
Her şeyi altüst eden savaş, göğü gümbürdeten uçakları, sığınağa koşmanızı emreden sirenleri, kolu bacağı kopan, başı vücudundan ayrılan, can çekişen insanları haber veren cankurtaran düdükleri, düştüğü yerde yaşama ne dair ne varsa yok eden bombaları ve daha birçok işaretiyle hayatımızın orta yerine gelip bütün düzenimize yeni bir biçim verdiğinde, kendimizi olağan günlerde hiç düşünmediğimiz kararları verirken buluruz.
Kaçmalı mı, savaşmalı mı?
En yakın ülkeye sığınmalı mı, öleceğini bildiğin halde sonuna kadar mücadele etmeli mi?
Cevabı olmayan bu soruları çoğaltabiliriz.
Bu şıkların hiçbiri doğru değildir, hiçbiri yanlış değildir, sadece insandan insana değişir.
Michael Ondaatje, Savaş Işığı’nda bizi bu ikilemle baş başa bırakıyor.
Alman uçakları Londra’yı bombalıyordu ve Rose’un iki çocuğu vardı.
Küçük çocuğu Nathaniel dokuz yaşındaydı, ablası Rachel ise birkaç yaş büyüktü.
Sıradan bir kadındı ve önünde iki seçenek vardı: Ya çocuklarıyla bu korkunç günlerin sona ermesini bekleyecek ya da elinden geleni yapmak için risk alacak.
İlkinde, bombalanan ülkesi için bir şey yapmamanın getirdiği sinmişlik duygusu; ikincisinde, çocuklarından ayrı kalacak, belki bir daha göremeyecek olmanın endişesi vardı.
Siz olsanız hangisini seçerdiniz?
Çocuklarınızı bir daha görmeme pahasına savaşa girer miydiniz?
Yoksa, bilinmez bir yerlerde yarı saklanarak zamanın değişmesini mi beklerdiniz?
Hiç bana kahramanlık taslamayın, cevabın o kadar kolay olmadığını hepimiz biliyoruz.
Ayrıca, bana sorarsanız, savaş ortamında çocuklara ve aileye sahip çıkmak da en az savaşa katılmak kadar kahramanca bir tavırdır.
Şayet savaşı kaybederlerse ve Britanya adası Nazi işgaline uğrarsa, çocukları için hiçbir gelecek kalmayacağını düşünen Rose, çocuklarını görememe pahasına savaşa katılmaya karar verdi.
Hayat onu başlangıçta öngördüğünden farklı yerlere sürükledi; savaş uzadıkça görevleri değişti; gün geldi, evden gitmek, çocuklarını terk etmek zorunda kaldı.
Savaşın son günleriydi.
Nathaniel on dördüne girmişti ve artık çocukların velisi annesinin arkadaşı “Gece Kelebeği”ydi.
Rose’un işi gizliydi, tedbiri elden bırakmaması gerekiyordu ve çocuklar için ne kadar az bilirlerse o kadar iyiydi.
İşbirlikçiler, gizli faşizm yanlıları veya casuslar bilgi sızdırmak ya da düpedüz intikam almak için çocuklarına zarar verebilirlerdi.
Çocuklarına neler yaptığına dair hiçbir şey söylemedi, evi terk ettiği gün de kocasıyla birlikte daha iyi iş imkânları sunan Singapur’da olacaklarını anlatmıştı.
Singapur’a giderken yanında götüreceği sandığı çocuklarıyla birlikte hazırlamıştı.
Onlar gerçekten Singapur’a gideceğine inansın istiyordu, böylece en büyük güvenceleri bilgisizlikleri olacaktı.
Güvendiği arkadaşları çocuklara göz kulak olacaktı.
Savaş mayıs başında kâğıt üstünde bitmişti ama sonucu kabullenmeyenler savaşı sürdürmeye hazırlanıyorlardı.
Savaş bitmişti bitmesine ama istihbaratçılar için bitmemişti, yeni görevleri bu insanları etkisizleştirmek, yakalamak, sorgulamak…
Ve hatta öldürmekti.
Rose’un savaşı bitmemişti.
Savaş en iğrenç suçları bile meşrulaştırma ve insanları aklama gücüne sahiptir.
Rose’un neler yaptığını, nelere yol açtığını kimse bilmiyordu.
Kahramanlıklarından söz ediliyordu ama her kahramanın arkasında bir de görülmek istenmeyen işleri vardır, Rose’un hayatının pek çok kısmı çocukları için bile muammaydı.
Annelerini tanımadan büyümek zorunda kalmışlardı.
Nathaniel yirmilerinin sonuna geldiğinde, İngiliz Gizli Servisi tarafından savaş yıllarına ait dosyaları incelemekle görevlendirildiğinde aslında annesinin kim olduğunu, neler yaptığını ve neden onları terk ettiğini açığa çıkarmak istiyordu.
Bir şeyler buldu.
Annesinin anlatmadıkları, eksik bıraktıkları, hiç bilmediği detayları…

Arşivde çalıştıkça hem dünyada en iyi tanıdığı insana hem de hiç tanımadığı bir yabancıya dair bilgiler öğreniyordu.
Babasını unutmuştu, onun başına neler geldiğiyle pek de ilgilenmiyordu.
Ama annesi başkaydı, onları terk ettiğinde bile yalnız bırakmamış, uzaktan izlemiş, onlar için kaygılanmıştı.
Nathaniel için annesinin bu tavrı çok şey ifade ediyordu.
Annesini hiç affetmeyen Rachel ise ondan nefret ettiğini söylemekten çekinmiyor, annesiyle yaşadığı için kardeşiyle bile görüşmüyordu.
Rose’a göre savaşın kazanılması ailelerden önce gelmek zorundaydı.
Kızına göre aileden önde hiçbir şey yoktu, hiçbir şey bir annenin çocuklarını terk etmesini makul gösteremezdi.
Rose ya da Rachel haklı diyemiyorum, ikisinin de haklı olduğunu düşünüyorum.