Osmanlı'da Avare Kadınlar

Osmanlı'da Avare Kadınlar

GÜLHAN BALSOY

Fol kitap
Şubat 2025
200 sayfa

15 Mayıs 2025

YAKUP YILMAZ

Ötekini oku, derinde dipte duranı

Gülten Akın

“Madun konuşabilir mi?”[1] şeklinde formüle edilip kalıba dökülmese de, soru tarihçiler tarafından daha erken bir vakitte sorulmuştur. Amacı ve bağlamı farklı olsa da, vektörü benzer bu soruların. “Madun” kavramının risklerini görmezden gelirsek, soru, “konuşmalı” diye cevaplamaya hamle yapmış her zaman göründüğünden daha büyük bir kalabalığın politik imkânlarını araştıran bir sorudur aynı zamanda. Yani bu şekilde formüle edildiği politik coğrafyadan başka yerlerde de bereket bulmuş bir sorudur. Soruya farklı yerlerde farklı cevaplar verildiğini söylemeye gerek yok. Politik hareketlerin fiili cevapları “konuşabilir” ve “konuşmalı” şeklinde doğal olarak, ama bu cevapları vermek konusunda herkes aynı motivasyona sahip değil anlaşılan. “Konuşamaz” cevabını alması daha olası olduğundan, yadırgatıcı değildir soru. Öyle ya, madun konuşabiliyorken “Madun konuşabilir mi?” diye sormak da anlamsız olur. Ama E.P. Thompson ve onun açtığı yoldan giden tarihçiler, koşullar zor olmasına rağmen “konuşamaz” cevabını vermeye direndiler. Söylemek bile fazla sorunun tarihçiler tarafından kabul edilmesi, meydan okumasına bir karşılık verilebileceğinin düşünülmesindendir. Tarihçilerin bu konuda kendilerini epey zorlu sınavlara soktuklarını ve bu sınavlardan alınlarının akıyla çıktıklarını gösteren hatırı sayılır bir literatür birikimine sahip olduğumuzu söyleyebiliriz. Bu birikimin oluşmasında en büyük katkıyı sanırım politik motivasyonları yüksek olduğundan emek ve kadın tarihçiliği yapmıştır ki, bu iki alanın örtüştüğü anlar az da değildir.

Kadın ve emek üzerine çalışmalarıyla bu ikisinin örtüştüğü tarihçilerden olduğunu bildiğimiz Gülhan Balsoy’un Osmanlı’da Avare Kadınlar[2] kitabında tarihçi gözünün ikincisinin üstünde olduğunu anlıyoruz. Gülhan Balsoy, Osmanlı tarihine yeni sorular soran, Edhem Eldem’in tabiriyle onu “Türk”ten kurtaran[3] 2000 sonrasının yeni kuşak Osmanlı tarihçilerinden. Kitaba kadın tarihçiliğinin genel sorularını da irdelediği iyi bir giriş bölümü yazan Balsoy, “Avare” kavramı için şunları not düşüyor:

Yani ‘avare kadınlar’ derken aylak, başıboşça gezinen, boş zamanın tadını çıkaran kadınlardan değil, sefil, perişan, biçare kadınlardan bahsediyorum. Üstelik Farsça kökenli bir kelime olan avare aynı zamanda kayıp, evinden uzak düşmüş, evsiz barksız, yurtsuz anlamına da geliyor. (s. 17)

Bu müstakil makalelerin toplamına bütünlüklü bir kitap formu veren tam da her birinde böyle yersiz yurtsuz kadınların izinin sürülmesidir. Neyle, nasıl uğraştığının çok farkında olan yazar tabii ki bir zorlu şartların “kurbanı” olma durumunun değil, bu durumla baş etmeye çalışan bir “öznelliğin” hikâyesini anlatmayı amaçlıyor ve öyle de yapıyor. Hikâyesi anlatılan kadınların, belgelerde çok istisnai anlarda, çok kısa bir süreliğine yüzeye çıktıklarından, görüntülerinin yakalanmasının zor olduğu açık. Bu kadınların sözü tarihi belgelerde ortaya çıktığında da, yazarın vurguladığı gibi, bu sözü kırpan, küçülten çeşitli bürokratik prosedürlerin süzgecinden geçmiş oluyor. Yani bu sözü yakalamanın epey sıkı bir kaynak yorumlama mesaisinden fazlasını gerektirdiğini söylemeye gerek yok. Yazardan okuyalım:

Arşivleri iktidar sahipleri ürettiği için arşivlerde köylülerin, kölelerin, çocukların, işçilerin hikâyelerine rastlayamayız. Tam da bu nedenle iktidar sahibi olmayanların hikâyelerini yazarken hem yaratıcı ve eleştirel yöntemler geliştirmemiz hem de tarafsız değil, taraf olmamız gerekir. (s. 33)

