Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün'e dair

Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün

MURAT GÜLSOY

Can Yayınları
Ekim 2024
128 sayfa

30 Ocak 2025

METİN TURAN

“Geleceğin yok olmasıymış kıyamet...”

“Yola Çıkış” adlı öyküsünde Kafka, “Buradan uzağa işte, buradan uzağa, hep uzağa buradan, ancak böylelikle hedefime ulaşabilirim” der.

Peki, gidilebilecek bir yakın ya da uzak yer, dolayısıyla varılabilecek bir hedef kalmadıysa...

Bir de Jean Amery’e kulak verelim. Diyor ki, “İnsanın bir yurda ihtiyaç duymaması için önce ona sahip olması gerekir”.

Peki, bir yurda, bir eve, bir aileye, bir eşe, bir sevgiliye, bir işe, kaçmanın ya da kabullenmenin mümkün olabildiği bir mekâna ve o mekânı size ait kılan “şeyler”e, elle tutulup gözle görülür eşyalar kadar düşünsel izlere, anılara sahip değilseniz... Misal, zaman mefhumu ortadan kalkmış olsa, tadıp hissedemeseniz, bırakın onu duyularınızı tümden yitirseniz, kavramlar artık bir şey ifade etmez olsa, dünya dünya olmaktan çıkıp uçsuz bucaksız bir anlamsızlık denizine dönüşse ve siz bu sınırsız belirsizliğin içinde keşif, katı, duvar gibi önünüzde dikilen bir tekinsizlikle baş başa kalsanız... Her yer hiçbir yere dönüşse ansızın ve siz, çabalasanız da size tanıdık gelmeyen bir yersizlikte, kendinizi nereden gelip nereye gittiğini bilmeyen bir sürgün gibi düşünseniz... Gelecek denen şey, hedef yoksunluğuyla at başı, ortadan kalksa ve buna koşut geçmiş de anlamını yitirse... Başıyla sonunu bir türlü kestiremediğimiz bir ânın sonsuz şimdisine hapsolsanız... Ateşten yoksunluğunuza bilgiden yoksunluğunuz eklense ve etrafınızı saran “yer”sizlik sizi düşmekten kurtulamayacağınız derin bir boşluğa itse... Kendinizle birlikte tüm canlı varlıkların, yeni ve farklı bir varoluşuyla belirdiği bir alacakaranlıkta kalsanız, kendinizi görebilmek için ne bir ayna ne de bir su tam olarak işe yaramasa ve siz, ışığın, günün, aydınlığın, ezcümle ümidin, dolayısıyla kendinizi yeniden bulmanın peşinde çabalayıp dursanız...

Sanırım anladınız: Aslında size kişisel ve elbette toplumsal bir kıyametin tarifini yapıyorum. Kuşkusuz böylesi bir kıyametin tarifi için kurduğum cümlelerin eksiği çok. Fazlası, yakınlarda yayımlanıp raflarda yerini alan, benim elime bir posta günü ulaşarak duygulandırıp zaman kaybetmeden okumaya sevk eden, Murat Gülsoy’un yeni romanı: Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün. Haberini henüz yayımlamadan önce aldığım, küçük bir merakla beklediğim Murat Gülsoy’un bu yeni romanını deyim yerindeyse bir solukta okudum.

Kitabı elinize aldığınızda sizi karşılayan görseller Ayşenur Köksal, Işıl Güleçyüz ve Joel Menemşe tarafından, yazarla ilişki ve etkileşim içerisinde yapılmış triptik tablodan alınmış. Şöyle bir bakıp geçemediğiniz bu görsellik, “Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün” başlığında sirayet eden sıradışılığı, ince ironiyi, “her şeyin sonundan sonra” karşılaşılması muhtemel altüst oluşları dönüşüm ve başkalaşımla iç içe geçen kavramsal, anlamsal karmaşayı okuruna haber veren bir nitelikte. Büyük bir yıkımın ardından zamanı, mekânı, anlamı ve dolayısıyla varoluşlarını, hâsılı kendilerini arayan varlıkların hali pürmelali.

