Ev metaforu üzerinden zamanın ölümü ve bireysel bellek kaybı

Ev Öldü Ben Ağaçları Seyrettim

MUSTAFA ORMAN

Everest Yayınları
Mayıs 2024
136 sayfa

3 Nisan 2025

SELMA HANGÜL

“Ama elbette ki yalnız bir ağaç, birkaç tane ağaçtan daha ağaçtır.”

(Abbas Kiyarüstemi)

Son dönem edebiyat ürünleri incelendiğinde, kendi sesini bulmuş yazarlar arasında doğaya ve toplumsal süreçlere dair ciddi bir yönelim olduğu görülüyor. Özellikle 1950’lerden itibaren Marksist felsefe doğrultusunda ortaya çıkan toplumcu-gerçekçi edebiyat yeniden filizlendi. Bu noktada toplumun içinde bulunduğu durumu kalemine taşıyan, Anadolu gerçeğine eğilen, o toprakların düzlüklerinden, dağlarından doğan sözcükleri, cümle yapılarını alıp anlatılarına taşıyan birçok isim var. Bu isimlerden biri de Mustafa Orman.

Ovada Paldır Küldür ile 2020 Fakir Baykurt Öykü Ödülü’nü, Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye eseriyle ise 2023 Vedat Türkali Roman Ödülü’nü alan Orman, Ev Öldü Ben Ağaçları Seyrettim kitabıyla 2024 yılında okurlarıyla yeniden buluştu. Mustafa Orman bu kitabında da genel üslubundan uzaklaşmadan farklı hikâyelere ev sahipliği yapıyor. Kitap iki ana başlık altında, biri novella olmak üzere on üç öyküden oluşuyor. Gerek anlatım gerekse teknik olarak rüştü edebiyatta su götürmez ödüllerle ispatlanmış Orman’ın tekniği bu öykü kitabında da tadını hissettiriyor. Her öykü kendi içinde farklı bir kokuyu, dokuyu vererek koca bir Anadolu senfonisi haline geliyor. Bu noktada Orman’ın rengi ve dokusu farklı olan öykülerini birleştiren iki ortak alan var: doğa ve ölüm.

Orman doğayı genellikle insanlarla eş karakter halinde ve yoğun bir kontrast içinde veriyor. Ağaçlar, kuşlar, nehirler, dağlar… Hepsi bir anlatının içinde önemli bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Ölüm ise tüm bu sembolik anlatımın içinde –neredeyse her öyküde– ya anlatının başını ya da sonunu oluşturuyor. Doğa ve ölümün bu denli iç içe geçirilmesi ve ölümün ince bir nakış gibi satırlar arasına kanaviçelenmesi başka soruları da beraberinde getiriyor. Orman’ın öykülerinde ölüm neyi temsil ediyor? Bir unutuluşu ya da bir yok oluşu mu? Bir sonu ya da bir başlangıcı mı? Ya da daha da derine giderek, ülke topraklarında ölüm sosyo-politik yapının neresinde duruyor? Tüm bu ve buna benzer sorulara yanıt ararken yeni ve kaçınılmaz bir soruyla daha karşılaşıyoruz: Ev Öldü Ben Ağaçları Seyrettim kitabı bireysel ve toplumsal bellek kaybına yönelik yeni bir alan mı açıyor biz okurlarına? Tüm bu sorulara yönelik cevaplar yine kitabın sayfalarından dökülerek biz okurlara farklı yollar ve pencereler sunuyor.

1. Bireysel ve toplumsal bellekte ölümün etkileri

Bellek bireysel ve toplumsal kimliğin temel unsurlarından biridir. Bir toplumun dokusunu oluşturan, onu düz bir zemin olmaktan kurtaran şey, belleğin katmanlı yapısıdır. Orman da öykü kitabında belleğin birey ve toplum yaşamında kilit öneme sahip olduğunu fark etmiş olmalı ki, bellek kavramını kayıp, göç, mekân değişimi, yoksulluk ve toplumsal dönüşüm ekseninde ele alarak bireyin geçmişle bağlarını nasıl kaybettiğini işliyor. Kitabın kapağında ve birçok satırında geçen “ev öldü” ifadesi bile bu noktada insan hayatında önemli bir kaybın bireysel bellekteki yıkımını aralıyor. Bireyin aidiyet duyduğu fiziksel mekânların kaybını ve bunun bellek üzerindeki etkilerini “ev” sözcüğü üzerinden vererek evi briketten, tuğladan, taştan ya da kerpiçten yapılma olmaktan çıkarıyor; onu bireyin geçmişini, ailesini ve köklerini temsil eden bir simge haline getiriyor. Evin ölmesi ya da ortadan kalkması, bireyin geçmişine dair somut bağın koparılması anlamını da taşır bir bakıma. Bu durum ölüm, ekonomik zorunluluklar ya da siyasi bazı sebeplerle evini terk etmek zorunda kalan insanların yaşadığı duygudurum boşluğunu verirken, kişinin geleceğine dair oluşturacağı hafıza kaybına da işaret eder.

