadele veriliyordu:

“Mülkiyet özgürlüğün şartı mıdır? Öyleyse adalet herkesin mülk sahibi olmasını emreder; çünkü herkesin eşit olarak özgür olması lazımdır. Bunun sonucu, mülkiyet bugünkü haliyle zulmü doğurur. Millet birkaç aksiyonerin hükmettiği eshamlı bir şirkettir. Kuvvetliler zayıfları esir olarak kullanmakta, mallarını, karılarını ve kızlarım ellerinden almaktadırlar.”

Günümüzde kapitalizmin nasıl bu kadar sistemli, tecrübeli ve konforlu göründüğünü anlamak için tarihsel mecraya baktığımızda Proudhon’un sözünü ettiği zulmün kaynağı olarak burjuvaziyi buluruz. Mülkiyet etrafında şekillenen bu tartışmada Marx ve Engels’in düşünceleri de aynı düşmanı işaret eder: “Komünizmin ayırıcı özelliği genel olarak mülkiyetin ortadan kaldırılması değil, burjuva mülkiyetinin ortadan kaldırılmasıdır. Ama modern burjuva özel mülkiyeti, çoğunluğun azınlık tarafından sömürülmesini temel alan ürünlerin üretilmesi ve mülk edinilmesi düzeninin nihai ve en tam ifadesidir.” Her iki ekol de burjuvazi içinde izin verilen özel mülkiyet hakkının özgürlüğe zararı üzerinde mutabıktır. Bu olgunun insan doğasıyla ilişkisi bugün bile netameli bir konuyken, mülkiyetin tarihsel serüvenini inceleyen Félicien Challaye, Mülkiyetin Tarihi isimli çalışmasında ilkellerde ister kişisel ister topluluk nezdinde olsun, bunun insan doğasına mistik etkilerle iz bırakan güçlü yapısına dikkat çeker:

“Bütün bu toplumlarda göze çarpan şey mülkiyetin kutsal oluşudur. Kolektif mülkiyet kutsaldır. Çünkü o ölülerin malıdır ve bu ölüler yaşayanlarla birlikte yaşamaya devam eder. Kişisel mülkiyet de kişiliğin devamınca kutsal kalır.”

Öyle anlaşılıyor ki, fert ve topluluk bağlamında insanlığın ilk dönemlerinden itibaren metayla kurulan bağ kolay kolay kopmayacak kadar güçlü kurulmuş. Bunun bin yıllar içinde insan ahlakını da şekillendirdiği görünüyor. Wilde’a göreyse özel mülkiyet ilkin bireyselliğin ve ahlaki yapının düşmanlığını yapıyordu. Ardından bir nevi göz boyacılığı yaparak suni bir bireyselliği yıktığı değerler üzerinden inşa ediyordu.

“… Öyle ki, insan önemli olanın var olmak değil, sahip olmak olduğu fikrine kapılmıştır. Oysa insanoğlunun gerçek mükemmelliği neye sahip olduğunda değil, ne olduğunda saklıdır. Özel mülkiyet gerçek bireyselliği yerle bir etmiş ve yerine sahte, suni bir bireysellik inşa etmiştir.” (s. 15)

Burada önemli sayılabilecek bir soru karşımıza çıkıyor. O halde gerçek bireysellik nedir? Oscar Wilde’a göre hiçbir ihtilafa düşmeden insanın kendi tekamülünü gerçekleştirebildiği, bir şeyleri ispatlamaya çalışmadan özgürce kendi renklerini sergileyebildiği bir dünya gerçek bireyselliğin yaşandığı bir yer olabilir. Kanımca Wilde yaşadığı yüzyıldan hareketle günümüz insanına da burada bir mesaj vermeye çalışıyor. Bu mesajdaki özgürlük vurgusunu hapis, tecrit, prangayla… ilintili saymak yanlış olur. Önce Wilde’ın mesajını somutlamaya çalışalım; şu soru cümlesi pekâlâ olabilir: “21. yüzyılda kölelik hâlâ kalkmadı mı?” Köleliğin / kölenin çağımız insanının imgeleminde uzak bir figür olduğunu söylemek yanlış olmaz herhalde. Fakat şöyle bir hayal kuralım. Ekmeğini kazanmaya çalışan standart AVM çalışanı düşünün. Önce bu bireyimizi tebrik etmemiz gerekecek. 2020’lerin Türkiyesi’nde resmî rakamlara göre % 15’lere varan işsiz ordusundan sıyrılabildiği için. Yaşadığı onca kısıtlamalara rağmen asgari maaşla hayatını idame ettirmeye çalışan, sabahın köründe kalkarak toplu taşımayla işe koşturan, gecenin bilmem kaçından evvelde evine varamayan, patronunun ezdiği, işemeye giderken bile izin alması gereken bu birey Wilde’ın parametrelerine göre bir köledir aslında. Sadece suni şartların meydana getirdiği bir illüzyon sayesinde kendi köleliğini fark edememektedir. İnsanın kendini istediği gibi ifade edemediği her ortam onun için sorunludur. Wilde özgür bireyin var edicisi konumu atfettiği bireyselliğin tesisinde yukarıda verdiğimiz pasajdaki gelişim/kazanç ayrımını boşa yapmamıştır. Kazanç odaklı her hamle şartların sahte olarak kalmasına neden olacak, bu da özel mülkiyet hırsını perçinleyecektir.

