“Kimse sevmediği bir yalanla kandırılamaz”

Saf - Suya Anlat

İSMAİL GÜZELSOY

İthaki Yayınları
Mayıs 2025
360 sayfa

8 Mayıs 2025

ÖMER DURGUN

İsmail Güzelsoy’un Saf-Suya Anlat adlı romanı geçtiğimiz günlerde İthaki Yayınları tarafından basıldı. Bir yol hikâyesi olan Saf-Suya Anlat, saflık ve kurnazlık tartışması üzerinden insanın bireysel ve toplumsal anlamda varoluşsal krizlerini konu ediniyor.

Ancak konusu ve tartışması bir yana, kitabın en dikkat çeken yanı, Saf-Suya Anlat’ın “yeni” yazılmış değil, “yeniden” yazılmış bir roman olmasında. Güzelsoy bu romanı 2010’da kurmaya başlıyor ve 2013’te Mephisto Kitaplığı etiketiyle bastırıyor. Neden sonra, romanla olan derdinin yarım kaldığını hissederek tekrar masaya oturuyor ve ciddi kurgusal değişikliklere giderek 12 yıl sonra aynı hikâyeyi yeniden yazıyor.

“Bir rüyanın tekinsiz yollarında yürüyeceksin”

Yol hikâyelerini bilmem sever misiniz? Genelde aranan/aranılan, kaybolan/kaybolunan bu tip hikâyeler, yolda karşılaşılan kişiler, nesneler ve duygularla bezenerek her adımda yeni bir renge kavuşur; nihayetinde yazarı da, okuru da, tıpkı karakterler gibi farklı bir noktaya taşır.

Saf-Suya Anlat bu tip romanlardan. Konusuna kabaca baktığımızda, Subala adlı “genç” bir erkeğin Semerkant’a doğru yola çıktığını görürüz. Orada Kutlu Oyuncak’ı rehinciden alacak, Sıfır’ı bulup onunla Kutlu Oyuncak’ı açacak ve içindeki Nüve’yi alıp dönecektir.

Bir Doğu masalını çağrıştıran bu hal romanın geneline sirayet etmiş durumdadır. Hikâyenin her adımda yaprak yaprak açılan fantastik tarafına bir de paragöz kervancılar, kanlı katiller, ağzı bozuk Çingeneler, kör olmadığı halde kör olduğunu iddia eden insanlar, açlıktan kendilerini yiyen zavallılar gibi ayrıntılar eklenince, masalımsı tat iyiden iyiye gün yüzüne çıkar.

“Dinle, gülümse ve yoluna devam et”

Peki, kimdir bu Subala?

Kitabın başında okuma-yazmayı, hatta konuşmayı bile bilmeyen zavallı biri gibidir Subala. Karşılaştığı ilk insan topluluğuyla, o toplulukta ilk yakınlık kurduğu Lisa’yla iletişime geçtiğinde hepsini kısa sürede öğrenir ama o zaman da sevgi, nefret gibi en basit insani kavramlardan, gülmek, ağlamak gibi en sıradan tepkilerden bihaber olduğu ortaya çıkar. Etraftakiler de onun insan olmadığını düşünmeye başlarl. Gün gelir, in-cin derler; gün gelir, melek, Mehdi derler; gün gelir, Şeytan, Deccal derler.

Aslında bu durum sadece karakterler arasındaki bir belirsizlik değildir. Güzelsoy bunu romanın sonuna kadar saklar. Okur olarak biz de cevabı merak ederiz…

İşin asıl ilginç tarafı, Subala da ne olduğunu merak eder ve her bölümle beraber kendisine ve amacına dair şüpheleri artar.