Orman mekânın değişimini bir kişinin ölümü üzerinden vererek geleceğe dair umudun dalını kırıyor ve oluşturulacak anıların hafızadan silinmesini istiyor. Bu açıdan bakıldığında yazar öykülerde genel olarak “anne”nin kaybıyla değerini yitiren “ev”i yuva olma ihtimalinden çıkarıyor ve “ev” üzerinden oluşturulacak tüm anıları donduruyor. Bir bakıma ölenin yalnızca“anne” figürü olmadığını, onunla birlikte evin de gömüldüğünü hissettirerek biz okurlara sürüklenen bir hayatın kapılarını açıyor.

Mekânları da bireysel hafızanın taşıyıcıları olarak gören Orman bir ev, bir sokak ya da bir ağaçla orada yaşayan insanların anılarına dikkat çekmek istiyor. Üstelik “ev” metaforunu sadece bireysel bir unsur olarak da kullanmıyor. Geçmişle bağın bir temsili olarak ele aldığı evi ait olduğu yer, toprak ve belki ileri gidilmiş bir yorumla benzeşlerinin bulunduğu vatanı sayıyor. Bu sebepledir ki, bir ölüm sonunda ev yıkılıyor, terk ediliyor ya da yok sayılıyor. Bu da bireyin şahsi ya da toplumsal olarak köklerinden kopuşunu ve hafızasının silinişini simgeliyor. Orman sadece bununla da yetinmiyor. Ülkenin politik, ekonomik ve sosyolojik duruşunun bir sonucu olan sınırda ticaret, kaçakçılık, sürgün ya da ülkenin “ötekisi” olmak üzerinden de ilerliyor ve öykülerinin zeminini ülkenin yakın/uzak tarihinden besleyerek psikolojik ve sosyolojik açıdan dolduruyor.

Sonuç olarak Orman ailenin aktardığı toplumsal belleğin değişimlere karşı bireylerin mevzileneceği yeri belirlediğinin altını çiziyor. Kitapta “annenin kaybı” kavramı üzerinden ilerleyen birçok öyküyü alt okumaya müsait hale getiriyor ve bireysel belleği şekillendirenin de, toplumsal belleği aktaranın da “anne” olduğuna dair bulgular sunuyor bize. Yani Orman’ın öykülerinde bireysel ile toplumsal bellek arasındaki köprüyü “anne”nin oluşturduğunu söyleyebiliriz.

2. Doğa, ağaçlar ve sessiz tanıklar

Orman diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitabında da anlatılarını doğanın koynunda yatırıyor. Her öyküsünde doğanın ve çevrenin fotoğraflanması söz konusu. Betimlemelerini doğaya ait unsurlarla süslemesi yazarın doğayla kurduğu bağa ve topraktan beslenen üslubuna örnek teşkil etmesi açısından son derece mühim. Kitabı açmadan bile isminde geçen “ağaçları seyrettim” ifadesiyle ölüme karşı doğanın hafızasının insanınkinden farklı bir zeminde olduğunu düşündürüyor. İnsanlar değişir, mekânlar yıkılır, anılar silinir ama doğa hep kalır. Asıl olan doğanın kendisidir. Ve Orman doğa içinde ağaçlara ayrıca daha fazla yer verir. Bu sebeple öykülerinde ağaçların her türüne rastlıyoruz neredeyse... Nar, vişne, kayısı, kavak, çam, söğüt… Ve nicesi Orman’ın anlatımında ya bir bahçenin içinden, ya bir yol kenarından, ya da bir mezar başından seslenir bizlere. Ağaçlar yazarın bir sebeple ölümle burun buruna gelmiş, ölümle tanışmış karakterlerinin yüzünü çevirdiği taraf olarak yer alır. Yani bir bakıma öykülerde ağaçlar hayatlarımızın sessiz tanıkları olarak karşımıza çıkar. İnsan hafızasının ve geçmişinin sessiz tanıkları... Elbette ağaçların hemen her öyküde baş ya da boy göstermesini sadece sessiz tanıklığa bağlamak da yeterli değildir. Orman ağaçların bir simgeye dönüşmesini ve okuru metaforik anlatı içine çekmesini hedefler:

“Bir ağaç büyüyor başında. Dumanlar içinde seni arıyoruz. Evlere uğruyoruz, evlerden çıkıyoruz, sana geliyoruz. Gelmelerin yerini gitmeler alıyor hep. Bir taş, bir tarih seni anıyor. Çocuklar toprağına su döküyor, rüzgâr çam ağacını yerinden oynatıyor” (s. 65) cümlelerinde görüldüğü gibi, bir ağaç bazen kabrin atmosferi içinde veriliyor, bazen ise taze, kısa süreceği belli olan umut içinde. Ancak ağaçlar hangi sebeple olursa olsun, –ki bu genellikle ölüm teması oluyor–bireysel ya da toplumsal belleğini kaybetmiş karakterlerin doğaya yönelmesini, insanın kendi kimliğini doğanın sürekliliğinde arayışını simgeler duruma evriliyor.

