2008 yılından itibaren dergilerde sık sık şiir yayımlar olmuştum. Buralarda adımı görmenin büyüsü başka bir çemberin daha içine almaya başlamıştı beni. Gündeş şairleri tanımaya, hatta onlarla arkadaş olmaya başlamıştım. İsmail Aslan’la çok çabuk tanışıp görüşür olduk önce. Biraz sonra da ilgimi çeken bir diğer şair Fatma Nur Türk’le dost olduk. Bu iki isimle birlikte yazdığı her şiiri merak ettiğim bir başka isimse Emre Varışlı idi. Kendisinden farkında olmadan uzak durdum çok uzun süre. Bilinçaltıma neden sorusunu sorduğumda Emre’nin Batılı ve gay oluşunun Doğu soslu muhafazakâr bir çevrede yetişmiş olmamın kodlarıyla çarpışmış olabileceğini düşünüyorum. 2008’de Eskişehir’de katıldığım bir etkinlikte Emre’yle karşılaşmış ve konuşmamıştık. Bugünse değerli dostumla ilgili bir şeyler yazmak isteği ve kıvancıyla alıyorum telefonu elime. Kıvancın nedeni aradan geçen 16 yılın şiir görümün yanılmadan beslenedurması sanırım, diğer dostlarımda olduğu gibi.
Emre’yle ilgili en başa dönmeye çalışırsam, aklıma ilk gelen şey yeraltı edebiyatı camiası olacaktır. İlk şiirleriyle bu çevrede yer almış, ilk kitapları Altıkırkbeş Yayınları’ndan çıkmıştır. Tabii Antep’ten bakınca yerin altı ve sahiciliği bizim edebiyatımız adına bende hep şüphe uyandırmıştır. Göremediğim yerlerde zemini varsa da, metinsel bir ışıltıyla kamaştığımı genel itibariyle söylemem pek mümkün değil. Fakat Emre hem bu mahallin hem deneysel şiir grubunun bir bireşimi olarak parlak ışıdı her zaman. Kimliği, zihni ve enerjisi hep öğretici olmuştur. Şairin tabusu yoktur ama özde, biçimde, idede ağızdan çok kolay çıkan bu ifadeye örnek bulmak pek mümkün olmaz. Emre bu açıdan cesaret verici bir şair. Kimliğini, yaşantısını, dünyasını savunan bir şiir onunki. İtiraz eden, düşünen, bilgi üreten bir şiir. Tasavvurundan bir atmosfer oluşturabilen, dolayısıyla okura bir mekân imkânı sunan bir şiir.
Son kitabı Epikriz üzerine (Subpress Yayınları, 2022) yazmak niyetindeyim ama öncesinde son dönemde arka arkaya yayımlandıkları için Ölüm ve Piyasa (160. Kilometre, 2019) ile Sıfır ve Hakikat (160. Kilometre, 2021) kitaplarından da bahsetmek daha geniş bir fikir sunabilir onun hakkında. Ölüm ve Piyasa’ya dünyaya fırlatılmış olmanın şiiri diyebiliriz. Dolayısıyla maruz kalmanın şiiri. Gezegen tüm açmazları, kaosu, zorbalıklarıyla karşımızdadır. Bakmak, katılmak zorunda kalırız hayata. Anlatıcı özne serbest bir salınımla, adeta şiirini püskürterek yazar. Fakat rasgele yapmaz resmini. İroni, tekrarlar, masalsı-fantastik imgeler, öfkeler, apaçıklık, ritmik ilerleyiş...
“Zamanı ölümle karşılıyor
renkli toplardan ve sigaradan bir dünyada yaşıyor
babası pastel ve yarayla dolu
vazelinli delikler kapanırken olup bitiyor her şey” (“Fotokopi”, s. 21)
Sıfır ya da Hakikat ise içeride düşünen, oraya çekilen, kendinden-dünyadan daha büyüğü arayan bir kitap. Dingin ama Varışlı’nın dinginliği olduğu için yine oldukça zengin bir malzemenin metni. Yer yer halk şiirini anımsatan, dervişane bir söyleyiş. Kısa-duru dizeler hepten bir dizgeye bürünüp ilerlemiyor, aralara uzun dizeli arayışlar, içi içe geçip belirsizleşmiş yapılar giriyor. Fakat açıklığa, arılığa doğru akıyor şiir. Apaçıklığa demek güç yine de. Evrene, mistiğe, kendine ciddi yönelişin cevaplarla dolu kapılar açması beklenemez. Olsa olsa ora’ya girilir, onu da giren bilir.
