Tarihe cevap yazmak:

Oscar ve Lucinda

Oscar ve Lucinda

PETER CAREY

Yedi Yayınları
2020
540 sayfa

çev. Duygu Şahin

27 Mart 2025

EZGİ ALKAN

Oscar ve Lucinda, Peter Carey’nin üçüncü romanı. Carey 1988’de yayımladığı bu romanla aynı yıl Booker Ödülü’nü kazandı. Roman vaat ettiği aşk ve tutku ilişkilerini anlatarak değil, “Kilise” adlı kısa bölümle başlıyor. Kitabı bitiren okur tekrar başa dönmek isterse, anlatıya dair önemli ipuçlarını burada keşfedecek:

Annem kilisenin öyküsünü beni utandıran bir şekilde anlatırdı hep. Tarzı çok abartılıydı. Ters bir şeyler vardı. Bunu hepimiz biliyorduk herhalde ama bundan hiç bahsetmezdik. Adını da koyamazdım zaten. (s. 18)

Bir sonraki paragrafta ise şöyle söylüyor anlatıcı:

Yerel tarihe güvenmemeyi uzun zaman önce öğrendim. Sözgelimi Tarih Kurumu’nda size Darkwood’a ağaçların koyu renk yapraklardan ötürü bu adın verildiğini söyleyeceklerdir. Ama siz çok yakın bir tarihe kadar insanların buraya Darkies’ Point dediklerini duymuşsunuzdur. Ondan önce de Horace Clark’ın büyükbabasının ahbaplarıyla oraya çıkıp kadın, erkek, çocuk demeden bütün bir Aborjin kabilesini uçurumdan aşağı ittiğini… Bütün eski aileler bu bölgenin denetiminin kimde olduğunu tartışırken bunu hatırlasa iyi olur. (s. 19)

Metin önce resmî tarih anlatısını bütünden ayırt ederek başlıyor. 

Olay örgüsü

Romana isimlerini veren Oscar Hopkins ve Lucinda Leplastrier görece benzer koşullar altında yetişmiş. Kızıl saçlı, uzun ince boyunlu, hareket etmeden duramayan Oscar’ın naif bir kişiliği var. Deniz biyoloğu olan dindar babasıyla birlikte İngiltere’de yaşıyor. Henüz küçük bir çocukken Tanrı’nın insanlarla konuştuğunu keşfeden Oscar, icat ettiği küçük oyunlarla ona sorular sorup aldığı cevaplara göre seçim yapmaya başlıyor. Bağlı olduğu kiliseyi, evini, ardından ülkesini terk ediyor.

Lucinda Leplastrier ise hem görünüşü hem de kişiliği itibariyle eksantrik biri. Önce babasını, ondan kısa süre sonra ise İspanyol gribine yakalanan annesini kaybetmiş. Avustralya’da görece mutlu bir hayat yaşarken bir anda yetim kalan Lucinda, avukatının yönlendirmesiyle “asıl evi” İngiltere’yi ziyarete gidiyor.

Leviathan adlı gemi İngiltere’den Avustralya’ya doğru hareket etmek üzere. Aynı gün ve aynı gemide yolculuk eden bu iki genç tanışırlar. Aynı yasak şeye, yani kumara bağımlı olduklarını keşfederler. Romanın zemininde bu tanışma yatmaktadır. Aslında inancın bile bir tür kumar olduğu düşünen din adamı Oscar ile sahip olduğu her şeyi kaybederek özgürleşmeyi arzulayan Lucinda tehlikeli bir dostluk kurar. Tutuştukları düelloları ve bazen girdikleri kumar perhizlerini büyük bir iddiayla taçlandırırlar. Oscar kitabın kapağında da gördüğümüz cam kiliseyi Bellinger’e taşıyacak, başarabilirse Lucinda’nın tüm servetine sahip olacaktır. Böylece adanın derinliklerini çok iyi bilen Jeff’in yardımıyla yolculukları başlar.

