
Doksanlı yılların kozmopolit, liberal iyimserliğinin ardından siyasal tahayyülün giderek kültürelleşmesi-kimlikleşmesi milliyetçilik, otoriterlik, popülizm çalışmalarına yeni bir ivme kazandırdı. Soğuk Savaş’ın bitişi, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte Sosyalist Rusya yerini zaman içinde iyice pekişen Milliyetçi Rusya imajına bıraktı. (Hatta Çin Halk Cumhuriyeti de giderek daha yaygın bir şekilde devrim öncesi Çin’e uzanan geniş ölçekli analizlere konu olmakta, “komünist idea”dan ziyade Konfüçyüsçü milliyetçi-muhafazakâr bürokratik zihniyet koduyla okuyan yaklaşımlar çoğalmaktadır.) Bunlara ek olarak Ukrayna-Rusya savaşı da milliyetçilik tartışmasına yeni bir boyut kazandırdı: Bir yanda kendi resmî tarihini 9. yüzyıldaki Kiev Devleti’yle başlatan Rusya’nın savaşı meşrulaştırırken kullandığı üstünlükçü etnik milliyetçi söylemi, diğer yanda Ukrayna’nın işgale karşı yurtseverlik üzerinden kurduğu (“Ukrayna savaşmayı bırakırsa Ukrayna olmayacak” sloganı) yurttaşlığa dayalı eşitlikçi sivil milliyetçiliği “milliyetçilik tartışmaları”nı canlandırmıştır. Peki, Ukrayna’nın ulusal tahayyülünü kendi ulusal tahayyülü için tehdit olarak gören Rus milliyetçiliği nedir, nasıl bir tarihsel süreç içinde şekillenmiştir? Bu ve benzeri soruları kalkış noktası olarak kabul eden İstanbul Medeniyet Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesi İdil Tunçer Kılavuz’un Rus Milliyetçiliği çalışması Rus milliyetçiliğinin anlaşılması açısından geniş kapsamlı ve analitik bir yaklaşım sunmaktadır.
Türkiye’de Rusya’ya dönük ilgi daima keskin bir politik tona sahip olmuştur. Rusya’ya karşı olmak ya da Rusya yanlısı olmak arasında salınan bu durum Soğuk Savaş döneminin retoriğiyle birleşerek militanlaşmıştır. Post-Sovyet dönemde bu durum kendisini Avrasyacılık suretinde göstermiştir. Bu ideolojik kabuller vasatına karşılık Kılavuz’un metni akademik bilgi üretimi açısından gerekli eleştirel mesafeyi korumakta, gerekli epistemolojik ve metodolojik titizliğe dikkat etmektedir. Metin bu itibarla geniş bir literatürden beslenmektedir. Rusya hakkındaki akademik üretim daha çok uluslararası ilişkiler alanının bakış açısından reel-politik, jeopolitik, güçler dengesi gibi yaklaşımlara dayalı olarak gerçekleşmiş sınırlı bir üretimdir. Kılavuz’un çalışması ise kimliğe odaklanarak reel-politik ve jeopolitik analizlere tarihsel ve kimliksel bir boyut eklemektedir. Bu okuma tarzı jeopolitik muhakemeyi dışlamadan ama ona tarihsel derinlik kazandırmayı amaçlamaktadır. Rus milliyetçiliğine geniş bir tarihsel periyot içinden bakan çalışma, Nikolay Trubetskoy’un ifadesiyle Rus-ben idrakinin oluşumunu bizlere özlü ve sarih bir anlatımla sunmaktadır. Sosyolojik çalışmalarda kimlik meselesi oldukça geniş yer bulmakla birlikte, uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi sahaları bu konuda aynı popülerliği paylaşmamaktadır. İç ve dış politikayı anlamak biraz da ülkelerin benlik tahayyüllerini anlamaktır. Bu açıdan Rusya siyasetini anlamak biraz da Rus kimliğini anlamaktır. İdil Tunçer-Kılavuz’un çalışması bu konuda önemli katkılar ihtiva etmektedir.

Üç bölümden oluşan kitabın birinci bölümünde 1917 Ekim Devrimi öncesi dönemdeki Rus milliyetçiliğinin güçlü köklerine, erken dönem Rus milli bilincinin uzun tarihsel periyoda ve Batılılaşma dönemindeki kurucu momente odaklanıyor. İkinci bölüm ise ülkemizde sol entelijensiyanın Marksist-Leninist formasyonundan kaynaklı, çok da bilinmediğini düşündüğüm Sovyetler Birliği dönemindeki Rus milliyetçiliğine, Stalin’in milliyetçiliğe doğru yaptığı büyük geri dönüşe, “milli bolşevizme” yakından bakıyor. Bu bölümde Rus halkı arasında yapılan bazı popüler anketlerde gözlemlenen Sovyetler Birliği’ne dönük büyük özlemin, basitçe sosyalizme özlem olmadığını, büyük ölçüde Emperyal Rusya’ya dönük bir özlem olduğunu anlıyoruz. Son bölümde ise post-Sovyet dönemde Rus milliyetçiliğine, Rus yeni sağına, farklı akım ve ekollere, Putin dönemi Rus milliyetçiliğinin aktüel durumuna ve Putin’in yapmak istediği büyük dönüşe dikkat kesiliyor. Çalışma böylece bu okuma serüveninin sonunda zihinlerde derli toplu bir Rus milliyetçiliği imajı oluşturuyor.