Murat Gülsoy’un, eserin son sayfasına not ettiği “2021-2022” tarihsel aralığından yola çıkarak romanın içinde 74 ayrı başlık halinde sunulan, ayrı gibi dursalar da edebi bir ustalıkta birbirine bağlanarak kıyametin kendisiyle hemen sonrasına dair tabloyu tamamlayan “küçürek öyküler”in yazar tarafından tam da Korona sürecinde, salgın günlerinde yazıldığını anlıyoruz. Romanın bütününe yayılan düşünsel muhasebelerin, kavram ve olgulara dayanan incelikli irdelemelerle üretilen soruların zemininin ya da dayandığı atmosferin de böylelikle farkına varıyoruz.

Hatırlarsanız, salgın döneminin henüz içindeyken üzerinde durulan en önemli konu zamanın elimizden alınışıydı. Her şey bir anda altüst olmuş, alıştığımız, hiç bozulmayacak sanrısına kapıldığımız kronolojik zamanımız, günlerimizle gecelerimiz, dolayısıyla işimiz, hayatımız, normal seyrinde akıveren ilişki ve iletişim biçimlerimiz, bağlarımız, bağlılıklarımız, mesafelerimiz ve mekân algımız, aşklarımız, sevişmelerimiz gibi birçok şey başkalaşmıştı. Gözle görülemeyen bir “ifrit”in, elle tutulamayan bir kötülüğün kendisi küçük, ama etkisi büyük bir mikrobun yarattığı o atmosfer, hak vereceğiniz üzere bir tür kıyamet alametiydi. Sarsılmıştık, öyle değil mi? Korkularımız giderek büyümüş, katmerlenmişti. Ertelediğimiz kimi hesaplaşmalarımızı öne çekmek, başta ölümle yaşam olmak üzere, geçip gittiğinin farkına vardığımız ömrümüzün anlamına kafa yormuştuk. Dünü, “dün” denen şeyin aslında ne denli uzak bir yakınlık olduğunu, “şimdi”yi, şimdinin sonsuzluğunu içine alan anın değer ya da değersizliğini, hatırlamayı ve unutmayı, dolayısıyla bizi biz yapan belleğimizi enikonu tartışmıştık. Kıyametin habercisi gibi aramızda gezinen, tüm dünyamızı sararak felaketine her gün yeni boyutlar katan, “gelecek” denen olguyu, daha düne, belki de az öncesine kadar anlamlı olan “sonra”yı, “sonrası”nı belirsizleştiren ve bizleri içine aldığı o alabildiğine tekinsiz atmosferden varlık-yokluk muhasebelerine yönlendiren unutulmayacak günlerdi vesselam. Akış bozulunca alışık olunan zaman da bozuldu ve mekânlarımızı teslim alan bu “kıyamet” beraberinde “yer” kavramını da tartışılır hale getirdi. Güç yanılsamasıyla ortalıkta gezinen insanların elinden “sahibiz” diyerek böbürlendikleri her türden iktidar alındı. Hem de bir çırpıda. Ofisler boşaldı. Koltuklar... Ve devasa binalardan bürolara, giderek küçük dükkânlara kadar her yer büyük bir boşlukla kaplandı. Zaman kendine çekilince insanlar da kendine çekildi; kapanmaya, kapatılmaya zorlandı. Bir an durunca, durdurulunca daha doğrusu, düşünmek becerisini gösteren insanlık belirsizliğin kıyısında tekinsiz adımlar attığının farkına vardı. Normali, anormali, olağanı, olağanüstünü, sıradanı, sıradışını, akıllıyı, deliyi de içine alarak kendi(miz) olmak ve kendi(miz) kalmakla ilgili birçok şeyi tarttık, tartıştık. Sonuçlar çıkarabildik mi, çıkarabildiysek “sonra”mızı nasıl şekillendirdik, orası müphem!

Murat Gülsoy’un romanı Gertrude Stein’in ölümünden önceki son sözleriyle açılıyor:

“Cevap nedir?”

(sessizlik)

“O halde soru nedir?”