Çok şükür, “imkânsızdır” diyen cephenin gücünü pek de kaybetmediği “nesnel tarihçilik” ya da “tarafsız tarihçilik” tartışmaları yeni değil. Yukarıdaki alıntının ima ettiği üzere, tarafsız tarihçilik savunusu sıklıkla muktedirin cephesinden[4] gelir. Bu yüzden Balsoy’un “nesnel” tarih mümkündür/mümkün değildir aksında yürüyen bu eski tartışmaya pek de hevesli olmadığını anlıyoruz. Politik motivasyonu onu çoktan bir adım ileri götürüp doğrudan “ezilen”lerden taraf bir tarihin peşine düşen tarihçiler arasına sokmuştur. “Taraf” deyince huysuzlanan liberal kuşkucular itiraza hevesleneceklerdir hemen. Ama Balsoy yorumlarındaki eleştirel titizliğiyle bu türden kuşkuları daha baştan boşa düşürmüş görünüyor. Kitaptaki makalelerin isimlerini de, içeriğini de aktarmak gerekli mi bilmem ama yazarın yukarıda alıntılanan satırlarını verilmiş bir söz olarak kabul edersek eğer, Balsoy’un sözünü tuttuğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yazarın “görmezden gelineni işaret etmek, sırt çevrileni merkeze koymak” olarak özetlediği feminist tarihçilik üzerine tabii ki ahkâm kesmeyeceğim. Sadece feminizmin politik terbiyesinden geçmiş bir dünyada yaşayan bir “erkek” olmaktan değil bu tercihim; alandaki canlı tartışmaları aktarmakta yetersiz olacağımı bilmekten de. Kitabın “kadın/erkek” ikiliğini kuran ikililerden biri olan “kamusal/özel”deki işlevinin ve anlamıyla “kamusal”[5] alandaki kadın “görünürlüğüne” yaptığı vurgunun, bu kamusal alandaki kadın varlığını görmezden gelen politik tertibata ve onun bir uzantısı olan tarihçiliğe güçlü bir itiraz olduğunu söyleyebilirim en azından. Tabiri caizse, Balsoy’un Osmanlı’nın uzun 19. Yüzyılındaki, yazarın “yaşanan ekolojik, ekonomik, siyasi çoklu kriz ortamında ailelerin parçalanma eğilimine girmesi ve giderek daha çok erkeğin evlerini terk etmesi” şeklinde tarif ettiği aile krizinin ortasında yaşayan yalnız kadın kahramanlarını, kimi Foucault’nun[6] iştahla “kapatılma mekânı” diyeceği hastanelerde kendine yer bulmaya çalışırken, kimi “Kırmızı Kışla”nın problemleriyle uğraşırken, kimi istemedikleri ve bakamayacakları bir çocuğun varlığıyla baş etmeye çalışırken görüyoruz. Kısacası, kadınlığa has bir yoksulluk haliyle mücadele ederken; ki Balsoy’un da yazarken zorlandığını ifade ettiği yeni doğmuş çocuk cinayetleri üstüne olan ilginç bölümü okurken bu yoksulluğun derin etkilerinden sarsılmamak imkânsız.

Tarihçilikte teori ve kaynak ilişkisinin ve dengesinin nasıl kurulacağına dair her durumda geçerli bir reçete üstüne uzlaşmak zor; nitekim tarihçiler de pek uzlaşamamışlar. Sanırım bu dengenin ve ilişkinin ideal halini olsa olsa bir çalışmada ortaya çıktığında “işte bu” diyerek gösterebiliriz sadece. Balsoy bu açıdan örnek gösterilebilecek bir çalışma koymuş ortaya. Hem yazma sürecinde kaynakla ilişkisini sürekli sorunsallaştırarak, kuşkucu okura “Hiç zahmet etme, senin sormayı düşündüğün soruları ben zaten hep akılda tutuyorum” diyerek düşünümsel bir pozisyonda duruyor ve hem de tabii ki okuru tartışmaya da davet ediyor. Nihayetinde göstermekten çok gizleyen kaynaklardan, hiç kül yutmayan bir titizlikle bu “madun”un sesini bulup çıkarmış ve bize de “Benim duyduğumu sen de duyuyor musun?” diye soruyor. Böylece bir anlamda iyi bir tarih yazma modeli de öneriyor.

Gülhan Balsoy

Buraya kadar “Zaten bir tarih kitabından başka ne beklenir ki?” diyebileceğimiz noktalara değindiğimin farkındayım, ancak ideali hep bilinir gibi görünse de pratiğe pek dökülemeyen şeyler bunlar. Böyle çalışmalar zaten bu yüzden kıymetli. Buna ek olarak Balsoy konuyu tüketme iştahıyla yazmıyor. Tüketilip rafa kaldırılacak konular değil bunlar onun için; politik bir gereklilikten sorularla burada ve canlı tutacağı konular, kahramanlar.[7] Tarih okuru az olduğundan, verilen mesainin umulan politik çıktıya değip değmediğini soracaklar hep olacaktır. Bu tartışmayı da, bu mantığı sonuna kadar götürdüğümüzde okuma yazmayı tümden bırakacak bir noktaya kadar gidebiliriz diyerek es geçeceğim. Eğer bunu yapamayacaksak, ki sol tarihi yapamadığımızın şahididir, bu tartışma da gereksizdir.

