“Sözcüklerden daha kötü hapishaneler de var”

Rüzgârın Gölgesi

Rüzgârın Gölgesi

CARLOS RUİZ ZAFÓN

Kırmızı Kedi Yayınevi
Mart 2019592

çev. İdil Dündar

20 Mart 2025

“Rüzgârın Gölgesi tarihe, adalete, siyasete dair naif mesajlarla örülü bir anlatı sunuyor, yaşanmamışa geçmiş, imkânsıza gelecek dediğimiz derin bir dünyayı açıyor bize hikâyesi.”

SİBEL AĞLAMAZ

Sene 2018. Ateneu Barcelonès’deyiz.

Şehrin Katalan burjuvazisi 19. yüzyılda kendi Rönesansını gerçekleştirmek isterken, bu gotik, ahşap ve zamandan muaf gibi görünen kütüphaneyi mesken tutmuş. İçeride Ortaçağdan kalma kitaplar, nadir el yazmaları, geniş taşlı bir bahçe ve hâlâ yaşamaya devam eden bir tarih var.

Karşımda Carlos Ruiz Zafón duruyor. Kemikli gözlükleri, kırmızı kazağı ve içindeki ütülü gömleğiyle, yazdığı kitabın kahramanlarından biri gibi görünüyor. Rüzgârın Gölgesi (La Sombra del Viento) kitabının konuşulduğu bir etkinlikteyiz. Kitap “Unutulmuş Kitaplar Mezarlığı 1” şeklinde bir eklemeyle Türkçeye çevrilmiş; biz de bu maceraya o mezarlığa giderek başlıyoruz.

İç savaş ve 1940’lar

İspanya İç Savaşı’nın gölgesindeyiz. Avrupa komünizm ve faşizm arasında ikiye bölünmüş, kanlı bir dönemin başında. Barselona bu kaotik ikilemin en uç cephelerinden biri. Bir yanda sosyalistler, Rusya’dan doğan özgürlük düşünceleri ve öte yanda 19. yüzyılda kısa sürede zenginleşen, Gaudí’den Picasso’ya pek çok sanatçıyı destekleyen Katalan burjuvazisi var. Ortada çoğu fakirlik sınırında yaşayan halk bir halk ve tepesinde şakşakçılarıyla birlikte fildişi kulesinde yaşayan bir kral.

Yeniden dağıtılan güç dengeleri ayrıcalıklı kesimler ve kitleler arasındaki gerilimi tırmandırıyor. Rivera ve Franco gibi askerler bu kaosu bastırmak için darbeler yapıyor. Hemingway ve Orwell, Barselona’ya gelip bu çatışmaların cephelerinde savaşırken, Dalí ürküp kaçıyor. Ama bir zamanlar Madrid’de Dalí ve Buñuel ile dünyayı kurtardıklarını düşünen Lorca gibi şairler kaçmıyor. “Dava”ya katılıyor ve kurşuna diziliyor. 20. yüzyılın ilk yarısındaki İspanya tam da böyle: Sürekli iç çatışmalar, hapse atılmalar, sanatın yasaklanması, faili meçhul cinayetler…

Carlos, Unutulmuş Kitaplar Mezarlığı’nın etrafını böyle anlatıyor.

İşte kitap tam da bu hengâmenin ortasında, Daniel Sempere adlı bir çocuğun gözünden başlıyor. Yazar herkes için saf, meraklı ve umut dolu bir başlangıç diliyor gibi.

Daniel’in babası kitapçı. Haliyle, yukarıda bahsi geçen siyasi ve ekonomik olayların bir şekilde içinde. Artık oğlunun artık yeterince büyüdüğünü düşünmüş olmalı ki, onu dükkânın gizemli bir bölmesine götürüp şu ağır soruyu soruyor:

“Bir kitap ne zaman gerçekten ölür?”

“Ne zaman?”

“Onu artık bir kişi bile okumadığında.”

Ölümsüzlüğün arandığı bir kapının önündeyiz ve birinin bizi hatırladığı sürece yaşamaya devam ettiğimize inandığımız bir dünyaya böylece giriveriyoruz. Daniel’in babası da ölmek üzere olan, yani okunmayan kitapları bu yoğun bakım ünitesine getiriyor ve kıymetini bileceğine inandığı kişilere bu kitapları tek tek sahiplendiriyor.

Tüm bu büyüleyici anlatıyı dinleyen bizim küçük Daniel ise gergin. Birazdan bir kitabı seçecek ve ömür boyu onu diri tutmaya çalışacak.

Julián Carax’ın Rüzgârın Gölgesi kitabını seçer. Ya da kitap onu seçer… Daniel kitabı okumadan önce seçtiği kitabın yazarı Julián’ı merak eder. Elinde Rüzgârın Gölgesi, şu an içinde bulunduğumuz Ateneu Barcelonès’e gelir. Babasının burada bir sahaf arkadaşı vardır: Gustavo Barceló. Daniel, Gustavo’nun sıradışı enerjisiyle birlikte hem babasının, dolayısıyla Barselona’nın hem de Julián’ın sırlarla dolu hikâyesine dalar.

