Son 11:

Sarhoş bir yalnızlık kasabada kol geziyor…

Son 11

FERHAT ULUDERE

Edisyon Kitap
2024
192 sayfa

16 Ocak 2025

ÖMÜR MÜZEYYEN YILMAZ

Son 11, amatör ligde oynayan Kentspor adlı futbol takımını merkeze koyarak küçük bir kasabayı, o kasabada yaşamayı, daha da çok yaşayamamayı anlatan sürükleyici bir roman. Yazar Ferhat Uludere’nin dördüncü romanı. 2018 yılında Doğan Kitap’tan çıkan kitap 2024 Aralık ayında Edisyon Kitap’tan yeni baskısını yaptı. Roman çok karakterli yapısıyla dikkat çekiyor. Uludere tüm karakterlerine sahip çıkıp onları duygusal ve düşünsel anlamda okuruna tanıtıyor, eylemlerini sinematografik bir şölenle sahneliyor. Haliyle kahramanlar, tipler capcanlı. Hepsi arkadaşımız, komşumuz, ailemiz ya da en azından hikâyelerini hayatımızın herhangi bir ânında duyduğumuz, şahit olduğumuz kimseler kadar renkli ve gerçek. Hüzünleri içimizi buruyor, sevinçleri neşelendiriyor, başarıları gururlandırıyor, meseleleriyse düşündürüyor. Kentspor oyuncuları sezonun son maçına çıkmak üzereyken, üstelik ligden düşecekleri de belliyken, soyunma odasında geçiyor bütün roman. İç içe geçmiş hikâyeleri, yazarın kurduğu helezonik olay örgüsüyle zamanda ve mekânda doğrusal bir çizgiyi takip etmeden okuyoruz. Takımın son on biri son kez yüzleşiyor birbirleriyle, geçmişleriyle, öfkeleri ve hatalarıyla. Sahaya adım attıkları andan itibaren bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Adı geçmese de yazarın daha önceki kitaplarından ve elbette ki özgeçmişinden bilindiği üzere romanın mekânı Lüleburgaz. Zaten Uludere, metinlerarasılığı kullanarak ilk romanı olan 1001 Fıçı Bira’dan bazı karakterleri ve mekânları Son 11’e dahil edip kasabanın ismini bir nevi haykırıyor. Meyhaneci Şükrü Usta ile oğlu Feryat kısacık fakat kilit rollerle karşımıza çıkıyor. Lüleburgaz’da doğup büyümüş olan Ferhat Uludere iyi bir gözlemci olduğu gibi iyi de bir aktarıcı. Küçük bir kasabada süregiden meseleleri genelleştirmeyi başarıyor. Anlatılanlar aslında kasabanın bağlı bulunduğu ülkenin de sorunları. Yazarın futbol bağlamıyla önümüze serdiği aşk, özellikle baba-oğul ilişkisi merkezinde aile, dostluk, menfaat üzerine kurulan diğer ilişkiler, kalabalıkların içinde hissedilen yalnızlık, hatta yabancılaşma gibi bireysel meseleler hangi kasabada veya şehirde yok ki?

İnsan akara bakmak istiyor. Ne aktığı önemli değil; ister görüntü aksın, ister su, ister araba. Hareket olsun abi.

Yine Uludere’nin romanın bütününe yayarak anlattığı spor dünyasındaki tartışmalı ve çalkantılı tutumlar, siyasal İslam’ın yayılışı, liyakatsizlik, eğitimin kendi odağından kopması, gençlerin gelecek kaygısıyla içine düştüğü ümitsizlik ülkemizin genel sorunlarından değil mi? Durağan bir kasabanın çıkmazında debelenen karakterler okura ister istemez bu soruları sorduruyor.

Şeref tribünü seyircinin tam ortasındaydı ama seyirciden demir parmaklıklar ve korumalarla ayrılıyordu. Siyaset, spor ve sermayenin kol kola girip maç izlediği bu yer kuşkusuz dedikodu ve pazarlıkların da hararetle yapıldığı mekândı. Maçlar burada alınır, satılır, futbolcuların pazarlıkları yapılır ve teşvik primlerinden hakem taban fiyatlarına kadar her şey burada belirlenirdi.

