Ágota Kristóf’u okurlar çoğunlukla Macaristan topraklarındaki Sovyet işgaline karşı gelişen devrimin patlak vermesinin ardından İsviçre’ye sığınmak zorunda kalan, dilini ve hayallerini geride bırakmanın travmasıylayazılarına devam eden bir sürgün-yazar olarak tanımlayacaktır. Ben de başlarda bu bilgiye dayanarak Kristóf’un satırlarıyla ortaklık kurmuştum. Ne var ki, iltica yaşamının İsviçre ayağına aşina olduğum için, kendine yeni ve güvenli bir yaşam sunan bir ülkenin lisanına sürgün travması adı altında verdiği yaşam-boyu-nefret tepkisine çok anlam verememiştim. Bireyin anadilinden kopuşu bilhassa bir yazarın akıl ve ruh sağlığını sarssa da, yeni dili öğrendikten ve hatta romanlar yazmaya başladıktan, tanındıktan sonra bile kaleminin acımasızlığının azalmadan artmasına bir sebep aramıştım kendimce. Yakın zamanda Macar bir gazeteci tarafından derinlemesine araştırılan Kristóf’a dair ortaya çıkan bir hakikat beni onun şimdiye kadar okuduğum –zira yazarın külliyatı henüz tam olarak ne İngilizceye ne de Türkçeye çevrildi– metinlerini yeni baştan düşünmeye sevk etti.
Orijinal adı C’est égal olan yirmi beş kısa öykünün hemen hemen hepsinde egemen olan ölüm, öldürmek, ölmeye yatmak, ölümü bekleme temalarının tohumları çocuklukta ekilmiş. Önce bu “huzursuz edici” kitabına birlikte göz atalım ki, sonrasında yazacaklarıma hazırlanalım.
Balta; “Uykusunda yataktan düştü, tam da şu baltanın üzerine düştü.” (s. 11)
Kuzey Treni; “Tüm bunlar beni bırakmak istemeyen köpeğimi zehirlediğim zaman yaşandı. Ceketime, pantolonuma asılıyor, trene binmek istediğimde acı acı uluyordu. Ben de onu zehirledim ve heykelin altına gömdüm.” (s. 14)
Kanal; “Aptalın tekisin. Gülme. Bu sonsuz gençlik ırmağı değil, şehrin atıklarını taşıyan kanalizasyonları. Ölüleri ve atıp kurtulmak istediğimiz vicdan azabı, hatalar, terk edişler, suç cinayet gibi her şeyi alıp götüren kanalizasyonlar.” (s. 21)
Bir İşçinin Ölümü; “Fabrikan yalnızca saat imal etmiyordu, ceset de imal ediyordu.” (s. 24)
Artık Yemek Yemiyorum; “ (…) tavşan yahnisine iştahla gömülmüş konuklarıma bakıp gülüyorum. Aslında en sevdikleri ev kedisinden başkası değil yedikleri.” (s. 25)
Öğretmenler; “(…) edebiyat öğretmenimi çok seviyordum. İşte bu nedenle, öğrencileri tarafından katledilmiş bir şiir yüzünden ne çektiğini görünce acıdım zavallıya, tam öğlen on iki buçukta, okulun yanındaki parkta küçük kızların unuttuğu bir iple acısına son verdim.” (s. 28)
Çocuk; “Terbiyesizsiniz, beni utandırıyorsunuz. Hep yalan söylüyorsunuz, iyi biriymiş gibi davranıyorsunuz. Büyüyünce öldüreceğim sizi!” (s. 31)