İktidar yapısının cinsiyet konumlarındaki farklılaşmaları da içeren büyük toplumsal dönüşümlerle birlikte değiştiği, Osmanlı’nın uzun, krizi bol 19. yüzyılının önce kadınların hayatını zorlaştırdığını tahmin etmek zor değil; bunu yazmak için çok yaratıcı olmaya da gerek yok. Balsoy’un metni adeta bu koşullarla mücadele eden bu sıradan kadınları hayranlıkla ve daha önemlisi bir tür dayanışmayla izliyor. Bu sıradan kadınlar tarihçilerin kadrajına ancak Balsoy’unki gibi tarafgir ve yaratıcı bir mesaiyle girebilirdi, girebiliyor. Her satırda bu dayanışma duygusunu görmek mümkün ama özellikle bu dönemden üç romanını, sadece feminist yazarlarıyla değil, yazarlarının da dayanıştığı kahramanlarıyla da dayanışan bir tarihçi (edebiyat tarihçisi değil, edebiyat metnini tarihî bir belgeye çeviren bir tarihçi) olarak okuduğu son bölümde görmemek imkânsız. Yazar bu tarafgirlikle görüyor ve gösteriyor. Sadece izlemek bile bir sürü soruyu doğuruyor ki, bu soruların çoğunu müstakbel okurdan önce zaten Balsoy da soruyor.[8]

Anlatılan hikâyeleri burada özetlemek de, soruları sıralamak da imkânsız. Hepsi bir bağlama gömülü. O yüzden sanırım yazarın kitaba yazdığı son sözün son cümleleriyle bitirmek en uygunu:

Kadınlar hep sokaklarda vardı ve hep sokaklarda olacak. Kaldırım taşlarında, tozlu yollarda, çıkmaz sokaklarda, geniş caddelerde, yeşil patikalarda silik ama orada durmaya devam eden ayak izlerini takip edecek; bu sıradan kadınların var olma mücadelelerinden beslenerek kadınların belleğini kuracak, tarihi yeniden ve yeniden yazacağız.

 

NOTLAR

[1] Gayatri Chakravorty Spivak, Madun Konuşabilir mi?, çev. Emre Koyuncu, Dipnot Yayınları, Ankara, 2023.

[2] Gülhan Balsoy, Osmanlı’da Avare Kadınlar, Fol Kitap, Ankara, 2025.

[3] Edhem Eldem, “Osmanlı Tarihini Türklerden Kurtarmak”, Mitler Gerçekler ve Yöntem, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2021.

[4] Tarihten bir savaşmış gibi bahsetmenin bir meşruiyet kaynağına muhtaç olduğunu düşünmüyorum ama yine de kaşı kalkık kuşkucular için bkz: Enzo Traverso, Savaş Alanı Olarak Tarih, çev. Osman S. Binatlı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2021.

[5] Sadece “kamusal alan” kavramı değil, kadınların onunla ilişkisiyle ilgili de yapılan ateşli tartışmaları, yazının makul bir mesafede menziline varabilmesi için zor ve sonuçları yazının selameti açısından ağır da olsa görmezden geliyorum.

[6] Bence kitabın iyi yanlarından biri de bu. Kitapta Foucault’nun perspektifi çalışıyorsa da, onun bir paradigma haline gelmiş versiyonuyla arasına kaynakların verdiği imkânla bir mesafe de koyabiliyor yazar.

[7] İçerik ve bağlam çok farklı olmasına rağmen sermaye merkezlerine dönüşen hastanelerdeki çocuk cinayetlerinin bugün de gündem olması onu doğrulayan birçok işaretten yalnızca biri gibi görünüyor.

[8] Bu notu düşmemin yazının alımlanması açısından stratejik bir hata olduğunun farkındayım ama yine de düşeceğim. Çok disiplinli bir çabayla bile hakkı verilemeyecek bir hoca olan Gülhan Balsoy’un, orta halli olduğundan borcu iyice kabarık bir öğrencisiydim, öğrencisiyim. Bu borçluluk hissi yazının üstüne bir şüphe gölgesi düşürecektir muhakkak. Bu borçluluk hissinin yazının yazılmasında etkisi olduğunu inkâr da etmeyeceğim zaten, ancak bu etkinin sadece yazmaya çok üşenen birine yazma gayreti vermek olduğundan okur emin olabilir. Kitabı serinkanlı ve mesafeli bir şekilde okumasaydım her şeyden önce Balsoy’a karşı borcumu arttırmış olurdum ki borç ödemek için yazılan bir yazı için akıllıca bir hamle olmazdı bu. Sonuç olarak bu yazıyı, hocamın üzerimdeki emeğine hürmeten ve gecikmiş bir teşekkür olarak yazdım.