Kentspor ağır yenilgilerle sarsılan bir futbol takımı. Hem oyuncular hem de taraftarlar tüm umutlarını yitirmişler. Yöneticileri kasaba eşrafından Börekçi Mustafa ve Galeri Ahmet. Teknik direktörleri, zamanında Kentspor’da oynayan, oldukça başarılıyken de karısının ölümüyle derin bir depresyona giren, alkol batağına düşen, bir çıkış yolu bulamayınca da kızı Ayla’yı yanına alıp kasabayı terk eden Puşkaş Sami. Takımın kaptanı, birlikte yaşadıkları halde bir gün olsun sevgisini göremediği alkolik babasının yoksunluğuyla Sami’yi kendine baba sayan, kızı Ayla’ya çocukluğundan beri âşık Tazı Vedat. Ayla ve Sami tarafından terk edilmenin acısını atlatamayan Vedat geçkin yaşına rağmen Kentspor’da oynamayı sürdürüyor, ancak ne kadar düşleyip istese de kasabadan çıkmayı bir türlü başaramıyor. Haliyle gittikçe huysuzlaşıp edilgen bir hale bürünüyor, kasabalı tarafından da küçümseniyor. Takımda sevdiği tek kişi Sezgin. Ondan çok daha genç olan Sezgin aralarında gelecek vaat eden tek kişi. Futbol aşkına bir kamyonun altında kalıp aylarca yoğun bakımda yatan Sezgin takımdaki diğer kişiler tarafından da saygı duyulan, takdir edilip desteklenen bir karakter. Kentspor aslında yirmi bir oyunculu bir takımsa da, son maça yalnızca on bir oyuncu geliyor. Bu son on bir oyuncu küme düşmekten korkmayan, taraftarın karşısına çıkabilecek kadar cesur diye adlandırılsa da, tam anlamıyla böyle olmadığı romanın ilerleyen sayfalarında anlaşılıyor. Hepsinin o son maça katılma amacı farklı ve hepsinin amacı kendi içinde son bir gayret, son bir atılım. Onları en çok korkutan şey taraftarın öfkesi. Öfke tribünlerden soyunma odasına küfürlerle ulaşıyor. Bu noktada yazar bir tartışma başlatıyor. Küfür ve futbol arasında kurduğu bağla okuru muhakemeye davet eder gibi.

Ferhat Uludere

Futbol müsabakalarında küfür edilmeye başlanması 1950 yılına dayanıyor. Futbolun doğasında barınan hırs, tutku, rekabet heyecanı, çatışma içgüdüsü, şiddet gibi duygular seyirciler tarafından bir stadyum diline dönüştürülüyor. Önceleri yalnızca alt sınıf denebilecek eğitimsiz seyircinin ağzından dökülen küfürler zamanla ve oldukça hızlı bir şekilde eğitimli, iş güç sahibi, sosyal statüsü yüksek kimselerin de maç esnasında diline pelesenk oluyor. Çeşitli önlemler alınmasına rağmen küfür etmenin önüne geçilemiyor ve 1959 yılında artık küfür futbolun bir unsuru halini alıyor. Stadyum dili içeride kalabilmek, oyunun parçası olabilmek için kullanılması gereken bir dil oluveriyor. Elbette şunu da belirtmek gerekir. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, karşı takımın taraftarından gelen küfürler diğer takımı tahrik ediyor ve bir oyun gibi değil de, romanda da sık sık bahsedildiği üzere, bir savaş gibi lanse edilen futbol maçının kazanılması açısından seyircinin olağan desteği sayılıyor küfürler. Romandaki farklılık ise karşı takımın taraftarını duymamamız. Biz Kentspor taraftarının küfürlerini duyuyoruz ve haliyle şaşırıyoruz. Kendi takımına kızgın ve kırgın bir kitle var karşımızda. Aslında dışarıda hepsi dost, hepsi akraba ya da komşu. Mekân onları başkalaştırıyor, içlerinden yeni birer insan çıkarıyor sanki. Bu yeni insanlar hayattaki tüm başarısızlıklarının hıncını Kentspor’dan almak istercesine yükleniyorlar takıma. Çünkü futbol o kasaba için bir itibar meselesi olmakla kalmıyor, kişinin kendini ispatlama aracı da sayılıyor. Kasabadan kurtulmanın, kaçabilmenin tek yolu futbolmuş gibi geliyor onlara. Eğer takımdan biri becerip de başka bir yere gidemezse ya da takım küme atlayamazsa, hiçbiri de hiçbir yere gidemeyecekmiş gibi umutsuzluğa kapılıyorlar. Hal böyleyken taraftardan duyulan küfürler Kentspor oyuncularını daha da aşağıya çekiyor.