Ev; “Verandada oturan yaşlı adamı gören kadın çığlık attı. Çığlığı duyunca kımıldamadı bile. Oysa ölmemişti henüz.” (s. 37)
Sokaklar; “Öldü ve öngördüğü gibi uzun yıllar boyu –sonsuza kadar– hakkını vererek, yeterince sevemediği sokaklarda gezinmek için geri dönmek zorunda kaldı.” (s. 63)
Çark; “Korkma. Şehirde tehlike yok. Şehirdeki tek tehlike benim. Sokaklarda yürüyor, yürüyor ve öldürüyorum.” (s. 65)
Hırsız; “Sabahları uyandığınızda istediğiniz kadar sayın paralarınızı, mücevherlerinizi, hiçbir şeyiniz eksilmeyecek. Yalnızca hayatınızdan bir gün.” (s. 67)
İntikam; “Çamurun içindeki adam kımıldadı, silahını kaldırdı ve onları en sonuncusuna kadar yere serdi.” (s. 76)
Sorunlu, şiddet yanlısı ve yalnız karakterler yalnızca Önemi Yok’da değil elbet. Üçleme olarak da anılan Büyük Defter-Kanıt-Üçüncü Yalan da ağzına kadar benzer satırlarla dolu. Trajedilere acımasızca bakan Kristóf’un metinlerindeki ikiz temasını Tijana Miletič, European Literary Immigration into the French Language kitabının “Gary, Kristóf, Kundera ve Semprun okumaları” kısmında (s. 235) yerinde bir tespitle “çiftler temasının göçmenlerin yazılarında sıkça yer alması şaşırtıcı değildir; iki farklı dili anadilleri olarak kabul edenlerin sorunlu ve bazen parçalanmış kimliklerini görselleştirmek için uygun bir araç olarak görülebilir” şeklinde yorumlamış. Daha sonra yine otobiyografik göndermelerle dolu Dün adlı iç karartıcı bir atmosfere sahip bir novella.
Hakkında yine K24’e yazdığım, otobiyografik metinlerden oluşan Okumaz Yazmaz derlemesi Kristóf’un yoklukla geçen çocukluğundan başlayarak vatanını ardında bırakmasıyla evrilen sert ve soğuk üslubu arasındaki bağlantıyı gösteriyordu. Kırktan fazla dile çevrilen romanların, oyunların ve kısa öykülerin başarısı, acıyı biz okurlara her evde olan bir şeymiş gibi teşhir etmesiydi. Kristóf söyleşilerinde öğrenciliğinde yaptığı taklitlerden, yazdığı komik oyunlarla arkadaşlarını güldürdüğünden bahseder. Bununla birlikte yetişkin dönemde yazdığı kitapların sayfalarında pedofili, taciz, ensest temalarına sıklıkla rastlarız. Süregelen bunihilizm niçindir?
“Kız Kardeşim Line, Erkek Kardeşim Lanoé” öyküsünde “Bugün kirli çamaşırların arasında kanla lekelenmiş külotunu gördüm, kadın olmuşsun, seni satmam gerekiyor, ah kardeşim benim, kız kardeşim Line!” satırları doğal bir üslupla yazılıdır. (Önemi Yok, s. 39)
Bir başka irkiltici sürekliliği olan figür ise babadır. Baba, Kristóf’un metinlerinde yabancı, uzak, uzak durulması gereken, duygusuz erkektir. Tanımadıkları dahi ondan yakındır.