Daha açılış sayfasında okuru durdurup düşünmeye yönlendiren bu “son sözler”, 74 başlık içeren pasajlar halindeki “küçürek öyküler”in –ki her biri esaslı bir kıyamet sonrası filminin sekansları gibidir – perdesini aralayacağı başka bir dünyanın habercisidir. Mitolojik bir anlatının efsunlu satırlarını duyumsatan satırların etkisine kapılıyor, özenle seçildiği çok açık, her biri bir diğerinin anlamını çoğaltarak derinleştiren sözcükler sayesinde gerçeküstü bir gerçekliğin, olağanüstü bir olağanlığın sahnelerinde geziniyoruz. Ustalıkta kotarılmış bir filmin bizzat içinde hissediyoruz kendimizi.

“Kıyamet sonrası”nın zamansızlığının, “yer”sizliğinin içindeyken belleğimizi yokluyor, düşle gerçeğin birbirini koşullayan var oluşlarına bir kez daha şaşırarak anlatıda yer alan yaşlı melekle aynı soruyu dillendiriyoruz: “O... öldüyse biz nasıl var olmaya devam edebiliriz?” En başta, evlatlarının kaderi bize pek inandırıcı gelmiyor, fakat sonra bir şeyin farkına varan yaşlı melekle aynı cümleyi kuruyoruz: “O öldüyse artık özgürüm.” Bana Dostoyevski’nin, “Tanrı yoksa her şey serbest!” cümlesini hatırlatan bu sözünün ardından, ortaya bir “irade” koyarak külden kanatlarını açan meleğin güneşe doğru havalanışına kederleniyor, bu yeni ânın içine sığdırılan varlıkların, insan ve insan dışı canlıların serüvenine dahil oluyorsunuz. Zaman ve yer gibi dil de başkalaşmıştır ve rüya gibi gerçeklik de, hatıralar gibi aşk, acıkmak ve sevişmek de, ağlamak gibi mutlu hissetmek de tüm duyumsamalar gibi kaybolmuştur. Okurken kaçınılmaz bir biçimde anlamı kovaladığınızı görüyorsunuz. Her bir pasaj/sekans size ayrı bir düşünsel pencere açıyor.

Mesela “Uçuş” başlıklı bölümde “yer” olgusunun yok oluşuyla içine düşülen boşluk, “Sonuçta yere çarpana dek her düşüş aynı zamanda bir uçuştur” cümlesiyle önünüze konan sınır ve sınırsızlıklarımız, normallik ve anormalliklerimiz, akıllılığımız ile deliliğimiz bizi alarak derin düşünsel sularda yüzdürüyor.

Murat Gülsoy

Sebald’ın Hava Savaşı ve Edebiyat adlı eserinde okurken sarsıldığımı söyleyebileceğim “manzaralara” gidip geldim Gülsoy’un romanını okurken.

“Savaşın terra incognitası” diyordu Sebald: Bilinmeyen toprak haline gelen bilinen toprak... Ülke... Ev... Zaman ve mekân... Savaşın (biz buna ‘kıyametin’ diyelim) yarattığı tabloda, var olmanın tiksintisine mağlup olarak ölüme sürüklenmek ya da hayata yeniden başlamak zorunda kalmaktan dehşete düşmek... Zamanı unutarak hiçbir yerin ortasında duran ya da gezinen, ancak yolu gibi hedefi de olmayan, varsa da anlaşılamayan hayaletlere dönmek... Bir tarafta tam da yıkımların üzerinde çiçeklenen kestane ağaçları vardır; diğer taraftaysa, ortada sinema namına bir şey kalmadığı halde koşuşturan, saat ikideki matineye kadar ortalığı temizlemeyi hayal eden bir kadın... Hatırlayamamak kadar bilmek istemediklerini unutmak ve gözlerinin önünde olanı görmemek tavrı...

Murat Gülsoy’un romanında da daha kıyamet öncesine kadar tanıdık-bilindik olanın yabancı hale gelişi, tanımlanamazlığı, anlaşılamama, dilin sorunlu boyutlar taşıması, dilin yaşanan âna yetemeyerek bilinmezi tercüme edemeyişi var; gerçek ortadan kalkınca biten rüyalar ve günle birlikte sonsuz bir şimdinin karanlığa dalış, duyusuz kalış, unutmak, hatırlayamamak, belleksiz kalınca kendi olmaktan sıyrılış ve hiçbir yerde her şeyi aramak, ancak bulamamak... Ateşten, bilgiden, harfleri kaybolmuş kitaplardan henüz söz etmedim. Alın size “kıyamet”! Bütün bunları ve daha fazlasını, hem edebi anlamda güçlü, ustalıklı kalemi hem hayal etmek kadar, hayal ettirmekteki yetkinliği hem de birikimiyle doğru orantılı bir sınırsızlıkla önümüze seriyor Murat Gülsoy. Anlaşılması zor pek çok olgusal mesele onun satırlarında Benjamin’vari bir sadeliğe kavuşuyor ve anlaşılır hale geliyor. Belki de herkesin anlayabildiği bir anlaşılmazlıkla yazmaktır edebiyat, ki Murat Gülsoy bunu ustalıkla başarıyor.