3. Belleğin yitimi ve anlam arayışı

Mustafa Orman’ın Ev Öldü Ben Ağaçları Seyrettim kitabı, belleğin kaybı karşısında öykülerin nerede olduğunu gözler önüne sermesi açısından kilit bir noktada duruyor. Göç, ölüm, yoksulluk, mekânsal dönüşüm ve unutuluş üzerinden bireyin köklerinden kopuşunu ve aidiyet duygusunun kaybını ele alan Orman bu öykülerde sadece bireysel kayıpları değil, bir toplumun hafızasının nasıl yok olduğunu da anlatıyor. Yazar kaybolan belleğe dair bir yas tutarken, aynı zamanda doğa ve insan arasındaki ilişkiyi, unutulan anıların izini sürerek okuru yeniden düşünmeye sevk ediyor. Bu noktada Orman kolektif hafızaya yönelik parçaları kullanırken bir toplumun geçmişini, değerlerini ve kimliğini kuşaktan kuşağa aktarmasını sağlayan temel unsurun ne olduğunu sorgulatıyor, ayrıca ana minvalini de belirliyor. Zorunlu göçlerin, kopuşların, siyasi baskıların ve insan yaşamının kendi elinde olmadan değişmesine yönelik süreçlerin de toplumsal belleği tahrip edebileceğini alt metinde sunuyor bizlere. Ayrıca kitaptaki novella’da ve öykülerin bazılarında geçen “sınır” metaforu fiziksel sınırların ötesinde hafızanın silinmesini de temsil eder. Bir sınır çizildiğinde orada yaşayan insanların geçmişi de yeniden yazılmaya başlanır. Toprak değiştiğinde, isimler değiştiğinde tarih yeniden kurgulanır ve eski belleğe dair izler silinmeye çalışılır. Bu durum özellikle göçmenler, sürgünler ve savaş ya da çatışma mağdurları için büyük bir kimlik krizine yol açar. Kaybolan insanlar, faili meçhuller ya da baskı altındaki bireylerin hikâyeleri travmatik bir hafıza kaybına da işaret eder. Otoritenin baskısı, savaşlar ve zorla unutturulan geçmiş bireylerin belleklerini şekillendirir ve onları derin bir sessizliğe mahkûm eder.

Bu açıdan Orman’ın öykülerindeki karakterler geçmişi hatırlamakla unutmak arasında sıkışmıştır. Geçmiş zamanlara duyulan özlem bugünün ve geleceğin belirsizliğiyle birleşerek bireyin belleğini parçalar. Öykülerde zaman kavramı ara ara flu, kopuk ya da döngüsel bir şekilde işlenir ve bu durum ya hatıraların silinmesine, hatıralara saplanılmasına ya da bireyin zamanla olan ilişkisinin zedelenmesine işaret eder.

Mustafa Orman

Kitap “geçmiş”i öyküler aracılığıyla canlı tutarak unutulmaya karşı bir direniş gösterir. Öykülerde yer alan imgeler (ev, ağaç, sınır, ölüm, vb.) birer hafıza deposu işlevi görerek okuyucuyu hatırlamaya ve düşünmeye sevk eder. Yazarın dili ve anlatım tarzı, bellek kaybının karşısında bir sanat formu alarak hatırlamanın gücünü vurgular. Yazar bu minvalde yas üzerinden bellek kaybını derinlemesine ele alarak bireysel ve toplumsal hafızanın nasıl silindiğini, mekânların, geçmişin ve insanların nasıl unutulduğunu gözler önüne serer. Ancak kitap sadece bir yas metni değil, aynı zamanda bir direniş anlatısıdır. Yıkılan evler, kaybolan geçmişler ve unutulan insanlar olsa da, onları hatırlamak hâlâ mümkündür. Yazar doğayı, ağaçları ve sessizce var olmaya devam eden mekânları birer tanık olarak sunar, bellek ile doğa arasındaki ilişkiye dikkat çeker. Bu açıdan öyküler hızlı değişim içinde, hafızanın ne kadar kırılgan ve korunmaya muhtaç olduğunu da gösterir.