Posta Kutusu; “Bu akşam bir havalimanında oturmuş, Batı Hint Adaları’na gidecek uçağı bekliyorum. Neden mi Batı Hint Adaları? Neresi olsa olurdu, “babam”ın beni bulmayacağı kadar uzak olsun yeter.” (Önemi Yok, s. 46)
Lepold Andrea, Vasi Szemle dergisinin 2022/3 sayısındaki 10 Ocak 2023 tarihli yazısında, “Attila için de yazmak muhtemelen Ágota için olduğu gibi bir öz-terapiydi; görünüşte mantıksız bir çocukluk korkusunun yaratıcı izi” der. Günümüzde yirminci yüzyıl Macar polisiye yazınının bir klasiği ve feuilletonistlerin duayeni olarak kabul edilmiş, sayısız dedektif hikâyesi, korku kurgusu eserleri ve Budapeşte Emniyet Müdürlüğü cinayet masasının çalışmaları hakkında yazdığı raporlar, yüksek ihtimal şeytanlarından kurtulmasına yardımcı olmuştur. Her ne kadar kız kardeşi gibi kendisi de hayatının ortalarında depresyondan mustarip olsa da, temel dünya görüşleri taban tabana zıttır Attila’nın. Sadece kurgularında değil, ailesinin hayatında ortaya çıkan düğümle ilgili olarak da her zaman mutlu bir son arzusuyla hareket eder. Attila kız kardeşinin çocukluk travmaları üzerine şöyle der: “Kőszeg’i her zaman sevdi. Kendini yakın hissettiği tek şehir burasıydı.” Çocukluk ortamı, Avusturya sınırının evlerine olan yakınlığı, dillerin etkileşimi, 9 yaşından itibaren yaşadığı Kőszeg kasabası, yazılarında döngüsel toposlar haline gelir.
Lepold Andrea’nın ana teması zaten Kristóf kardeşlerin travmasıdır. Köyün tek okulunda öğretmenlik yapan babaları Kálmán yaz aylarında düzenli olarak doğduğu köy olan Püspökmolnári’ye dönüp çocuklar için kurslar düzenlemiştir. Hiç şüphelenmeyen ebeveynler Kálmán’ın bu gönüllü çabasına arka bahçe ürünleriyle teşekkür etmişlerdir.
Gönüllü çalışmaların haberi yayılınca, babaları on sekiz yıllık eğitim görevinden sonra Avusturya-Macaristan sınırındaki güzel küçük bir kasaba olan Kőszeg’deki öğretmen yetiştirme enstitüsünden iş teklifi alır ve taşınırlar. Ancak yeni ev arayışlarının gerçek nedeni başkadır. Bilhassa 1939’da on dört yaşındaki Irén Zámolyi adlı bir kızın gizemli intiharından sonra babanın üzerindeki şüpheler yoğunlaşır.
Ekim 1948’de Kálmán Kristóf’un Csikvánd ve Kőszeg’de öğretmenlik yaptığı 22 yıl boyunca toplam 17 çocuğu istismar ettiği ortaya çıkar. Yedi yıl hapse mahkûm edilir. Böylelikle aile huzurlu bir burjuva hayatından neredeyse bir gecede varoluşsal ve ekonomik bir çöküşe geçer. Bu biyografik arka planı bildikten sonra Ágota’nın sembolik baba katlinin üç romanında tekrar tekrar ortaya çıkmasına şaşmamak gerekir. Üçleme’ye yeniden dönecek olursak…
Çocukluğu olmayan çocuklar
Anagram isimlere sahip ikizler Claus ve Lucas, kendilerini K. (çocukluğunun anımsadığı yıllarının geçtiği Kőszeg’e atıfta bulunuyor) köyünün kenarında, sözde anneannelerin evinde tamamen izole edilmiş bulurlar. İkizler kendi çocuk konumlarından kovulmuşlardır.
“Anneanne bize sık sık kemikli elleriyle, süpürgeyle veya ıslak bezle bize vuruyor. Kulaklarımıza asılıp saçlarımızı çekiyor. Başkaları da bize tokat atıyor, bizi tekmeliyor, nedenini bile bilmiyoruz. (...) Ağlamadan acıya dayanabilmek için vücudumuzu güçlendirmeye karar veriyoruz. Birbirimize önce tokat, sonra yumruk atmaya başlıyoruz (...) Bir süre sonra gerçekten bir şey hissetmiyoruz.” (Üçleme, s. 20)
İkizler hayatta kalabilmek ve yaşamın acımasızlıklarına alışabilmek için şiddet ve vahşet eylemlerinde bulunur. Katılaşma, oruç tutma ve dilenme egzersizleri icat ederler. Hayvanları ya da babalarını öldürmek, annelerinin ve kız kardeşlerinin iskeletlerini yatak odalarına asmak – bunların hepsi, tüm duyguların yok olduğu günlük yaşamlarının bir parçasıdır. Kristóf oruç tutma egzersizlerini ülkesini terk etmeden önce küçük erkek kardeşiyle birlikte yaptığını, aynı zamanda ağabeyinin kedileri astığını, korkunç yalanlar söylediğini de söyleşilerinden birinde açıkça dile getiriyor.