Muhtemeldir ki bazıları bu romanı farklı biçimlerde ele alacak, “göz attıktan” sonra yargı oluşturup esaslı cümleler kurduğuna inanarak bu eseri, “post-modern” sayacaktır. Oysa olağanüstü olanda olağanı, görülmeyende görüneni ya da gerçeküstü olanda gerçeği resmetmek değil midir “hakiki” edebiyat? Sayfaları bir malumat yığınına çevirmeden, sözcükleri alabildiğine ekonomik kullanarak, bu denli zor bir temayı bu denli “basit” işleyip örmek ama asla basitleştirmemek; , toplam 74 başlıkta, pasajlar halinde akıtılan bütünlüklü metine yedirilen işlevsel ayrıntılarla esere gerçeklik kazandırmak; dahası zamanla zamansızlığı, yer ile “yer”sizliği, özetle hem her şeyi hem hiçbir şeyi aynı anda romanın karakterleri haline getirmek; tüm bunları yaparken mizahi, ironiyi, yer yer açık alaysı bir dili kullanabilmek ve nihayet kıyamet denen sonsuz geceden, beraberinde geleceği malum kötülükleri de hesaba katarak umutla çıkmak, sanırım “hakiki” bir edebiyatçının “hakiki” eserine has özellikler olabilir.

“Geleceğin yok olmasıymış kıyamet...” diyor Murat Gülsoy. Zira o yok olduğunda geçmiş de yok oluyor. Tıpkı zaman ve belleğin birbirine koşutluğu gibi: Biri olmayınca diğeri anlamsızlaşıyor. “Her şeyin sonundan sonra” anlıyoruz ki, kavramlarla, anılarla, deneyimlerle bağ kurulamıyor. Zira parçalanarak birbirlerinden ayırılıyor, uzaklaşıyorlar. Nihayet duyguların da anlamı kalmıyor.

“Süreklilik” başlığında, maruz kaldığımız sürekliliğin ne’liğine, niteliğine bakmadan, nasıl olup da kötülükleri yadırgamaz hale geldiğimizi; ya da “Sınır” ve “Siperde” başlıklarında, gerçeklik kaybolmuş, her şey belirsizleşmişken, varoluşlarını bir yer ya da mekânı, bir “çizgi” veya “sınır”ı beklemekle eş tutmak noktasına nasıl olup da getirildiğini; “Koridorlarda” başlığında, geçmişte önemli kararların alındığı, büyük işlerin yapıldığı bir binanın koridorlarında adımlanan boşluğu ve zamanında dünyanın kendi sayelerinde döndüğünü sananların yokluğunu görüyoruz. Benzer derinlikte bir akış “Acı”, “Ayna”, “Aynı Kişi Olabilmek” gibi tüm diğer başlıklarda da var. Umudun belki de sadece zeytin ağacının dalında, zeytin yaprağını çiğneyen bir kadının göbek kordonunda saklandığı bu “bulutsu evren”, kıyamette bile anlam arayışını sürdüren insanın doğasını neredeyse tüm boyutlarıyla gözler önüne seriyor.

“Kıyamet” gibi bir olayı, anlamı göz ardı etmeden eserin bütününe yayan Murat Gülsoy yeni romanıyla bize bizi anlatıyor. Dünyamızı, doğamızı... Tüm ayrıntılarıyla... Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün romanı bu anlamda insan denen varlıkla, onun inşa ettiği hayat ve dünyayla estetik bir hesaplaşmadır. Eğer ki edebiyat anlamak ve anlam üretmekse, Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün bu yönüyle “olağanüstü” bir romandır. Hakikatli bir roman...