Eşekli Kütüphaneci’yi bugün okumak

Eşekli Kütüphaneci

FAKİR BAYKURT

Literatür Yayınları
Şubat 2025
147 sayfa

23 Ekim 2025

“Romanı ölümünden sonra yayımlanan Fakir Baykurt, Köy Enstitüleri’nde yetişen ve toplumcu gerçekçi eserler veren bir yazar. Hayat görüşünün yazdıklarına yön vermesi kaçınılmaz. Romanın anlatım dili sahiden sıcak ve umut dolu, her ne kadar kendisi klasik anlatım biçimlerini sevdiğini söylese de sanki mütevazılık etmiş, meta-kurguya kaçan yerler bile var metinde. Belli ki anlattığı kişileri okur da sevsin istiyor, bunu hissetmemek mümkün değil.”

EZGİ ALKAN

Fakir Baykurt’un hangi kitabını okusam diye düşünürken, kitap sevgisine ve kitaba erişimin zor olduğu şartlara dair bir metin olduğunu bildiğim için elim tereddütsüzce Eşekli Kütüphaneciye gitti. Yazarın son eseri olan roman, ince hacmine rağmen tek koldan üç öyküye odaklanıyor. Cumhuriyet’in ilanıyla Larissa’ya zorunlu göç eden Ürgüplü bir Rum ailenin torunu Dimitrios Katsikas, büyükannesinden öğrendiği az biraz Türkçeyle, daha önce hiç görmediği memleketine köklerinin izini sürmeye gelir. Hikâyelerini dinleyerek büyüdüğü toprakları kendi gözleriyle görecek, hem de sahiden yanında bir parça toprakla Yunanistan’a dönecektir. Dolayısıyla ilk tema, mübadele, göç ve kökler şeklinde kendini belli ediyor. Ziyareti sırasında tesadüfen tanıştığı Aziz, Dimitrios’u dostlukla misafir edip onu kendi ailesiyle tanıştırır. Aziz’in babasının Mustafa Güzelgöz, namı diğer Eşekli Kütüphaneci olduğunu böylece öğreniriz.

Baykurt, “Ben çok eskilerden sürüp gelen klasik anlatımın olanaklarının bitmediğime inanırım,” diyor sunuş yazısında. Burada da tanrısal bakışla önce Dimitrios’un şehre ve yeni tanıştığı bu insanlara dair ilk izlenimlerini masal gibi anlatırken; bir yere girip çıkmalarla bölünen, devamı ertesi güne sarkan, kendinden bahsetmekten hoşlanmadığı üç-dört defa vurgulanan Mustafa Bey’in yaşam öyküsünü de adım adım aktarır bize. Bu anlatıya dahil olan türküleriyle aniden Ürgüplü Refik Başaran’la da tanış oluruz, sarmal tamamlanır. Mübadelenin, göçün kesintiye uğrattığı aile hikâyelerini rahatsızlık duymadan okumak elbette mümkün değil. Yerinden edilmek… ama ne uğruna? Romanda bu kararın yanlışlığından söz açılsa da bir tatsızlık olmaz, vurgu “kardeşlik” üzerindedir:

Konuşurken arada “Komşu!” diye sesleniyorlar Dimitrios’a. “Sizin dilde her sözcüğün sonuna bir ‘s’ geliyor, öyle değil mi?”
“Evet.”
“Ben duydum, horozlarınız ‘Ü’ürü-üüüüs! diye ötermiş.”
“Evet! Ya sizinkiler nasıl öter?”
“Ü’ürü-üüüüü! Bizim sözcüklerin sonunda ‘s’ yoktur.” (s. 15)

Dimitrios ve akranı Aziz arasında gelişen muhabbet bu iki noktayı, Ürgüp ile Larissa’yı “kardeş kent” yapmanın yollarını aramaya götürür. Nitekim zorlukla da olsa başarırlar bunu. İki belediye arasında 1996 yılında protokol imzalanır. Bu hikâyeye canlı bir katmanı şimdi biz eklersek, romanın kendisi de ilk defa 2025 yılında Yunanca yayımlanır.