İrlandalı oyun yazarı, şair ve öykücü Oscar Wilde'ın, 1882 dolaylarında Amerikalı litografyacı ve fotoğrafçı Napoleon Sarony tarafından üretilen portresi. Dönemin ünlü simalarını, alışılagelmişliğin dışına çıkan pozlarıyla sergileyen Sarony, Wilde'ın Amerika Birleşik Devletleri'nde bulunduğu bu dönemde bir dizi fotoğrafını çekebilme fırsatını yakaladı. (Vikipedi'den)

Oscar Wilde bu deneme tarzındaki yapıtına Sosyalizm ve İnsan Ruhu (The Soul of Man Under Socialism) ismini vermiş. Ancak yukarıda belirttiğim gibi kitapta anarşizmin tınıları daha yüksek tonda duyuluyor. Bunu ilkin özgürlük ve mülkiyet temalarında gördük; şimdi bahsetmek istediğim nokta ise ceza mefhumu üzerine. Bilindiği gibi anarşistler “ne Tanrı ne efendi” mottosuyla hareket ederek bütün otorite figürlerine nefret beslerler. Wilde da yazısında ceza sisteminin suçu daha da azdıracağını söylüyor. Ne kadar az ceza verilirse o kadar az suç işleneceğine dair bu kanaatinin yanı sıra otoriteyle ceza pratiği arasında da ters orantı kuruyor. Bunu ise baskının isyanı da besleyeceğine ve bu sayede bu isyan ve başkaldırıyla birlikte egemen güçlerin uygulayacağı cezaların azalacağına bağlıyor. Günümüzde hiçbir siyaset bilimcinin bu fikri akla yatkın göreceğini zannetmiyorum. Aslında Oscar Wilde’ın olumladığı şeyin dozunu aşan bir idealizasyondan ibaret olduğunu söyleyebilirim. Bununla birlikte Wilde’ın “… ve şurası kesindir ki, bir toplum işlenen suçlardan daha çok, artık bir gelenek haline gelen cezalandırmalardan dolayı yaralanır” (s. 25) sözü insan ruhunun soyluluğuna iman etmiş bir idealistin sarf edeceği bir cümle olabilir ancak. Kaynağını ise “Modern anlamda suçun anası günah değil, açlıktır” önermesiyle açımlar. Wilde’ın suçun sebebi saydığı bu açlık ifadesi ne tesadüftür ki, Brecht’in Üç Kuruşluk Opera’sında (1928) bu sefer de ahlakla mukayese edilip şöyle ifade olunacaktır: “Önce ekmek, sonra ahlak.”

Oscar Wilde’ın tasavvur ettiği ve çözüm önerileri getirdiği sorunlar çok boyutludur. Bir sistemin temel gereksinimlerini irdelemenin yanı sıra küçük sorunlar üzerine kafa yormasında ve bunlara fütüristik sayılabilecek çözüm önerileri getirmesinde edebiyatçı tarafının da biraz etkisi olduğu söylenmeli. Wilde bu yönüyle biraz da Hans Widmer’in bolo’bolo’suna ilham kaynağı olabilecek edebi bir ata görünümünde duruyor. Bu sadece benim bir yakıştırmam elbette. Widmer anarşist literatürde önemli kabul edilen bu eserinde anarşist bir komün için pratik yaşam üzerine ayrıntılı olarak öneriler sunar. Wilde’ın insan ruhunu ve varlığını hep bir cennet tablosunun içindeki detay gibi resmettiği estetik anlayışında günlük uğraşlar ve çirkin kabul edilebilecek işler için robotları devreye soktuğunu görürüz: “Çamur dolu bir kavşağı buz gibi ayaz eserken günde sekiz saat süpürmek mide bulandırıcı bir iştir. O kavşağı zihinsel, ahlaki veya fiziksel bir faziletle süpürmek imkânsız gibi bir şeydir. Orayı zevkle süpürme düşüncesi bile dehşet vericidir. İnsanoğlu pislikle uğraşmaktan çok daha iyi bir şey için yaratılmıştır. O tür tüm işler bir makine tarafından yapılmalıdır.” (s. 27) İnsana yaraşır şeyin bu tip ayak işleri olmadığı yönündeki düşüncesi yanı sıra, yazar insanlığın mutlaka kölelere ihtiyacı olacağını,kölelerin yaptığı işlerin gelecekte vazifelendirilecek robotlar, makineler tarafından yapılması gerektiğini söyler.