Kentspor’un başkanlık seçimleriyle ilgili yapılan pazarlıklar, takım kadrosuna müdahaleler, futbolu kendi için bir çıkış gibi gören kasabalının sadece başarı ve başarısızlık durumlarında etkinleşip diğer konularda umursamaz davranışları insan ve erk ilişkilerindeki menfaati de gözler önüne seriyor. Sıradan halkın tutumu nasıl menfiyse, başkanlık hırsıyla ideallerinin biçimini değiştirmek zorunda kalanlar da bir o kadar menfi. Her ikisini de belli bir noktaya kadar anlamak ve tolere etmek mümkün. Çünkü ne olup bitiyorsa kasabalının kendi içinde oluyor ve zararı da, yararı da onları ilgilendiriyor. Asıl tehlike Mücahit’in başını çektiği, çoğunluğunu dışarıdan gelen yabancıların oluşturduğu İslami grup. Bu grup için kasaba refahının pek bir önemi yok. Onlar yalnız kendi siyasal yapılanmaları adına girişimlerde bulunuyorlar ve halihazırda çok da beğenilmeyen, ancak yine de yaşamaya alışılmış mevcut atmosferi hızlı bir şekilde değiştirmeye başlıyorlar.

Yerel yönetim bazında Orta Anadolu’nun neredeyse tamamını ele geçiren siyasal İslam fikri Trakya’nın da içine sızmaya çalışıyordu. Trakya kasabaları Halk Partisi ile merkez sağın elindeydi ve kolay kolay el değiştirecek gibi görünmüyordu. Köylü, kasabalı, kentli, sağcı ya da solcu, kim olursa olsun cemaatlere ve siyasal İslam fikrine sıcak bakmıyordu. Bu yüzden Trakya daha da kıymetli bir hedef haline geliyordu.

Her gün akşam namazından sonra toplanıyorlar. Yanlarına ilk gelenler atanan devlet memurları oluyor. Zamanla, romanda anlatılan çeşitli sebeplerle kasabalı memurlar da onlara katılıyor. Yavaş yavaş niyetlerini dillendiriyorlar. İktidar diyorlar, şeriat… Açtıkları karate salonlarında “sensei”lerin (usta, öğretmen) yetiştirdiği öğrenciler sokak çeteleri kurup sokak kavgaları çıkartıyor. Kavgalar çoğaldıkça salonlara yazılanların sayısı artıyor. Hiçbir sportif ehliyeti olmayan öğreticiler kimilerine abi, kimilerine öğretmen, kimilerineyse yol gösterici kisvesine bürünüyor. Elde ettikleri sayısal güçle kasabadaki birçok alanda söz ve karar sahibi oluyorlar. Berat da Kentspor’a böyle katılanlardan. Börekçi Mustafa’nın başkanlık için önerilen yardımı kabul etmesiyle verdiği tavizlerden biri. Bütün kasaba onun liyakatsiz şekilde takıma girdiğini biliyor. Haliyle Berat hem takım arkadaşları tarafından hem de dışarıdakilerce sürekli bir ötelenme hali yaşıyor. Ancak yapabileceği herhangi bir şey yok. Abileri ne diyorsa, tüm gururunu, öfkesini ve kırgınlıklarını içine atıp yapmak durumunda. Uludere okura burada belki de şunu göstermeye çalışıyor. Örgütlenme iyidir, gereklidir, faydalıdır. Ancak öncelikli ilkesi halkın refahı olmayan menfi bir örgütlenme tehlikelidir ve aslında başındakilerden başka kimseye de faydası yoktur.