Mustafa Güzelgöz’ün hikâyesini muhtemelen daha önce duydunuz. Yukarıdaki fotoğrafı örneğin, yıllar önce ben de Facebook’ta paylaştığımı hatırlıyorum. Çok etkilenmiştim. Ürgüp’te kurduğu kitaplığı zamanla kütüphaneye çeviren, sonra da insanların ona gelmesini beklemeyip gezici bir kütüphaneye dönüştüren Eşekli Kütüphaneci’nin bu sırada türlü bürokratik sorunlarla karşılaştığını romanda detaylıca öğreniyoruz. “Halk okuyup uyansın diye” bu işe giriştiğini söylüyor Mustafa Bey. Harf İnkılabı’ndan sonra eski kitaplar bodruma atıldığı için kütüphane envanterine kayıtlı binlerce kitap aslında yok hükmündeymiş o sıralar. Amacı “cehaleti” yenmek, sayısı az olsa da herkese kitap ulaştırmak. Ama her kitabı da değil, yeni olanları ki “örümcekli kafalardan” kurtulabilelim:

Bu kitapların arasında küçük bir elkitabı buldular. Bu kitapçıkta kitapların dokuza ayrıldığı yazılıydı. İki arkadaş buna göre bir ayrım yaptılar. Ama Mustafa bu kitapları yurttaşlara verip okuyun diyemezdi. Ayrıca bunları okuyacak insanlar gittikçe azalıyordu. Onlara yeni yazılı, yeni çıkmış, işe güce yarayan kitaplar gerekiyor. Bunları sağlamanın yollarını düşünmeye başladı. (s. 35)

Daha sistemli hale getirmeyi başardığı gezici kütüphanenin en çok kadınlara ulaşması lazım. Ancak Anadolu’da kadınların erkeklerle beraber vakit geçirmesi hoş karşılanmayacağından haftanın bir gününü yalnızca kadınlara ayırıp onlara kitap veriyorlar. Fotoğraf da böyle bir anda çekilmiş. Kadınların okuması lazım, çocuklar, yani gelecek nesiller ancak böyle aydın olabilir diye düşünüyoruz hepimiz; Mustafa Bey, yazar ve bir zamanlarki ben. Şimdi, en az eskisi kadar kötü zamanlardan geçiyoruz. Çaremiz okumak mı? Kadınları “eğiterek” mi koyulmalıyız yola? Doğrusunun hâlâ böyle olduğunu söyleyecek bin kişi tanıyorum. Nitekim bu zaten yapılıyor, nitelik farklı olsa da aynı araçlar yürürlükte.

Fakir Baykurt

Romanı ölümünden sonra yayımlanan Fakir Baykurt, Köy Enstitüleri’nde yetişen ve toplumcu gerçekçi eserler veren bir yazar. Hayat görüşünün yazdıklarına yön vermesi kaçınılmaz. Romanın anlatım dili sahiden sıcak ve umut dolu, her ne kadar kendisi klasik anlatım biçimlerini sevdiğini söylese de sanki mütevazılık etmiş, meta-kurguya kaçan yerler bile var metinde. Belli ki anlattığı kişileri okur da sevsin istiyor, bunu hissetmemek mümkün değil. Ana vurguya gelince, okumakla ‘kurtulacağımız’ düşüncesini tüm kalbimle anlamama rağmen sanırım buna epey öfke duyuyorum. Tıpkı yerinden edilmek gibi bir şey bu; ne uğruna? Kurumsallaşmış eğitim ve kültürün görünürde adil, gerçekte eşitsizlikleri büyüten bir araç olması uyandırıyor bu öfkeyi içimde. Tek dil, tek fikir, tek bir ideal her yeri kaplıyor. Ama oraya bile varmadan daha, şunu düşündürüyor; “kurtuluşu” cahil halkın okuyup aydınlanması yerine, insanca bir yaşamın herkesçe ulaşılabilir kılınmasında bulamaz mıyız? Kitabın, resmin, müziğin iç açan evrensel bir zevk olabilmesi için, insanca yaşam şartlarının ulaşılabilir olmasında ya da...

Kitap ve eğitim deyince hep aklıma geldiğinden, Ferit Edgü’nün Hakkâri’de Bir Mevsim romanına kayıyor düşüncem. Yerini ve dilini bilmediğimiz karlar altındaki bir okulun çok yalnız öğretmeni, son dersinde öğrencilerine “size öğrettiğim her şeyi unutun” der. Belki öfke sandığım şey de böylesi bir küskünlüktür. Bir de bugüne bakınca, “hayatın olabilecek en aşağı düzeyini, yani varoluşu, genel bir standart sayan”[*] kurumların yanında, kurtuluş herhalde başka yerlerde.

 

 

[*] Karl Marx’ın 1844 El Yazmaları’ndan alıntı.