Metin tamamen kilisenin taşınmasına dair yazılmış ve her şey Oscar ile Lucinda’nın tutuştuğu bu bahis etrafında şekillenmiş gibi görünse de, biz okurları şaşırtan gelişmeler yaşanır. Bu durumun ilk nedeni romanda neredeyse hiçbir yan karakter olmaması. Hepsi için ayrı birer roman yazılabilir diyebiliriz. Bu durumun yarattığı paradoksla, akış içinde önce Lucinda bir “yan karaktere” dönüşüyor. Ardından Oscar’ın ana hikâyeden ayrılışını hissediyoruz. Okuduğumuz metin en sonunda anlatıcı kişinin kendi hayat hikâyesine dönüşüyor.

Romanın kurgusu Viktoryen edebiyatı geleneğine uygun bir şema çiziyor; sömürgeciliği öven söylemlerle bunlardan kaynaklanan korku ve arzuları görebiliyoruz. Özellikle “beyaz sömürgeciler” ile “koyu tenli dinsizler” arasındaki çatışmada. Romandaki karakterlerin yetim kalması, kumar bağımlılığının işlenmesi de yine bu şemanın uzantısı. Ancak bu temalar başkarakterlerimiz Oscar ve Lucinda aracılığıyla anlam değişikliğine uğruyor. Baba figürlerinin ortadan kalkması bir çeşit köksüzlüğe, kimlik arayışına işaret ediyor örneğin. Avustralya için yeni kimlik kilise sayesinde yaratılacaktır.

Peter Carey diğer büyük romancılar gibi çocukluğu ve nostaljiyi başlangıç noktası olarak kullanıyor. Romandaki anlatıcının kim olduğunu detaylıca açıklamasa da, Oscar Hopkins’in büyük büyük torunu olduğunu anlıyoruz. Kendi hayat hikâyesini anlatabilmesi için önce Oscar ve Lucinda’nın nasıl tanıştığını, onların çocukluklarını anlatıyor. Bu yüzden romanın başlığı aslında yanıltıcı, çünkü Oscar ve Lucinda’nın değil, büyük büyük torun Bob’un hikâyesini okuryoruz. Hikâye boyunca kullanılan anlatım biçimi klasik olsa da konular elbette güncel. Din ve Tanrı kavramlarının hayatlarımızı nasıl yönlendirdiğine, sömürgeciliğe, endüstrileşmenin insanları birer köleye çevirmesine, kadınların ekonomik özgürlüklerini elde etmek için nasıl çabaladıklarına, türcülüğe… değinen birçok sahneyle karşılaşırız.

1997 yılında sinemaya da uyarlanan Oscar ve Lucinda eleştirmenlerden büyük övgüler almış.

Bir değil, birçok tarih

“Tarihe cevap yazmak” ifadesinin kökleri Star Wars’a dayanıyor. 1989 yılında kuramı ortaya atan akademisyenler, Salman Rushdie’nin beşinci filme dair yazdığı makalenin (“The Empire Strikes Back”) başlığından ilham almışlar. Günümüzde de “sömürge-sonrası” anlatılar için bu ifade hâlâ kullanılıyor.[*] Kuramı açıklarken seçilen örnekler arasında Oscar ve Lucinda da yer alıyor.