“Uzayan eller yaratılmışların gördüm göğünde
her şey küflenmiş ve silahlanmış
yamuk çizgiye bakmak gibi
aklıma nehir dökülecek aklıma
nasıl olduğunu anlamadan – bana hayat suları vereceklerdi
zebrada görünmeyen zebra” (“Zebrada Görünmeyen Zebra”, s. 58)
Ve Epikriz. Kapağı çevirdiğinizde sayfaların baş aşağı dizildiğini görüyoruz. Bilindiği gibi, epikriz hastalık sonrası hastaya verilen bütüncül bir dosya. Hastalık, teşhis ve tedaviyle ilgili tüm sürecin bir dökümü. Yani her şey olup bitmiştir. Bu bakımdan kitabın bir nevi tersten okunuyormuş hissi veren dizgisi doğru bir seçim gibi duruyor. Hastalık dramatik bir süreç ve düşünce-edebiyatla birlikte ele alındığında sarsıcı bir etkiye sahip oluyor. Bu şekilde yazılmış etkileyici eserler arasında Thomas Mann’ın Büyülü Dağ’ı, Thomas Bernhard’ın Soğuk’u, Ömer Şişman’ın Dramatik İyileşmeler’i geliyor aklıma. Yalnızlık, ışık, mekân, onun içindekiler, dışındakiler, olaylar... her şeyin hise-düşünceye dönüşüp belirsizleşmesi, atomlaşması, zonklaması. Gerçeğin kendini dayatması. Varışlı’nın Epikriz’i böyle bir kitap.
Özne bedenine döndükçe balkıyarak dışarıya sarkıyor. Politik kin, kalabalık olarak insan, Tarih, Kitsch İslam Cumhuriyeti... bu yalnızlığın damarlarına gelip yerleşiyor; ya da zaten hep oradadırlar ve edebiyat-şiir safrayı atmak için vardır. Bazen de kendini içeriye toplayıp kapanıyor özne:
“Kayıtsızlık gibi görünen kutsal hareketin içinde var ol!
Yıkıcı ve şefkatli bir zehir bedenini sararken, ayna ol, ayna
ol! sen artık evrenin merkezindesin, yani kendi kafanın içinde.” (Kitap tek bir şiirden oluşuyor, sayfa numaralarına yer verilmemiş.)
Özne kendi epikrizini oluştururken bedenine, yapılanlara, hafızasına sık sık başvurarak buradasıyla başka zamanlar-mekânlar arasında bir geçişkenlik sağlıyor. Raporların, tahlillerin arasında-sırasında gidip gelirken geçişkenlik çoğu zaman terse de işliyor ve an da tüm yaşantısallığıyla dahil oluyor şiire. Böylelikle çifte bir imkânın şiirini okuyoruz. Özellikle uzun gözlemsel dizelerin ardından gelen kısa tekrarlı dizeler ise dramatik gerilimi oldukça yukarılara tırmandırıyor.
“Karanlık geliyor.
sedye geliyor.
poşette küçük ekmekler.
makine gürültüsü geliyor.
bayrak geliyor.
tümör geliyor.
melankoli geliyor.”
Zaten Varışlı’nın şiiri görsel-sessel bir performansın şiiri. İstanbul’da çeşitli zamanlarda performans gösterilerinin olduğunu onu tanıyanlar bilecektir. Bu dünyada, İstanbul’da yaşamanın doğal bir sonucu belki de performatif bir şiirin yazılması, okunması. Dolayısıyla Epikriz, epikriz bir dekor, performatif bir biçim, dramatik bir örgüyle Emre’nin ses, nesne, imajlar arasında dans eden üslubu ve girmeye pek cesaret edilemeyen alanlardaki doğrudanlığıyla mükemmel bir bireşim sunuyor okura.
Her ne kadar acı, kan, melankoli ve hastalıktan yükselen gerilimli bir sese sahipse de, Varışlı umudu, iyi olma arzusunu ve aşkı unutmayarak bu sesin içinde, okuru da diri tutuyor diyerek bitirelim.
“Her yerde yürüyorum sana doğru.
her yerde yürüyorum ayaklarım olmadan
bedenin yosun zamanı
beyaz sandalyeleri taşı bana
yanıma gel
beyaz plastik sandalyelerden bir yaz getir bana
seninle iyileşeceğim
terimiz akıp gidecek denize.”