Ferhat Uludere romanda adeta iki dil kullanmış. Bu ikisi birbirine hiç karışmıyor. Karakterlerin iç dünyasını anlatırken şiirsel, edebi bir dille karşılıyor okuru. Soyunma odasında, meyhanede veya tribünlerde ise sokak diliyle. Çizdiği portrelere uyumlu olarak, konuşması gerektiği gibi konuşup düşünmesi gerektiği gibi düşünüyor karakterler. Bu yüzden sade ve yalın anlatımına rağmen pek çok yerde kahramanlarımızla birlikte üzülüyor, sinirleniyor, küsüyor ya da seviniyoruz. Son 11’in okuru belki de en çok hüzünlendiren, hatta özdeşlik kurmasını sağlayan kısmı, birbirinden farklı onca karakterin ortak bir duyguda buluşması. Köşeye sıkışmışlık duygusu. Kasabalar yapısı gereği basit, ancak çetrefilli yerleşim yerleridir. Romandaki kasaba üzerinden ilerlersek, herkes herkesi tanıyor, herkes her şeyi duyuyor. Hemen herkesin bir lakabı var ve o yakıştırmayı bir kez kazanan asla kurtulamıyor, hatta çoluğu çocuğu bile bundan payını alıyor. Kasabada yapılabilecek işler belli. Dışına çıkmayı planlamak, yenilik istemek, yeniliği getirmeye cüret etmek, gitmeyi düşlemek, düşleyip de gerçekleştirememek, gerçekleştirip geri dönmek, evlenememek, evlenip yürütememek gibi birçok şey insanın alnına yapışıveriyor. Başarısızlık güçsüzlük olarak niteleniyor ve kasabalı güçsüz gördüğünü ezmekten asla imtina etmiyor. Dalga geçmek, bel altı yakıştırmalarda bulunmak en fazla kullandıkları. Bir de tabii genel kabul görmüş teamüller var. Herkesin bu teamüllere uyması bekleniyor. Haliyle kasabada öğretilmiş çaresizlikle sadece gün geçiriliyor. Gitmeye korkanlar, gidip de tutunamayacaklarını düşünenler, dönmeyi gidememekten beter sayanlar, hayallerini unutanlar, kendilerini unutanlar için yapılacak tek şey kalıyor. İçmek. Sadece alkoliklere bulaşmıyor kasaba. Onları unutmuşçasına ya da ölmüş sayarcasına rahat bırakıyor. Bu da bir nevi döngüye dönüşüyor romanda. Her türlü beklentinin kendilerinden uzaklaştığını görenler unutmak için, uyuşmak için daha da çok içiyor ve yazarın da romanda sık sık belirttiği gibi ölmeye yatıyor.

Herkes içki içer; kimi tadını sevdiği için içer, kimi çakırkeyif olmak için, kimi iki yudum sohbet için… Kimi unutmak, kimi hatırlamak, kimi yeniden başlamak, kimi özlemek, kimi özlenmek, kimi ise sarhoş olmak için içer. Ama Sedat ölmek için içiyordu.

Roman boyunca merakla takip ettiğimiz diğer bir konu da Vedat ve Ayla’nın aşkı. Birbirlerini çok seven gençler Sami’nin kurtulmayı beceremediği bunalımı yüzünden ayrılmak zorunda kalıyor. Sami kasabadan kaçarken itirazlarına rağmen kızını da yanında götürüyor. Ayla bir süre sonra kendine yeni bir hayat kurabiliyor, ancak Vedat bunu başaramıyor. Gerekçesiz bir ümitle Ayla’yı bekliyor. Ve bir gün, Kentspor’un direktörü olması çağrısıyla Sami’nin kasabaya dönüşüyle Ayla da dönüyor. Fakat artık evli bir kadındır o. İkisi arasında çocuk yaşta başlayan ve romanda görüldüğü üzere halen süregiden aşk Uludere’nin maharetli kaleminden yine ustalıkla okura aktarılıyor. Vedat’ın okul hayatı boyunca bir kendine, bir de Ayla’ya aldığı simit, simidin alınış şekli, veriliş şekli, zamanla gönül rızasıyla üstlenilen bir sorumluluk haline gelişi, romanda anlatılan aşkın saflığını, tarafların yaşadığı yoksunlukları, özlemleri ve gelecek beklentilerini yalın fakat etkili bir biçimde yansıtıyor. Onca alternatifsizliğin içinde sevginin ya da aşkın filizlenişini, serpilmesi esnasında da yine kendilerinden başka hiçbir şeye ihtiyaçlarının olmadığını görüyoruz. Ancak Romeo ve Juliet’ten bu yana birçok okur bilir ki, aşk maalesef iki kişilik değil. Ailelerin tutumu, sosyo-kültürel çelişkiler, baskılar, korkular veyahut çekinceler âşıkları zorluyor, yanıltıyor ve mutsuzlaştırıyor. Puşkaş Sami yaptığı haksızlığın farkına varıyor elbette. Sahaya çıkmazdan hemen önce Vedat’la yaptığı konuşmada günah çıkartıp her ikisinin de önüne yepyeni bir yol sunuyor.

