
İngiliz yazar Katya Balen’ın Carnegie Madalyası’na layık görülen romanı October, October, babasıyla birlikte balta girmemiş bir ormanda, “orman kanunları”yla yaşayan October’ın babasının geçirdiği bir kaza sonucu tedavi olmak için mecburen Londra’ya gidişini, modern şehir hayatıyla mücadelesini ve onu dört yaşındayken aynı modern şehir hayatı için terk eden “annesi olacak kadın”la ilişkisini anlatan bir kendini bulma hikâyesi.
2020 yılında yayımlanan ilk kitabı The Space We’re In ile Branford Boase Ödülü’nü kazanan İngiliz yazar Katya Balen, Carnegie Madalyası’na layık görülen ikinci kitabı October, Octoberile Türkiyeli okurlarla buluştu. Timaş Genç Yayınları tarafından Mustafa Kent çevirisiyle yayımlanan, Angela Harding’in illüstrasyonlarıyla zenginleşen October, October, babasıyla birlikte balta girmemiş bir ormanda, “orman kanunları”yla yaşayan October’ın babasının geçirdiği bir kaza sonucu tedavi olmak için mecburen Londra’ya gidişini, modern şehir hayatıyla mücadelesini ve onu dört yaşındayken aynı modern şehir hayatı için terk eden “annesi olacak kadın”la ilişkisini anlatan bir kendini bulma hikâyesi.
On bir yaşında, on parmağında on marifet
İsmiyle müsemma bir ayda doğan October babasıyla bir ormanın derinliklerinde yaşamaktadır. Babasının ikisi için ağaçlardan inşa ettiği evde yatıp kalkmakta, yemeklerini burada yemekte, ağaçları, gölleri, gökyüzünü, ayı, güneş, yıldızları, bin bir çeşit bitkiyi ve hayvanı, taşı, toprağı, kısaca doğaya ait ne varsa iliklerine kadar hissetmekte ve dibine kadar içlerine çekmektedirler. Ortamın doğası gereği de yabanidirler. Tepkilerini tıpkı bir kurt gibi uluyarak göstermektedirler misal. Sadece asgari ihtiyaçları için şehre giderler, gittiklerinde de bir yıllık ihtiyaç listesindekileri tek seferde alıp geri dönerler. October’ın elinden elektrikten boya badanaya, dikiş dikmeye kadar pek çok iş gelmektedir.
October’ın ormandaki günleri günlük yemek ihtiyaçlarını karşılayacak besin maddeleri bulmakla, bozulan, tamir edilmesi gereken bir şey varsa onları onarmakla, uzun yürüyüşlerle, çok sevdiği yavru baykuşu Stig’le ilgilenmekle ve gizli “in”inde hayaller kurup boş boş etrafa bakınmakla geçer. Dış dünyaya çok fazla kafa yormaz. Zaten yoracak tahayyül gücü yoktur, çünkü gökyüzünü kaplayan ağaçlarla dolu bu orman dışında, senede bir defa gidip insan içine karışmak zorunda kaldıkları şehir haricinde hayatta ne oluyor, ne bitiyor, bilmemektedir. Babasının verdiği kitapları okur. Yine babasının “vahşi yaşam” tedrisatından geçer. Hayatın sadece o ormandan ibaret olduğu düşüncesi kafasında sabit bir yer tuttuğu için başka şeylere merakı yoktur.
October’ın “annesi olacak kadın” haftada birkaç kez babasını arayıp kızını çok özlediğini, onu görmek istediğini söyler. Ama October’ın tavrı nettir. Onları internet, klimalı evler, insan hayatını kolaylaştıracak şeyler yüzünden terk eden “annesi olacak kadın”la asla görüşmek istememektedir. Babasının ısrarları da onu bu fikrinden geri döndürmez. Ancak bir gün “annesi olacak kadın” ormana çıkagelir. October bu ziyaretin hatırına kararını çok kısa bir süreliğine askıya alır. Üçü ve baykuş Stig’le ormandaki dağa doğru yürüyüşe çıktıklarında babası çok yüksek bir ağaçtan düşerek feci şekilde yaralanır. İvedilikle hastaneye gidilmesi gerekmektedir. “Annesi olacak kadın” hemen sağlık ekiplerini arar. Ambulans gelip babasını Londra’daki bir hastaneye götürür. Babasının vücudunda çok sayıda kırık ve zedelenme vardır ve uzun bir tedavi süreci onu beklemektedir. October henüz on bir yaşına yeni girmiş olmasına rağmen babasının yerinin orman olduğu, kendisinin de ona bakabileceği konusunda ısrar eder. Ancak böyle bir şeyin mümkün olmadığını anladığında, “annesi olacak kadın”la aynı evde yaşamak durumunda kalır.