Birinci bölümde Rus milliyetçiliğinin tarihsel gelişimi modernleşme tecrübesiyle birlikte ele alınıyor. Erken dönemden itibaren dil, din, coğrafya ve kültür eksenli şekillenmeye başlayan Rus milli kimliği ideal şeklini 15. yüzyılda elde etmiştir. İstanbul’un fethinden sonra etkisi giderek güçlenen Rus Ortodoks kilisesi, üçüncü Roma olarak Moskova’nın yükselişi ve Rus toprağı vurgusu Rusluk bilincinin kurucu üçlü motifini oluşturmuş ve devletin hareketini de daima belirlemiştir. Rus yazarı Nikolay Karamzin’in “dünya vatandaşları olduk ve Rus olmaktan vazgeçtik” dediği Batılılaşma evresi Rus tarihi açısından bir diğer kırılma dönemidir. İlk etapta Batıyla eşit ve özgüvenli ilişki çok geçmeden yerini Batı rasyonalitesine karşı derin bir şüpheye bırakmış, Batı düzenine karşı Rus kaosu övülmeye başlanmıştır. Hesapçı rasyonalite, öngörülebilirlik karşısında Rus kaosu spontanlık, beklenmezlik ve tahmin edilemezlik olarak Rus ruhunun ifadeleri olarak görülmüştür. Batılı değerler olarak görülen eşitlik ve özgürlük karşısında Rus değerleri çıkarılmıştır. Buna göre mutluluk uyumda, eşitlik adalette, özgürlük tutkudadır. Bu dönemin Rus bilinci kendisini Batı karşıtlığı üzerinden tanımlamış ve Rusya’ya özgü yol tartışmaları bu dönemde çıkmıştır. Rusya’nın batılılaşmasını eleştiren, gerçek Hıristiyan devletinin kurulmasını talep eden ve Petro öncesi Rus yaşam tarzına dönmek isteyen Slavofiller bu evrenin dikkat çekici milliyetçi-muhafazakâr entelektüellerinden neşet etmiştir. Onlara göre Rusya, Batının antiteziydi. Ortodoksluk, otokrasi ve narodnost (milli görüş) Rus milliyetçi-muhafazakârlığının temel bileşenleri olmuştur. Dostoyevski’nin “Rus olmak Ortodoks olmaktır” görüşünü bu iklimde dile getirdiğini edebiyat okurları akıllarına getireceklerdir.
Kitabın en özgün tezlerinden birisi ikinci bölümde karşımıza çıkar: “Rus milli kimliği ve Rus milliyetçiliği modern şeklini, çarlık döneminden kalma birçok motifi de tutarak Sovyet döneminde bulmuştur.” Sovyetler Birliği’nin ilk on yılında otokrasi ortadan kaldırılmış, Ortodoks inancı ateizmle yer değiştirmiş, milliyetçilik yerini enternasyonalizme bırakmıştır. Yeni rejimin ideolojisi olan Marksizmin ana rakibi milliyetçilik olmuştur. Ancak Stalin döneminde yaklaşan savaşa karşı seferberlik içinde başlayan milliyetçi büyük dönüşümle birlikte “Büyük Rus Şovenizmi”, “Büyük Rus Halkı” olarak yeniden dirilmiş, Troçkist komünist dünya devrimi yerine Stalinist “tek ülkede sosyalizm” anlayışına geçilmiş, “Sovyet vatanseverliği” kavramı bu dönemde ortaya çıkmıştır. Lenin döneminde yasaklanan “vatan”, “vatanseverlik”, “anayurt” gibi kavramlar yeniden tedavüle girmiştir. Büyük Sovyet sinemacısı Eisenstein, Rus İmparatorluğu’nun ilk çarı olan Korkunç İvan hakkındaki filmini “Anayurt Savaşı” esnasında çekmiştir. 1970’lerde ise Sovyetler Birliği’nin Marksizmin bakış açısından değil de Rus milli bakış açısından meşrulaştırmak anlamında kullanılan “Milli Bolşevizm” akımı tabandan yükselerek milliyetçiliği güçlendirmiştir.
Kitap son bölümde ise Sovyetler Birliği dağılırken ve Rusya kurulurken Rus milliyetçiliğinin akıbetini, farklı milliyetçilikleri inceler. Rus Sonderweg’i olarak Rus Milliyetçiliği (ve Putinizm) bu süreç içinde giderek hâkim görüş konumuna yükselmiştir. 1920’lerin “Batının çöküşü” tezleri Rusya ekseninde yeniden sahiplenmeye başlandı. Putin liderliğinde Rusya İmparatorluk kaybını telafi edecek, hem ideolojik (liberal-hümanist medeniyetçiliğe karşı Rus kültürün müdafaası) hem jeopolitik (geniş mekân siyaseti Avrasyacılık) söylem ve eylemleri gündemine aldı. Hem 15. yüzyıldaki imparatorluğa sıçrama ânını hem Batılılaşma karşısındaki milliyetçi-muhafazakâr itirazı hem de İkinci Dünya Savaşı’ndaki vatan savunmasını şahsında mezcetmeye çalışan Putin, kendi dönemini bu büyük tarihsellik içinde görmektedir. Putin şahsında Rus milliyetçiliği küreselleşmeye, izolasyonist bir ulusalcılıkla değil, milliyetçi-muhafazakârlığın emperyal içgüdüsünü kışkırtan siyasetiyle karşılık verme eğiliminde olmuştur. Katolikliğe ve Protestanlığa karşı Ortodoksluk, parlamentarizme karşı otokrasi, bireyciliğe karşı ulusal gelenekçilik gibi antagonizmlerle Batılılaşmaya karşı girişilen özgün bir yol arayışı Rus milliyetçiliğini karakterize etmiştir. İdil Tunçer-Kılavuz’un milliyetçiliğin farklı akım ve aktörlerini de kapsayan zengin bir içerik sunduğu kitabında Rus milliyetçiliğinin öyküsünü Rus Sonderweg’i öyküsü olarak da okuyabiliriz.