Oscar Wilde’ın sosyalist ütopyası içinde onun sanatın biricikliğine ve üstün konumuna dair vurguları göze çarpar. Wilde için sanat eseri eşsiz tarzın eşsiz bir ürünü olmalıdır. Bunun içinse mutlak bir özgürlük alanını zorunlu tutar. Ona göre sanatçı ne iktidarın, ne oligarkların ne de halkın isteklerine kulak asmalıdır. İlhamını alacağı tek merci kendi bireyselliğidir. Sanatçı bu hayati kurala uymadığında, diğer insanların isteklerine kulak kabartıp, bu talebi karşılamaya kalktığında ise sanatçı olmaktan çıkar, sıkıcı bir zanaatkâr yahut sahtekâr bir tüccara evrilir Wilde’a göre.

Günümüzde “popüler” sözcüğünün etkisi yadsınamaz. Popüler olana göre hizalanıp popüler olarak benimsenen fenomenler üzerinden algı geliştiriyoruz. Kendi ilgi alanım olan senaryo yazarlığında ürün/eser veren senaristlerin popüler olanı kovalamaktan başka şansı olmadığını söyleyebilirim. İşte yukarıda ayrımını yaptığımız kazanç/gelişim dengesinde kapitalist toplumun oyun kurucuları, ucuz ve hazcı olan endüstriyel sanat anlayışlarıyla tercihlerini kazançtan yana yapıyorlar.

Oscar Wilde, 1882-3, New York City.

Peki başka bir sanat mümkün değil mi? Yapılırsa elbette mümkün diyenler çıkacaktır. Bir kere popüler kanonla muhatap olmuş kişiler bilecektir ki, siz istediğiniz kadar Wilde’ın tabiriyle kendi bireyselliğinizin özgün tarafıyla üretim sergileyin, sistemin çarkları sizi hizaya sokacaktır. Elbette bunun istisnaları da mevcut.

Wilde popüler standart olarak tanımladığı tehlikenin altını çizer. Sanatçının bundan uzak kalması gerektiğini söyler. Burada popüler olanın yeniyi çağrıştırmasından dolayı yazarın yeniye dair bir düşmanlık sergilediği gibi yanlış bir kanıya varılmamalı. Wilde için özgür üretimin, yeninin ve cesur adımların hazzı bambaşkadır. Hatta bu konuda o kadar isteklidir ki, klasik olarak kabul edilen yapıtların topluma model olarak sunulması fikri dahi onu rahatsız eder: “Gerçek şu ki, toplum klasikleri o ülke sanatın gelişimini kontrol altında tutmak için kullanır. Klasikleri birer otoriteye indirgerler. Klasikleri güzelliğin yeni biçimlerde özgürce ifade edilmesinin önüne geçmek için adeta sopa niyetine kullanırlar.” / “Güzelliğin yeni biçimi insanların asla hoşuna gitmez ve bu yeni biçimler karşılarına çıktığında öyle çok sinirlenir ve şaşırırlar ki, her zaman şu iki aptal cümleyi söyleyip dururlar: Birincisi sanat eserinin oldukça anlaşılmaz olduğu, diğeri ise sanat eserinin fena halde ahlak dışı olduğudur. Bence bu iki cümleyle kastettikleri şey, bir sanat eserinin anlaşılmaz olduğunu söylediklerinde, bir sanatçının yeni ve güzel bir şey yaptığı ya da söylediği, bir sanat eserinin fena halde ahlak dışı olduğunu söylediklerinde ise, sanatçının güzel ve gerçek bir şey söylediği ya da yaptığıdır. İlk cümle üsluba atıfta bulunur, ikincisi ise ana konuya.” (s. 34-35) Wilde bu konudan hareketle sağlıklı-sağlıksız sanat ürünleri ayrımı yapar. Bu konudaki düşünceleri sanat eleştirisi alanında referans olabilecek cinsten.