Biz…
Karakterler ve anlatıcı, görüşü, ağzı ve kafası tek bir tekilliğe odaklanmış “biz” zamiriyle iç içe geçerken anlatı Lucas ve Claus ilk isimlerinin anagramatik yapısı nedeniyle karmaşıklaşır. Kristóf hikâyenin okul defterinden kesitlerle anlatıldığı ve iki sözde anlatıcının tek bir anlatıcıya dönüştüğü döngüsel bir yazım tarzı kurar. Kristóf’a göre ‘biz’ iki özdeş bedenin ve kimliğin mükemmel simbiyotik birliğine işaret eder. ‘Biz’ şizoid bir patoloji kurarak, eklenen iki ‘ben’in seviyesinde konumlanır. Okur hakikaten kimi sayfalarda tek bir karakter olabileceği izlenimine kapılıyor.
Ágota Kristóf gerçekte iki defa yaşamış sürgünü. İkisi de bir erkek yüzünden. Sevdiği ve güvendiği iki erkek…
İlki sertliğiyle bilinen babanın işlediği korkunç suç nedeniyle “atama” yalanının arkasına saklanarak henüz dokuz yaşındayken maaile evlerini terk edişleri.
İkincisi ise siyasi görüşünden ötürü kocasının olası mahkûmiyetine karşın kucağında bebeğiyle vatanını terk edişi…
On yıllar sonra bir röportajında “Kocamın arkadaşları bir iki yıl yattı, hatta yatmadı. Bunu bilseydim vatanımı ve dilimi asla terk etmezdim” diyor büyük bir pişmanlıkla.
İlk sürgünü ise ne aile içinde, ne dışında konuşuluyor. Hatta öyle ki, içinden iki tanınmış yazar çıkaran ailenin Kőszeg kasabası, Árpád Meydanı’ndaki evinin duvarında Kristóf ailesinin bir zamanlar orada yaşadığına dair en ufak emare, plaket yok. Buna rağmen yazar vasiyeti üzerine, kendini dünyaya duyurmuş, hatta okul müfredatına Üçleme kitabını zorunlu okunacaklar listesine sokmuş İsviçre’ye değil, Kőszeg kasabasında, evine on beş dakikalık yürüme mesafesindeki mezarlığa gömülüyor. Çünkü yaşamı boyunca duyduğu korku ve güvensizlik hissinden sonra utançla kaçtığı yere (aslında çocukların yaşlarının küçüklüğünü göz önüne alırsak o dönemde bu utancı annesi en derinden yaşıyor) geri döndüğünde diğerlerinin ne düşüneceği umurunda değil. Nihilizminin belki de son darbesini babanın yarattığı hortumla çalkanan köyüne cansız bedeniyle dönerek indiriyor Kristóf. Metinlerinde sıkça geçen “önemi yok”, “fark etmez”, “umurumda değil” yanıtları onun manifestosu aslında.
Kristóf’un 1999’da, kendi evinde Riccardo Benedettini ile yaptığı ve Music & Literature: A Humanities Journal’da yayınlanan söyleşisinde verdiği cevapla benim de söyleyeceklerim bu kadar:
RB: Bir romanın bireyle etrafındaki dünya arasındaki uyumsuzluk üzerine kurulu olması gerektiği tanımına katılıyor musunuz?
AK: Bilmiyorum. Böyle şeyler hakkında düşünmüyorum.