Çağdaş Litvanya edebiyatının en önemli isimlerinden, şair, romancı, oyuncu, senarist lvydas Šlepikas’ın yazdığı Kurtların Gölgesinde, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Sovyet işgalinden kurtulmak için Litvanya’ya kaçmaya çalışan, tarihe “kurtçocuklar” olarak geçen Alman çocuklarının yaşadıklarını gerçekçi olaylara dayanarak anlatan bir roman.
İkinci Dünya Savaşı çok insanı yedi bitirdi. Milyonlarca… Geride kalanlar yaşadıklarına şükretmeyi bir yerden sonra bıraktılar, çünkü onlarınki yaşamak değil, hayatta kalmaktı. Bir gün değil, belki bir saat, belki on beş dakika daha hayatta kalabilmek, nefes alabilmek için insanın akıl sınırlarını zorlayan şeyler yapmak zorunda kaldılar. Savaşın tarafının olmadığı, sadece ölülerin olduğu gerçeğiyle yüzleşerek yollara düştüler. Bunlardan bazıları, özellikle Doğu Prusya bölgesindeki “Wolfskinder”lerdi, yani “kurtçocuklar”. İsimlerini hayatta kalabilmek için yiyebilecek ne varsa yemelerinden alıyorlardı. Savaşta hayatta kalan ve hayatta kalmaya devam edebilmek için Litvanya’ya gitmeleri gereken küçücük çocuklardı bunlar. Çağdaş Litvanya edebiyatının en önemli isimlerinden, şair, romancı, oyuncu, senarist lvydas Šlepikas’ın yazdığı, Ketebe Yayınları’ndan Tuba Kartal çevirisiyle yayımlanan Kurtların Gölgesinde isimli kitap işte bu bahsettiğim “kurtçocuklar”ın hikâyesini anlatıyor. Sovyetler Birliği’nin işgaliyle birlikte Batıya kaçamadıkları için Litvanya’ya gitmeye çalışan Doğu Prusya’daki çocukların yaşadıkları insanlık dışı durumu tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren roman, gerçek olaylara dayandığı için de ayrıca ilgi çekiyor.
“Hava epey soğuktu; en iyi ihtimalle eksi yirmi dereceydi…”
“Geçmişin parçaları titreşerek yandı ve kül oldu, tıpkı siyah-beyaz bir film, bir gölge oyunu gibi karanlıkta vücut buldu. Yıl 1946, mevsimlerden kıştı. Savaş sonrasıydı. Soğuk ve çetin bir kış yaşanıyordu, her yer ıpıssızdı. Nemunas Nehri’nin üzerinde, cennet ile dünya arasında bir köprü asılıydı. Rüzgâr bir yolu takip eder gibi nehrin üzerine kar taneleri serpiştiriyordu. Yer yer mermer gibi kirli beyaz renkte buzlar oluşmuştu. Hava epey soğuktu; en iyi ihtimalle eksi yirmi dereceydi.”
İşte böyle başlıyor Kurtların Gölgesinde. Bu şartlar altında, üstüne bir de Sovyet askerlerinin namlusunun ucunda, işgal altındaki Nemunas Nehri’ni geçmeye çalışan “kurtçocuklar”, ormanın derinliklerinde, zifiri karanlıkta ceset parçalarına ayakları takıla takıla, gözleri bir metre ötesini göremeden yaşama ulaşmaya çalışıyorlar.
“Kendilerini satarak ‘kazandıkları’ patates kabukları…”
Tek istedikleri Litvanya’ya gitmek. Giderken geride kalan ailelerine kendilerini satarak “kazandıkları” patates kabuklarını getirirlerken, onların aileleri de evde kalan dört çocuğa bakmak için beşinci çocuklarını satıyorlar yine patates kabuğu ve yağ karşılığında yabancılara. Çoktan başkalarının yerleştiği evlerinin özlemi bile uzak bir ülke gibi onlar için. Her geçen gün şiddetini artıran hava koşullarında kan kokusunu almış kurtlar yavaştan peyda olmaya başlarken, öldürmeyi öğreniyor bacak kadar veletler lacivertin de laciverti gecelerde. Arkalarında kalan kopmuş eller, kafasız bedenler, tek bacaklarla, sağlam bir maharet gerektiren yaşam savaşında ayakta kalmak için kurtlarla kapışıyorlar. Nihayetinde bir kış serabı gibi görünen yere ulaşıyorlar. Kendilerinden geriye kendilerine ne kaldıysa, onunla beraber…
lvydas Šlepikas, Kurtların Gölgesinde’de insanlığın tamamen tedavülden kalktığı bir atmosfer yaratıyor. Prusya’nın kapkara ormanlarında aç biilaç, susuz, uykusuz, yemeksizlikten içeri kaçmış mideleriyle çıktıkları enkazın altından önce ayakta durmak, sonra da ayakta kalmak için yüzlerce kilometre yol yürüyen, satılan, satan küçük bedenlerin yolculuğunun hikâyesini anlatıyor. Okuru o küçük bedenleri izlemek zorunda olan birer hayalet gibi peşinden sürüklerken savaşın anlamsızlığını tekrar tekrar sorgulamaya, sorgulatmaya, “bu son olsun” demeye davet ediyor.