Son 11 her ne kadar tükenmiş bir takımı, taraftarı ve bir kasabayı anlatsa da, umutla sonlandırılmış bir roman. Futbolun savaş değil de bir oyun olduğunu roman boyunca okura hatırlatırken, hayatın da bir nevi oyun olduğunu fısıldıyor aslında yazar.

İçinde bir sürü kirli işin döndüğü bir oyun futbol ama sadece bir oyun; savaş değil.

Oyundan bıkanlar, korkup kaçanlar daima olacak. Ayrıca, kaçmayı başardığı halde aradığı huzuru, aidiyet hissini bulamayanlar da. O zaman önemli olan, gitmek ya da kalmakta, oynamak ya da oynamamakta özgür hissedebilmek mi? Kararı özgür bir iradeyle verebilmek mi? Gidince dönebileceğini bilmek, kalınca başarısızlık addetmemek. Kazanılmayacağı bilinen bir oyunun oyuncusu olmakla hak edilen gururu utanıp sıkılmadan duyumsayabilmek mi?

İnsan doğduğu yeri bir kere terk etmeyegörsün, yerinde duramaz, alışır gitmelere, uzaklara alışır. Başı dara düştüğünde ilk kaçmak gelir aklına; heybesine koyup pişmanlıklarını, uzaklara gitmek ister. Gitmesine gider ama ne gittiği yere kök salar ne de döndüğünde köklerini bulur. Çünkü toprak kabul etmez gideni, kökleri çürür ve yaşananlar mazi olur; kimse hatırlamaz olan biteni.

Son 11 için varoluşçu bir romandır diyemeyiz fakat var olmaya çalışan, varoluşunu göstermeyi arzulayan karakterlerle doludur diyebiliriz. Özellikle baba oğul ilişkileri, belki de kopuklukları dikkatten kaçmıyor. Karşılıklı olarak birbirlerini iyi konumlarda görmek istiyorlar, öyle hayal ediyorlar. Oğulun babaya kendini ispatlaması kadar, babasında olmasını düşlediği özellikler de üzerinde konuşulabilecek konulardan. Kahramanlarımız yaralı ve yalnız.

Tıklım tıklım dolu tribünler arasında yapayalnız kalmışlardı bütün bir sezon. Yalnızlıklarıyla küçülmüşler ve yalnızlıklarıyla baş başa bırakılmışlardı.

Kimi ailelerince terk edilip yaralanmış, kimi kayıplarla yalnızlaşmış, kimi yanlış kararlarla köşeye sıkışmış, kimi de hayata beklendiği gibi tutunamadığı için çevrelerince bastırılmış. Yine de oyuncuların, aralarındaki en yaralı kişi olan Puşkaş Sami’nin yüreklendirmesiyle o son maçta yenilgilerini kabul ederek oynamaları gösteriyor ki, her ne olursa olsun küsmeyip yaşamaya devam edecekler.

Bugün bu sahaya çıkmazsak hayatımız boyunca bu lekeyle dolaşırız. O zaman hiç kimse bugünü unutmaz ama bugün sahaya çıkarsak inanın yarın burada yaşananları kimse hatırlamaz.