Wilde’ın radarına takılan bir diğer sözcük de “hastalıklı” ifadesidir. Mutlak özgürlükten yana olan yazarımız sanatçının toplum tarafından hastalıklı kabul edilen konular ve temalarla ilgilenebileceğini, bunun onu suçlu kılmayacağını söylüyor. Bu satırları okur okumaz geçtiğimiz sene ülkemizde büyük olay yaratan Zümrüt Apartmanı isimli romanda pedofili bir karaktere yer veren Abdullah Şevki isimli yazarın yaşadığı linç aklıma geldi. Gerçekten bir yazar bu kadar açıklığıyla, ayrıntılarıyla pedofili konusuna bir sanat eserinde yer verebilir miydi? Suçu yazmak, betimlemek sanatçının hakkı mıydı, yoksa en azından özendirmekten dolayı ceza mı almalıydı? Neyse ki ülkede hâlâ mantıklı davranan hukukçular vardı da, sanata dair bir temsilin suç unsuru kabul edildiğini görmedik:

“Sırf hastalıklı konularla ilgileniyor diye bir sanatçıya ‘hastalıklı’ demek, Shakespeare’e Kral Lear’ı yazdığı için deli demek kadar aptalcadır.” (s. 36)

Oscar Wilde, Sosyalizm ve İnsan Ruhu denemesinde hamasi nutuklardan ve dönemin ruhuna uygun cümlelerden kaçınır. Birileri onu iyi sansın, sevsin diye beylik laflarda bulunmaz. Bunu en iyi acıyı ve hazzı değerlendirdiği pasajlarında görebiliriz. Belki Hıristiyan ahlakından başlayarak mazlum edebiyatı yapan bir anlayışa Nietzsche’ye benzeyen marjinal, ofansif bir saldırıda bulunuyordu. Acıyı olumlayanların egemenler olduğunu söylüyordu. Büyük halk kitlelerini kontrol altında tutmak için dinle beraber mitolojiye bürünen bu olumlama değil miydi? Hıristiyan ahlakı da böyle şekillenmişti kuşkusuz. Modern dünyada acının vazifesinin bittiğini ve artık hazzın dönemine kapı aralandığını söylüyordu. Ona göre sosyalizmin de ihtiyacı olan bu yeni haz anlayışıdır. Oscar Wilde bunu “yeni bireyselcilik” ya da “yeni Helenizm” olarak tanımlar. “Öte yandan acının insanın kendisini fark edebileceği bir yöntem olduğu gerçeği tüm dünyayı büyülemiş durumdadır. Kürsülerde ve farklı mecralarda üstünkörü konuşanlar ve üstünkörü düşünenler genellikle dünyanın zevke olan düşkünlüğünden sızlanıp dururlar. Ama şu âna kadar dünya tarihinde yegâne amacın zevk ya da güzellik olduğu çok nadiren görülmüştür. Acının yüceltilmesi dünyayı çok daha fazla egemenliği altına almıştır. / Acı mükemmelliğe giden tek yol değildir. Geçicidir ve bir protestodur. Yanlış, sağlıksız, adaletsiz bir çevreyle bağlantılıdır. Yanlışlar, hastalıklar ve adaletsizlikler ortadan kaldırıldığında gidecek başka bir yeri olmayacaktır. Artık görevi bitecektir.” (s. 58-59)

Wilde kadife bir eldiven taşıyor. Ancak bu yumuşacık eldivenin büründüğü ellerin sahibinden sıkı bir yumruk yiyebilirsiniz. İşte Sosyalizm ve İnsan Ruhu böylesi ilginç bir eser. Onun bu çalışmasını okurken gözümde ünlü Rus besteci Dmitri Şostakoviç’in Nazilerin Leningrad saldırısı sırasında itfaiye gönüllüsü olarak yer aldığı o ünlü fotoğraf canlandı. Şostakoviç naif diyebileceğimiz bir insandı. Böylesine kanlı bir savaş onun tabiatına göre değildi. Ancak gerçek bir sanatçı olarak o hem kendi halkının mücadelesinde bulunmuş hem de o şartlarda Leningrad Senfonisi’ni yazmıştır. Sanırım sanatın mücadele azmi hem Şostakoviç’in hem de Oscar Wilde’ın verdiği mücadeleler ve kişilikleri arasındaki tezattan daha iyi anlaşılıyordur.

 

KAYNAKLAR:

  • Oscar Wilde, Sosyalizm ve İnsan Ruhu, çev. F. Sevimay, 1984 Yayınevi, İstanbul, Temmuz 2019.
  • Pierre-Joseph Proudhon, Mülkiyet Nedir?, çev. Devrim Çetinkasap, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2019.
  • Friedrich Engels, Karl Marx, Komünist Manifesto, çev. Kemal Ülker, Versus Yayınları, İstanbul, 2012.
  • Félicien Challaye, Mülkiyetin Tarihi, çev. Turgut Aytuğ, Remzi Kitabevi. İstanbul, 1969.
  • p.m. (Hans Widmer), bolo’bolo, Kaos Yayınları, İstanbul, 2008.