
İncirlik Yazı, ikinci romanı Taçlı Yazıcıoğlu’nun. Her bir karakteri kendi sesinden ayrı ayrı dinlediğimiz önceki romanı Hep Sondan Başlar’dan farklı olarak, bu sefer hikâyeyi tek bir karakterin, Émile Ajar’ın Onca Yoksulluk Varken’inin Momo’su gibi, bazen naif bazen de çokbilmiş tavırlarıyla hemen kendini sevdiren 11 yaşındaki Belgi’nin gözünden dinliyoruz.
Tolstoy’a atfedilen o ünlü ifadeyi, Tolstoy’a ait olduğu tartışmalı olsa da burada bir kez daha analım. Ona göre tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir… Romana bakınca bu “şehre gelen yabancı” tanımına uyan birkaç kişi olmakla birlikte, ben bunun kolaycılığına yaslanmadan başka bir şey önereceğim. Bana göre şehre gelen yabancı “İncirlik Üssü”dür.
Tarihten bildiğimiz, romandan öğrendiğimiz kadarıyla burasının tabi olduğu yasalar memleketin genelinde uygulanmaya çalışılandan farklıdır. Vietnam’dan dönen ne kadar sorunlu personel varsa İncirlik’e gönderilmiştir ve bu Amerikalı personel bir suça karıştığında Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre değil, kendi ülkesinin yasalarına göre yargılanmaktadır. Tabii bu idealde olan ya da olması istenendir. Gerek emniyetin gerekse de yargının bu yabancı personeli mahkûm etmesi imkânsızdır. Filmlerde de gördüğümüz üzere, “Ben Amerikan vatandaşıyım, benim haklarım” var dercesine, yerel hukuktan bir şekilde sıyrılmaktadırlar. Dolayısıyla da pervasızca yasaları çiğnerler, kurallara uymazlar. Örneğin, Hikmet’in küçük kardeşinin başına gelenleri öğrendiğimizde, failin aslında bir ceza almayacağını tahmin ederiz. Bulunduğu ülkenin tüm nimetlerinden faydalanmalarına rağmen, hiçbir yasal ya da etik sınırlamaya tabi olmayan bu insanlar zaten pervasızca kendi vahşi heveslerinin peşindedirler. Elbette nedeni sadece bu olmamakla birlikte, kendilerine bir çıkış arayan gencecik insanlar ve dolayısıyla İncirlik halkının bir parçası da yoldan çıkar.
Farklı sosyo-ekonomik grupların hayat tarzına da tanık oluruz romanda: Şehrin en kalburüstleri olan fabrika sahipleri, görece iyi işlerde ya da kamuda çalışan eğitimli insanlar ve hemen hemen hiçbir geliri olmayıp sadece karınlarını doyurabilen alt sınıflar. Sosyo-ekonomik gruplar arası geçişin araçlarından biri olan iyi eğitim ve yüksek öğrenim ne yazık ki herkesin erişebileceği kolaylıkta değildir. Nitekim romanımızdaki çekirdek ailemizin babası olan İsmail karakteri bir işçi çocuğuyken kısıtlı olanaklarla İstanbul’da İngiliz Dili ve Edebiyatı okuyabilmiş, eşi Vildan ile de burada tanışmıştır. Vildan görece aristokrat bir ailede büyümüş, annesinin itirazlarına rağmen İstanbul’u terk ederek Adana’ya yerleşip İsmail’le evlenmiştir. Annesine göre bu doğru bir evlilik değildir; şehirli, iyi eğitimli bir genç kadının taşraya, hem geleneklerden hem de kişisel arızalardan dolayı “avam” tabir edebileceğimiz birine “gönül indirmesi” yanlıştır. İsmail içinse durum belki de kendisinin hiçbir zaman erişemeyeceği o sosyo-ekonomik gruptan biri tarafından sevilmek ve eş kabul edilmek ve belki de statü kazanmaktır.
Romanda hemen her karakter mevcut pozisyonundan şikâyetçidir ve bir şekilde bulunduğu sosyo-ekonomik gruptan yırtmanın derdindedir. Cemal ve onun yöntemlerini henüz denemeyenler ama belki de fırsatını bekleyenler, uygun bir koca adayı bulamadığı için Amerikalıların barlarına gidip orada bir koca adayı bulup Amerika’ya gitmeye çalışan Binnaz’lar ve sıradan bir polis memuru iken sivil ekiplere geçip işkenceci olan Fatih’ler. İncirlik her ne kadar bir askerî üs olsa da, bir yandan da çevresinde oluşturduğu ekosistemle de çekim merkezidir. Nitekim döneminde ülkede bulunmayan yüzlerce tüketim ürünü ve dolayısıyla kültürü bir şekilde dışarıya çıkabiliyor, her bütçeye göre eski ya da yeni, rafta ya da işporta tezgâhında satılıyordur.