Öncelikle romandaki anlatıcı Bob gerçekleştiriyor bu eylemi, çünkü aile tarihine dahil edilmeyen veya değiştirilen şeyleri onun anlattıkları sayesinde keşfediyoruz. Elbette büyük büyük babasının çocukluk ve gençlik yıllarını gözlemlemesi imkânsız olduğu için, muhtemelen Aborjinlerden öğrendiği “görü” yeteneğini kullanıyor. Bob zorba annesinin ona ve kardeşlerine dayattığı “emperyalist” versiyonu yıkmak için aile tarihini yeniden ama aynı klasik biçimle anlatıyor ve Aborjinlere ait bir yöntem kullanarak tekrar yazıyor. Aile hikâyesinin arkasındaki esas konu elbette Avustralya’nın koloniler arasına nasıl katıldığını anlatmak. Aktarmak ki, tanıkları çoğalmak. Olay örgüsünü yeniden yorumlarsak şunları fark edebiliriz; Oscar iyi niyetli de olsa, Hıristiyan öğretileri Avustralya yerlilerine empoze etmek için kiliseyi taşımaya kalkışır. Yanlış yola sapmış bir misyonerdir o. Misyonerin kiliseyi tek başına taşıması hiçbir anlamda mümkün değildir. Kimden yardım isteyebilir? Küçük bir servet sahibi olan Lucinda ona gerekli yardımı sağlayacaktır. Yolculuk sırasında tanıdığımız kötü karakterli Jeff ise Oscar’a yol gösteren kâşif kahraman olacak. Fakat anlatıcı kişi Bob bu üçlü ve beyaz dayanışmanın değil, “kurbanların” tarafından gelmiş. Her halükârda kilise karaya çıkar, topraklar işgal edilir, insanlar fabrikalarda çalışır, ancak anlatının sonu klasik dönem romanının kalıplarını aşmış olur. Romanda “Bâkir Toprakları Medeniyete Açan kâşif-kahraman” miti yapı bozuma uğratılır. Dolayısıyla Oscar ve Lucinda romanı ötekilerin “intikamı”, diğer mümkün tarihlerin varsayımı olarak da okunabilir.

Diğer yandan, romanın dikkat çeken başka bir özelliği tarihi bilgilere yer verilmesi. Avustralya’nın veya o zamanki adıyla New Wales’in kumar tutkusu, Lucinda’nın camdan yapılmış her türlü nesneye büyük ilgi göstermesi nedeniyle cam hakkında teknik bilgilerin derlenmesi, dönemin kıyafetleri… gibi konularda uzun ön araştırmalar yapan Carey bazı karakterleri ise gerçek hayattan romanına taşımış.

Bunlar arasında en çarpıcı olanı Marian Evans. Bizim çok daha iyi bildiğimiz adıyla George Eliot. Dönemin kültür hayatında otoriter bir kişilik olan George Eliot’ı Lucinda’nın aile dostu olarak tanıyoruz. Yazarın “teşekkür” sayfasında ayrıca değindiği Edmund Gosse ise Father and Son adlı romanıyla Carey’e ilham vermiş. Carey, Oscar ve babası arasındaki ilişkiyi bu romandan uyarlamış.

Tesadüflerin tahakkümü

Bize tüm bunları aktaran anlatıcı kişi şöyle söyler:

Benim dünyaya gelebilmem için biri Obsesif, diğeri Kompulsif iki kumarbazın buluşması gerekiyor. Bir kapının belirli bir zamanda açılması gerekiyor. Kapının karşısında kırmızı bir pelüş kanepenin olması gerekiyor. Sayfa başına on sütundan sekiz yüz seksen sayfalık altı cilt defterin sahibi olan Obsesif’in ütüsü bozulmuş kucağında açık Ortak Dua Kitabı’yla bu kırmızı kanepede oturuyor olması gerekiyor. Kompulsif kumar bağımlısının kendini açık kapıdan içeri itiliyormuş gibi hissetmesi gerekiyor. Obsesif’e gidip (her ne kadar ne diyeceğini önceden kendi de bilmiyor olsa da) yalan söylemesi gerekiyor: “Günah çıkarmak istiyorum.”

Hiç olmayacak bir şeyi, camdan yapılmış bir kiliseyi karaya çıkarmak için buluşan bu iki tuhaf karakter, mümkünlerin sonsuzluğunu her şeye rağmen kanıtlıyor. Tarihteki büyük kırılmaların bazen küçük tesadüflere bağlı olması kadar saçma, ama başka türlü anlatılar ancak bu sayede yazılabilmiş.

Bugün başka türlüsünü düşünen, tanıklık etmeyi göze alan herkese teşekkürle.

 

 

[*] Bill Ashcroft, Gareth Griffiths, Helen Tiffin, The Empire Writes Back, Routledge, 1989.