
Öykü okuru olarak iyi bir öyküden beklentilerini sıralamamı isteseler başa iki şeyi yazarım: hissettiren ve haz aldıran. Anlattığı öykü evrenini, atmosferini zihinsel dünyamızdan geçirebildiğimiz ve karakterin duygu-düşünce dünyasına girip ne hissettiğini duyumsayabildiğimiz ölçüde öyküdeki beğeni düzeyimizin artacağını düşünüyorum. Yazar neyi anlattığını, nasıl anlattığının içine yedirip bunu okurun alımlama estetiğine yansıtabiliyorsa iyi bir iş çıkarmış demektir. Haz almak okurun kültürel birikimine, yaşantısına, etik/estetik algısına göre değişecektir. Yazar bu noktada aradan çekilir, okur devreye girer. Okurun devreye girdiği her metin, okurun zihninde tekrar yaratılır. Bu öznel tutum yazardan, o metni okuyan diğer tüm okurlardan bağımsız hareket eder, biriciktir.
Sardunyalar Güneşe Bayılır öykü kitabını çıkar çıkmaz aldım (istettim mi demeliydim?). Başak Arslan’ın öykülerini dergilerden okumuş, takip etmiş biri olarak bu öykülerin kitapta nasıl bir bütünlük oluşturduğunu merak ediyordum. Öncelikle şunu demeliyim: Başak Arslan bireysel ilişkilerin kılcal damarlarında dolaşıyor. Kılcal damarların vücutta atardamarlarla toplardamarları birbirine bağladığı gibi, bu ilişkiler yumağını birbirine bağlıyor. Toplumsal yapılanmanın çok uzağında, ayrıksı ilişkiler değil bunlar. Toplumun en küçük birimi olan aileyi oluşturan bireyler arasındaki ilişkileri, kadın-erkek ilişkileri söz konusu. Onların büyük büyük sorunlarıyla değil, daha çok küçük ama en can yakıcı olanları ile ilgileniyor yazar. İnce ince kanarsınız, yaranız sızlar. Böyle olmasına rağmen, karanlık yan dehlizlerde, kör kuyularda kalmazsınız. Her sızlayan yaranın bir süre sonra kapanacağını sezersiniz. Yüzünüz güneşe dönüktür ve sardunyalar kadar sizi de güneşe davet eder öyküler.
“Kuguyruk” ve “Keşke Sen de Gelseydin” hariç, diğer on iki öykü yukarıda bahsettiğim üzere kadın-erkek ilişkilerinin, ebebeyn-çocuk ilişkilerinin iletişimsizlikleri ve çatışmaları üzerine kurulmuş. “İmkânım Olsa” öyküsü dışındaki öyküler karakterlerin daha çok kentsoylu ve küçük kentsoylu olduğu kentli öykülerdir. Bu karakterler sonradan görme kentsoylu değil, kentte doğup büyüyen, kent yaşamını özümsemiş kişilerdir. Özgüvenlidirler. Bağımsız karar alıp bunu karşısındakine rahatlıkla ileten veya davranışlarıyla gösterebilen karakterler... Erkeklere karşı, babalarına, annelerine karşı birey olmuş kadınlar, çocuklar vardır ve bunlar asidir; hepsinin kendince bir karşı duruşları vardır. Üç düşük yapmış kadın, kocasının –ve onun ablasının– mistik dayatmalarına karşı durup komşu çocuklarla trambolinde zıplar (“Olumlama Seansları”). Ya da çocuğunun odasındaki basket direğini dans direği yaparak içindeki özgür ruhu selamlar. Tekdüze giden ilişkiye erotik canlılık katacak kadar da yaratıcıdır (“Evimin Direği”). Zaman zaman kibirlerini, egolarını dayatır kadın karakterler; kocalarına karşı kendilerini kasmaktan başları ağrısa da ezdirmezler kendilerini. Evinde beslemeyi unutsa da, boşanma arifesindeki kocasına köpeğini vermek istemeyip direnen bir ruh vardır bu kadınlarda (“Başka Türlüsü Mümkün mü?”).