Roman (çoğunlukla) 11 yaşındaki bir çocuğun gözünden anlatılıyor demiştik, belki de bu nedenden dolayı ne karakterler ne de mekânlar hakkında detay verir yazar. Babası İsmail bıyıklıdır, annesi Vildan narin ve zarif; ablası uzun boylu, Salim iki parmağı eksik, sarı kafalı; polis Fatih Abi koltuk altları terden renk değiştirmiş beyaz gömlek, David çalınan iyi piyano ve Cemal de turunç yaprağı yeşili gözlerden ibarettir. Nesneleri de yaşına uygun ya da yeni öğrendiği kavramlar üzerinden tanımlar. Oduncudaki üst üste yığılı tomrukları üçgen prizması diye kabaca tanımlarken, yediği Eskimo dondurmanın çubuğundaki çam reçinesinin tadına kadar bilir. Apartmanın merdivenleri delikli tuğladan ibarettir ya da. Doğal olarak yaşının getirdiği ilgiye ve dikkate sahiptir. Elbette bir romanda o yaşın bilgi ve becerisini aşan durumların da izahı gerekecektir. Nitekim anlatıcımız bu durumlarda “Yıllar sonra onun şöyle olduğunu öğrenecektim” diyerek ileriki yaşından yardım alır. Benzer yardımı mekân ve karakterler için nadiren kullanır; kar yağmış gibi nesnelerin ve kişilerin köşeleri görünmezdir, konturlar net değildir. Sanırım böyle yaparak da ya okurdan tüm bu karakterleri onların konuşmaları üzerinden tanımasını ister ya da anlatılmayan kısmın, yazarın kaleminin diğer tarafında kaldığını düşünmemizi bekler. Her iki durum da okura romanın tam da kıvamında olduğu hissini verir.
Romandaki ayrıntı bolluğunu anmadan geçmeyelim isterim. Bunu söylerken bir önceki paragrafla çelişiyor değilim. Nitekim ayrıntılar bol derken, onlara dair derinlikli bir anlatımı ima etmiyorum. Bu bolluğun gene mekâna, döneme ve atmosfere dair bizlere ipuçları verdiğini, bir bakıma onları tasvir ettiğini düşünüyorum. Yazarımızın Belgi’ninki gibi bir ece Ajandası vardı da oradan mı beslendi, yoksa döneme ilişkin ciddi hazırlık ve araştırma mı yaptı, bilemeyiz ama yaklaşık bendenizin de çocukluğuna denk gelen o yılları zaman zaman gülümseyerek, zaman zaman da üzülerek anımsadım. Hele ki günümüzde memlekette her şey daha da kötüye giderken, (yazarımızın itiraz edeceğini bilsem de) geçmişi “o güzel günler” diye yâd etmekten kendimi alamadım.
Gerek romandaki nesnelerin gerekse de yerelde kullanılan sözcüklerin hatırlatma gücüne şapka çıkardım. Elektronik kol saati, (Stempo markaydı belki) Dido, Küçük Ev dizisi, Uykudan Önce programı, Beş Yıl Önce On Yıl Sonra müzik grubu gibi aklımda kalan ve beni 40 yıl geriye götüren anımsatıcılar.
İnsanı yaşatanın da, öldürenin de “hatırlamak” olduğu bir çağda küçük Belgi’nin serzenişini analım isterim.
Unutmak o kadar kolay mıydı ki? Hep bir şeyleri unutmamak için çalışıyorduk. Yeni öğrendiğimiz kelimeleri defalarca yazıyor, ezberleyip duruyorduk. Hiçbir dersimiz unutmayla ilgili değildi. Herkes iyi hatırlayanları takdir ediyor, unutanları kınıyor, hatta ‘Nasıl unutursun?’ bile diyordu. Hatırlamak için ne yapmak gerektiğini biliyordum ama nasıl unutulur, hiçbir fikrim yoktu. Zamanı geri alamazdık! Zamanı geri alamıyorsak, peki nasıl unutacaktık? (s. 226)