Ne yazık ki, Julián’a dair hemen hemen her şey belirsizdir. Ama Daniel’in merakı yıllar boyunca dinmez. Geçmişin izinde Paris’e gideriz; kayıp aşklara, Julián’ın karakterini inşa ettiği o çetrefilli ilişkilere dalar ve yazarın tüm kitaplarını yok etmek isteyen gizemli yabancıyı anlamaya çalışırız. Kitabın Borges’in labirentlerini andıran, iç içe geçen, birbirini besleyen ve yeni ufuklar açan hikâyelerinin düğümlerini çözmeye başladıkça heyecanlanırız. Kimi zaman geçmişin karanlık dehlizlerinde kaybolur, kimi zaman yıllardır açılmamış bir mektubun satırlarında nefesimizi tutar, kimi zaman da “arkası yarın” heyecanıyla sayfaları telaşla çeviririz. Daniel kendi yaşamında Julián’ın gölgesini bulurken, biz de onların hikâyelerinde kendimizi keşfederiz.

2020 yılında 55 yaşında ölen Carlos Ruiz Zafón 2004 yılında Barselona'da, Sant Felip Neri meydanında. Fotoğraf: Sant Felip Neri

Büyülü zıtlıkların kenti: Barselona

Tam bu sırada, karşımdaki yazar Carlos, Barselona’ya duyduğu tutkusundan bahsediyor. Kitaptaki âşık ve sadık karakter Nuria’yı alıntılıyor:

“Bu kentin büyücü bir kadın olduğunu biliyor musun Daniel? Teninin altında gezer ve sen daha farkına varmadan ruhunu çalar.”

Bu Akdenizli kadının renkli tutkusu farkında olmadan bize de bulaşıyor. Kahramanlarımızla birlikte Els Quatre Gats’te kahve içiyor, Raval’ın karanlık sokaklarından Gotik Mahallesi’ndeki eve dönüyoruz. Montjuïc’te İç Savaş yıllarının hayaletleriyle yürürken, Avenida Tibidabo’daki villalarda aşkın en mahrem anlarına tanıklık ediyoruz.

Derken Carlos karakterlerinin yin-yang dengesinden bahsediyor.

Misal, kitabın filozof, haylaz ve dedektif ruhlu karakteri Fermín’in “Hayatta pişmanlık duymanın dışında ikinci şans diye bir şey yoktur” düsturu, kendini kinci, intikamcı ve psikopat Başmüfettiş Fumero’nun “Yaşam tarzı olmayan insanlar her zaman başkalarının işlerine burnunu sokarlar” gözlemiyle tamamlıyor. Carlos’un kitabından bu tarz zıtlıklar hiç eksik olmuyor. Belki de çatışmaların en belirgini, Daniel ile bizzat peşine düştüğü Julián arasında yaşanıyor.

“Rastlantılar yazgının yara izleridir” diyen ve hepimizin bilinçaltında yatan tutkuların kuklaları olduğumuzu ima eden Julián ile karakterini yaralar yerine düşlerden inşa eden Daniel’in hikâyesi birbirini çarpışarak tamamlıyor. Bu iki karakterin çelişkili akışı, bir Yunan trajedisi misali, geçmişe dair olaylardan ilhamla geleceğe dair kaçınılmaz bir katarsise doğru ilerliyor.

Onca zıtlığın içinde, Barselona’nın büyücü bir kadın gibi mavi halini yaşıyoruz. Katmanlaşan bir gizemin çözümünde, gururla üstlendiğimiz dedektif rolüyle bir çocuğun Julián takıntısıyla büyüyüşüne tanıklık ediyoruz.

Gecenin sonuna yolculuk

Rüzgârın Gölgesi tarihe, adalete, siyasete dair naif mesajlarla örülü bir anlatı sunarken, ben de kitabın sonuna doğru ilerliyorum. Zihnimde bu geceye dair Julián’ın şu cümlesi yankılanıyor:

“Sözcüklerden daha kötü hapishaneler de var.”

Öyle ki, yaşanmamışa geçmiş, imkânsıza gelecek dediğimiz derin bir dünyayı açıyor bize hikâyesi. Karşımda ise Julián’ı yaratan adam, Carlos cortado’sundan bir yudum alıp gülümsüyor ve şöyle diyor:

“Birini sevip sevmediğimizi düşünmeyi bıraktığımız anda, o kişiyi sevmeyi de sonsuza kadar bırakırız.”

Belki de hatırlandıkça değil, sevildikçe yaşıyoruzdur; kim bilir…

 

KAYNAKLAR:

Gül Işık, Bir Başka Avrupa: İspanya, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011.

George Orwell, Selam Olsun Katalonya’ya, Can Yayınları, İstanbul, 2021.

David Lloyd, Forgotten Places: Barcelona and the Spanish Civil War, Verso, 2007.

Colm Tóibín, Homage to Barcelona, Picador, 2000.

Carlos Ruiz Zafón, Rüzgârın Gölgesi, çev. Şehime Gül, Pegasus Yayınları, İstanbul, 2007.