October için okul zili çalıyor
İki kişilik hayatlarını uçsuz bucaksız bir ormanda geçirdikten sonra medeniyetin beşiğinde yaşamaya başlayan October hiçbir şeye ayak uydurmamaktadır. Çünkü hiçbir şey bilmemektedir. Gerçek bir vahşi ve yabanidir. “Annesi olacak kadın”la araları limoni olmakla birlikte, bir şekilde geçinip gitmektedirler. Ayrıca Stig’in de bakıma ihtiyacı vardır. Ancak onun da doğal ortamında olması gerekmektedir. Bunun için Stig’i bir hayvan koruma merkezine verirler. Diğer yandan da “annesi olacak kadın”ın aldığı kararla October okula gitmek zorunda kalır.
Okulun ilk günlerinde herkes October’a tuhaf davranır. Onun bir yabani olduklarını öğrendiklerinde bol bol dalga geçerler. October yaşıtlarının bu davranışları karşısında burukluk duysa da, çok da kafaya takmaz. Zaman geçtikçe okuldakiler ona, October da okuldakilere alışır. Hatta Yusuf adlı bir çocukla çok samimi arkadaş olurlar.

“Çapulcular”
Öğretmenleri de October’ın durumundan haberdardır. Sınıf öğretmenleri öğrencilerden beraber çalışıp üretecekleri bir proje yapmalarını ister. October elbette Yusuf’la birlikte çalışacaktır. Proje üzerine düşünmeye başladıklarında akıllarına hiçbir şey gelmez. Ancak bir gün Yusuf, October’ı Thames Nehri’ne götürür. Şehir merkezinde de olsa kendine ait bir yaşam alanı bulduğu için sevinçten göklere uçan October hemen nehir kenarına inip ne var ne yok incelemeye başlar. Nehir insanların attıkları birçok şeyi içinde barındırmaktadır. Ancak bu onların projesi için bir ilham kaynağı olur. Onlar da tıpkı “çapulcu” adı verilen, işlerine yarayacak ne varsa nehirden çıkaran ve hayatlarını bu şekilde idame ettirmek zorunda kalan çocuklar gibi olacaklardır. Bütün resmî işlemlerin ardından Yusuf ve October birer “çapulcu” olurlar ve samanlıkta iğne aramaya başlarlar. Bu arada October’ın babası tam olmasa da günden güne daha iyi olmaya başlamıştır. “Annesi olacak kadın”la da eskiye göre daha iyi anlaşmaktadırlar. Günler geçer, Yusuf ve October nehirden çıkardıklarıyla akıllarındaki fikirleri birleştirip bir çevresel farkındalık projesine imza atarlar. Sunum günü geldiğinde her şey tıpkı October’ın ormanda o çok sevdiği gökyüzündeki yıldızlar gibi parlamaktadır.
Katya Balen October, October’da insan yaşamının tam anlamıyla kontrol edilemezliği üzerine kuruyor hikâyesini. Ormanda yaşamak gibi sert bir hayattan “görünmez bir kaza” sebebiyle on bir yaşında, bir metropolde, asla ama asla affetmeyeceği annesiyle birlikte bambaşka bir hayata geçiş yapan October’ın yalnız başına milyonlar arasında verdiği varoluş mücadelesini, babası için yaptığı fedakârlıkları, aidiyet kavramını sorgulayan October, October, tüm zorluklara rağmen “yaşamaya mecbur” olduğumuzun da altını çiziyor.