“Yolda ya korkan olursun ya korkulan”

Güzelsoy’un romanda tartıştığı şeylerden biri de insandır. Bir kavram olarak “insan olmak” romanda genelde olumsuz bir şekilde karşılık bulur. Hatta Lisa’ya ve onun topluluğunun inancına göre Tanrı sadece olumlu birtakım şeyleri yaratmıştır; Dünya’yı ve içindekileri yaratan Şeytan’dır. Diğer bir deyişle, Tanrı bu kadar kötü bir şeyi yaratamaz/yaratmaz.

Subala’nın yolculuğu esnasında bir biçimde karşılaştığı insanların temsiliyetlerine baktığımızda da yine olumsuz bir sonuçla karşılaşırız. Hatta Subala’nın ilk âşık olduğu insan olan Lisa bile bir şekilde onu terk eder. Biz de böylece “kötülüğün erdemden daha bulaşıcı” olduğunu bir kez daha görürüz.

“Silin Subala, silin ki yolda izin kalmasın”

Subala “gölgeden hafif, bir esintiden geçici, bir rüyadan belirsiz şekilde insanların diyarında dolaşırken”, onlar gibi olmadığının, yani insan olmadığını farkındadır; “yapılmış”, ruhsuz, içi boş bir “kabuk” olduğunun da farkındadır ve tam da bu yüzden hem lanetlenir hem de göklere çıkarılır, hem korkulur hem hayranlık uyandırır.

O da bu gelgitlerden dolayı saflığını yavaş yavaş yitirmeye başlar.

Peki, saflık nedir?

“Uyuyor numarası yapıp hakkındaki dedikoduları duymazdan gelen genç gelin, alaycı bakışları görmemeyi seçen yaralı bir yürek, elinden alınan her şeyden gönüllü olarak kurtulduğuna inanmaya çalışan terk edilmiş âşık saftır.” Diğer bir deyişle, “vücudunda yaralanacak diri bir yerkalmamış” olandır saf.

İsmail Güzelsoy

Ancak Subala aslında insanlarla konuştuğu, onlarla duygusal anlamda bir şeyler paylaştığı, en çok da soru sormaya başladığı için saflığını yitirmeye başlar. Halbuki onu bu kutlu göreve gönderen Mahimah bunu ona kati suretle yasaklamıştır, ancak Subala yeni yeni tanıştığı kendisine, içgüdülerine, aklında dönen sorulara yenilmeye başlar. Böylece kutsal yolculuk lanetli yolculuğa, Kutlu Oyuncak, Uğursuz Oyuncak’a döner.

“Yolda da durulmaz, bir lafın ortasında da...”

Güzelsoy romanı birinci tekilden, Subala’nın ağzından anlatır. Hatta Subala’nın okuma-yazmayı öğrendikten ve Lisa’dan hediye bir defter aldıktan sonra başından geçen şeyleri yazmaya başladığını görürüz. Ara ara da “Şerh” başlıklarında kendi duygusal yorumlarını yapar. Bu kısımlar Subala’nın varoluşsal sorgularını içerdiği için özellikle etkileyicidir.

Beri yandan, Subala bu kısımlarda okura da laf atmaktan çekinmez. Örneğin ilk başta, “Lütfen anlatılanlara güvenini kaybetme. ‘O durumda biri bu ifadeyi kullanabilir miymiş?’ diyebileceğin ne varsa, bil ki onları sonradan eklemişimdir. Olabildiğince rahat ve akıcı bir okuma sağlayabilmek adına...” derken, sonlara doğru, “Kimsen ve bu satırları niye okuyorsan, bil ki seni hep kıskandım... Kimsin gerçekten, neden Subala seni seviyor, neden bizim kırık maceramız seni bu kadar ilgilendiriyor?” der.

Son kertede, Saf-Suya Anlat, on bir buçuk hayat yaşayan Subala’nın günümüze dek gelen yüzlerce yıllık serüvenini konu ediniyor. Yani yol hikâyesi sadece mekânsal olarak değil, zamansal olarak da sürüyor; tıpkı saflık ve insanlık sorgusu gibi.