Yarattığı öykülerde karakterlerin kimi zaman boşanmış, boşanma aşamasında olması, yani kırılmış ilişkiler yaşaması tesadüf olmamalı; yazar bu izleklerin izini bile isteye sürmüş. Benzer izleklerin farklı konularla ve biçimlerle anlatılması bence dikkate değer. Ben hiçbir öyküyü okurken sıkılmadım. Öyküler kendini bir çırpıda okutuyor. Aslında her yazarda aradığımız, dilin son derece özenli kullanımı var. Mesleğinin Türkçe öğretmeni olması bunda rol oynuyor olabilir. Bu meslek aynı zamanda iki öyküsüne kendini yansıtıyor. “Kuguyruk”, Kuran kursuna giden üç çocuğun öyküsüdür. Dinin korkularla öğretilmeye çalışılması ve akran zorbalığıdır konu; üvey anne üzerinden anlatılır. “Keşke Sen de Gelseydin”, LGS’ye hazırlanan bir çocuğun ailesinin yurtdışına gitmesini konu edinir. Çocuk Türkiye’de kalacaktır, kardeşi ve anne-babası gidecektir. O da sınava hazırlanacaktır. Kendisine alt kattaki babaanne bakacaktır. Çocuğun geçirdiği zor zamanları iyi bir şekilde yansıtır yazar.

Çocuklar ebeveynlerine karşı mesafelidir, bunu “Buzdolabının Üzerindeki Not” öyküsünde görüyoruz. Annesinden boşanmış babasının sevgilisiyle tanışmaya gittiğinde, bakıma muhtaç annesiyle ilgilenmeyen ama sevgilisine methiyeler düzen babasını görünce şaşkınlığını ve öfkesini gizleme ihtiyacı duymaz. Onun babalığı annesine zorla, çok da istemeden para göndermesidir, başka bir şey değil. Ya da “Yarın Yine Gelirim” öyküsünde olduğu gibi bir mesafe söz konusudur. Annesinden boşanıp başka bir kadından olan erkek kardeşine bağlanan bir babadan şefkat beklemek… Onun şefkati küçükken yaz tatilini geçirdiği konaklama yeridir veya şimdi her ay gönderilen paradan ibarettir. Ötesi yoktur. Kendisi de bu yüzden hastanede yatan babasına, “Belki yarın yine gelirim” der.
İnsan ilişkilerinde mutlaka bir “üçüncü” barındırır öyküler. Bu kimi zaman eşler ve eş ablası, (“Olumlama Seansları”) kimi zaman abla-kardeş ve kardeşin kocası, iki kardeş ve baba, (“Yarın Yine Gelirim”) kız-anne ve annenin evleneceği yeni koca, (“Sardunyalar Güneşe Bayılır”) karı-koca ve bir ev köpeği, (“Başka Türlüsü Mümkün mü?”), karı koca ve komşu kadın, (“Güven Bay ve Bayan Terzisi”) kız-baba ve ayrıldığı eş, (“Bugün Dünden Daha Sıcak”) görümce-gelin-anne, (“İmkânım Olsa”) erkek çocuk-kız çocuk-baba (“Buzdolabının Üzerindeki Not”). Bu üçlü kurgusal yapı iki ana karakteri öne çıkarmak için yapılır, üçüncü kişinin kurgunun içinde (yakın veya uzak) yer alması öykülerdeki çatışmayı vurgulamak açısından önemlidir.
Başak Arslan’ın sade bir dili var. Kısa cümleler kuruyor. Karakterleri çok anlatmayı sevmiyor. Bu bence olumlu bir özellik. Az sayıda da olsa, kimi karakterlerin çenesi biraz gevşek. Okurun, özellikle iyi okurun öyküdeki gizi, pusu aralayacağına inanıyorum. On dört öykülü bir kitapta bu bence normal. Ben dilini ve anlattıklarını sevdim Başak Arslan’ın. Sardunyalar Güneşe Bayılır’da kendini okutan, duygularını bize aktarabilen, sahici öyküler var.