Kitabın isminde geçen “Ben Ağaçları Seyrettim” ifadesi, doğanın insan hafızasından farklı işlediğini ve unutmayan bir tanık olarak varlığını sürdürdüğünü de ima eder. İnsan hafızası kırılgan ve unutmaya yatkınken, ağaçlar ve doğa geçmişi içinde barındırır ve toprağa kök salar. Ağaçlar değişmeyen ve sürekli gözlem yapan varlıklar olarak insana kıyasla daha uzun süre hafızayı taşırlar. Doğayla bağlantı kurmak, bellek kaybına karşı bir direnç geliştirmek anlamına gelebilir. Yazar yine ağaçları sadece bir manzara unsuru olarak değil, geçmişin yaşayan arşivleri olarak konumlandırır.

4. Sessizlik unutmak mı, susmak mı?

Öykülerde belleğin kaybı sadece bireyin unutkanlığıyla değil, toplumsal sessizlikle de ilişkilendirilebilir. Travmatik olaylar yaşayan toplumlarda, hatırlamak tehlikeli hale gelebilir. Toplumlar acı verici geçmişlerini bastırarak yaşamaya devam etmeyi seçebilirler. Baskıcı rejimler insanların hafızasını kontrol ederek hatırlamaları gerekenleri unutturabilir. Bu noktada Orman öykülerinde topluma dair önemli göndermeler yapar:

“Kamışlı’yı saran rüzgâr evlerin damını süpüre süpüre yüzüne vuruyor, kaçakçılar katırları yürütüyor, birazdan mayın ve yanmış katır kokusu etrafı saracak” (s. 16) satırlarında Roboski’ye;

“Yedi gün boyunca sokakta kalan bir annenin cesedini görmüştün. ‘Kim bu?’ demiştin. Anlatmıştım. Ellerini havaya kaldırıp onlara ‘Allah hiçbir sokağı size ev yapmasın’ diye beddua etmiştin” (s. 66) cümlelerinde Taybet Ana’ya;

“Adam radyoyu dizlerine oturttu. Yayın belli ki kayıttan çalıyordu. Cızırtılar yükselip inerken Tahsin Taha, Seyranî Me parçasını Bağdat Radyosu’nda söylüyor” (s. 86) satırlarıyla ise ‘90’lı yıllardaki dilin asimilasyonuna göndermede bulunurken, Erivan Radyosu gibi Bağdat Radyosu’nun da önemini hatırlatıyor.

Kısaca Orman bireysel hafızanın, belleğin içinde toplumsal süreçleri taze tutarak onların toplum içinde unutulmasının da önüne geçmek ister. Karakterlerin belki de zorunlu bir unutma sürecine maruz kalmalarına karşı çıkarak kaybolmuş ya da bastırılmış olan anıları öyküler aracılığıyla yeniden inşa eder. Biz okurlar kitap boyunca unuttuğumuzu sandığımız siyasi ve toplumsal olayların hatırlama sürecinden geçeriz böylece. Bu bağlamda kitap sadece geçmişi anlatmakla kalmaz, aynı zamanda bir direniş aşılar okuruna. Kaybolan mekânları ve insanları geri getirmek mümkün olmasa da, onları anlatmak toplumsal belleği yaşatır.

Sonuç olarak Orman Ev Öldü Ben Ağaçları Seyrettim kitabında gerek anlatımı gerekse seçtiği konular açısından birçok pencere açıyor okurlarına. Ancak şüphesiz ki pencereler her defasında dönüp dolaşıp ölüm vadisine açılıyor. Ölüm Orman’ın anlatısında bir insanın yok oluşundan daha derin acılar ve anlamlar barındırıyor. Bazı öykülerinde sadece fiziksel bir sonla başlayıp ruhun biçim değiştirmesine, ölenin ardında kalan kişilerin yaşama dair tutunma ya da tutunmama davranışlarına mercek tutuyor. Aynı zamanda geçmişin de yavaş yavaş yok olması anlamına gelen ölümü başucuna yerleştiren Orman, yaygın inanışın aksine, ölen bireylerle birlikte onların hatıralarını, yaşanmışlıklarını ve anılarını silmemek için direniyor. Onları hafıza duvarımıza çiviliyor. Kaybolan, gözaltına alınan veya çatışma nedeniyle yok olan karakterleri görünür kılıyor, ölen bedenlere satırlarıyla ruhsal bir vücut kazandırıyor. Böylelikle ülkedeki siyasi-sosyal durumun, duruşun sonuçlarını kolektif hafızaya konumlandırıyor ve en büyük direnci yani “hatırlamayı” satırlar arasına yerleştiriyor.