
“Eleştirmenin tek amacı kendi izlenimlerinin kaydını tutmaktır. Resimler onun için yapılır, kitaplar onun için yazılır, mermer onun için yontulup biçimlendirilir.”
–Oscar Wilde
Eagleton bu çalışmasında, kendisinin de ifade ettiği gibi, büyük oranda edebiyat kuramından değil, edebiyat felsefesinden yararlanır. (s. 10) Bunu yaparken, diğer kitaplarındaki üslubuna benzer şekilde fikirlerini bilimsel dayanaklarla temellendirse de, öznel bir dili ve ideolojik görüşünü kullanmaktan, Ortaçağ bilginleri yaftasını yapıştırdığı kuramcıları sert şekilde eleştirmekten çekinmez. Öte yandan eleştirideki deneysel cesaretinin de farkındadır. Kitabını yayınladığı dönem için edebiyata makul bir tanım getirdiği ve edebiyat kuramlarının tümünün ortak yönüne ilk kez dikkat çektiği iddiasını dile getirmekten geri durmaz. Edebiyat dünyasının kadim ve bazen de magazinsel sorularını art arda sıralarken gerçekten cevaplar mı arıyordur? Bir yandan ortaya attığı soru(n)ları etraflıca tartışıp cevaplar ararken, diğer yandan önermelerinin, kıstaslarının ampirik olduğunu, çünkü ancak böyle olabileceğini öne sürer. Kaynaklarını ve protest bir tavırla eleştirdiği özneleri/düşünceleri/şeyleri bilmeyen, bakışımlı okuma yapmayan bir okurun zihni metin karşısında allak bullak olabilir. Peki bu durumda önemli olan cevaplar mıdır, yoksa sorular mı? Aslında sonlu sorular bir araya gelerek belki de edebiyat yaşadığı ve yeniden üretildiği müddetçe sonsuz olacak cevapları üretir. Eagleton, “Edebiyat nedir?”, “Edebi metin nedir?”, Edebi metnin ölçütleri nelerdir?” gibi sorulara kesin tanımlardan kaçınarak yanıtlar üretse de, edebiyat yapısı gereği “dinamik” olandır. Kendini, formunu, okura ulaşma biçimini daima yeniden üretir. Eagleton’ın kıyasıya eleştirdiği post-modernizmin kabullenerek bünyesine aldığı, hatta kullandığı durumdur bu.

Kitap içinde kitaplar, yazar içinde yazarlar doğurmuştur bir bakıma Eagleton’ın metni. Kuramcılar, edebiyat felsefecileri, yazarlar birçok yönden paylanırken, bir kişi vardır ki, çalışmalarıyla bu kitabın devine, saldırılamaz ve sarılmaz kulesine dönüşür: Ludwig Wittgenstein.

Wittgenstein’ın Felsefi Soruşturmalar’da dile getirdiği “aile benzerlikleri kuramı”, “karmaşık, örtüşen, çakışan bir benzerlikler ağı” tanımı, (s. 31) ifadenin anlamının onun göndergesi olduğu, göstermenin bir anlam yaratabilmek için bağlama ihtiyaç duyduğu (s. 166) fikri, Kesinlik Üstüne’de dilin ne gerçekle uyuştuğunu ne de onu oluşturduğunu öne süren “Dil kendine yeter ve özerktir” görüşü, (s. 162) Goethe ve Troçki izinde –Yuhanna İncili’ne telmihen– “ilk önce eylem vardı” diye ilan etmesi, dil ve dünyanın ayrılmaz iç içe girmişliğini (s. 109) vurgulaması gibi pek çok unsur onu Edebiyat Olayı’nın vazgeçilmez kaynağı haline getirir. Kitabın başından sonuna dek Wittgenstein’a atıf yapılsa da, çalışmaları ve görüşleri bilhassa “Edebiyat Nedir? (1)” adlı II. ve “Kurmacanın Yapısı” adlı IV. bölümün belkemiğini oluşturur.
Daha Önsöz’de şöyle ironik bir benzetme yapar Eagleton:
“Kuramcılar açık yakalı bir gömlek giyerken, hemen hepsi erkek olan edebiyat felsefecileri nadiren kravatsız dışarı çıkarlar.”
“Açık yakalı gömlek-kravat-hemen hepsi erkek olan edebiyat felsefecileri…” Yalnızca bunun üzerine bir kitap yazılabilir. Edebiyat felsefecileri niçin büyük oranda erkektir? Ya da Jean-Paul Sartre filozof olarak anılırken Simone de Beauvoir kendini niçin edebiyatçı olarak tanımlar? Kate Kirkpatrick’in Beauvoir Olmak: Bir Yaşam adlı biyografisine bakalım:

“Beauvoir, Ocak 1929’da Janson-de-Sailly Lisesi’nde felsefe öğreten ilk kadın oldu. (…) Bir kadın olarak annesinin kendi çocuğu üstündeki yasal hakları, ölü kocasının ailesinden daha azdı. Beauvoir okurken, Fransa’daki kadınların oy kullanma ya da kendi banka hesaplarını açma hakları hâlâ yoktu. Simone agrégation’a girdiği zaman kadınlar öğrenci nüfusunun yüzde yirmi dördünü oluşturuyordu; bir önceki nesilden bu yana büyük bir artıştı bu. Fakat bir kadının oy kullanma, bir banka hesabı açma, hatta kendi çocuğuna sahip olma hakkı yoktu ise, ilk sırada hangi hakka sahipti?” (Kirkpatrick, 2022: 86-100)
Yine Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda’da “Shakespeare’in kız kardeşi” metaforuyla bunun nedenlerini gözler önüne serer. Bir kadının yalnız başına seyahat etmesi, Londra’yı otobüsle gezmesi, bir lokantada yemek yemesi mümkün değildir. (Woolf, 2018: 76) Dahası, bir kütüphaneyi dahi ancak yanında kolejli bir erkek olması kaydıyla, özel izinle ziyaret edebilir. Kütüphanenin kapıları da kapalıdır bir kadına.
Eagleton edebiyat öğretmenlerinin ve öğrencilerinin “edebiyat, şiir, anlatı” gibi kelimeleri alışkanlıkla kullanmasına karşıdır. Haklıdır da. Burada kavramların doğru kullanımının ve kavramlarla neyin kastedildiği sorunsalının (sınırlar) tartışmaya açılması gerekir. Çünkü her geçen gün yeniden üretilen, değiştirilen, dönüştürülen formlarına rağmen sanat o kadar da açık uçlu bir şey değildir. Bir yapıtın karşısında yargılara varabileceğimiz kıstaslar her daim vardır. Ve yine kavramlar konusunda Wittgenstein yanı başımızda durmaktadır: “Hiçbir şey, sahip olduğumuz kavramları anlatmak için kurgusal kavramlar türetmekten daha önemli değildir.” (s. 170)
“Estetik” meselesine gelecek olursak, Eagleton “Realistler ve Nominalistler” adlı I. bölümde şunları dile getirir:
“Avrupa aydınlanmasının kalbinde soyut bir tümelliğe karşın duyusal bir tikel bilimi doğacaktır ve bunun adı ‘estetik’tir. Estetik tezat bir yaratık olarak başlar hayatına; cismani yaşamımızın mantıksal içyapısını inceleyen somutun bilimi olarak. Yaklaşık iki yüzyıl sonra fenomenoloji de benzer bir projeye girişecektir.” (s. 15)
Bu bölümde gerçekçi bir filozof olan Thomas Aquinas’a, Nietzsche’nin post-modernizmin vârisi olarak gördüğü düşüncesine (kategorik düşünce), Hegel ve Lukács’ın özler hakkındaki görüşlerine, romantik hayal gücünün rolüne (olayları özlerinin görüntüsüne dönüştürmek ama duyusal bütünlüğü korumak) ve nihayet Valéry’ye, onun şiir sanatına değinir. Valéry’nin sanatın “keyfî olandan gerekli olana geçiş” gözlemi, şiirin de belirli kaçınılmaz bir sözel tasarım içerdiği, “doğru kelimelerin doğru sırada olması” ve şiir estetiğini oluşturan diğer hususlar, form, bütünlük, tek bir harfin dahi önemi gibi konulara yoğunlaşması estetiğe, sanata dair çok şey anlatır.
“Tanrı-yaratım/eser” bahsinde, belki “yaratım” ve “yaratma” meselesine en temel ve aynı zamanda uç yaklaşımla, farklı filozofların öne sürdüğü düşüncelere ve Eagleton’ın yorumlarına bakmak gerekir:
“Burada bir çelişki var. Eğer Tanrı kendi yaratımı üzerinde mutlak egemenlik uygularsa yaratımın bağımsız hayatını yok eder ve yaratımı onun ihtişamına tanıklık edemez hale gelir.” (s. 23)

Yine bakışımlı bir okuma yaparak Camus’nün Sisifos Söyleni’nde “irade-özgürlük” bahsinde dile getirdiklerine bakalım:
“Tanrı önünde bir özgürlük sorunundan çok bir kötülük sorunu vardır. Seçeneği biliyoruz: Ya özgür değiliz ve kötülükten her gücü elinde bulunduran Tanrı sorumludur; ya özgür ve sorumluyuz ama Tanrı her gücü elinde tutmamaktadır.” (Camus, 2018: 70)
Eagleton bu bölümün sonunda –sayıp döktüğü düşünceleri ve “genel-tikel anlayış”ı somutlamak için– klasik gerçekçiliğin parodisini oluşturan, Dublin’de sıradan bir günle Homerik alt metni bünyesinde sentezleyen James Joyce’un Ulysses’ine ve Iris Murdoch’un Ağromanına değinir. Foucault, Derrida ve Deleuze’ü “Ortaçağ’ın son dönemlerindeki bazı bilginlerin umulmadık vârisi” olmakla eleştirir. (s. 27) Foucault ona göre önde gelen nominalistlerdendir.
İlk bölüm olan “Edebiyat Nedir? (1)”de yine Wittgenstein’ın dikkate değer görüşlerinin yanı sıra, edebi eserlerin ortak yönünün neler olduğu sorusu üzerinde duruluyor. Platon’un Devlet’ini, Nietzsche’nin İyinin ve Kötünün Ötesinde’sini, Heidegger’in Varlık ve Zaman’ını, Ayer’in Dil, Doğruluk ve Mantık’ını, Habermas’ın İletişimsel Eylem Kuramı’nı bir grupta ele almaya olanak sağlayan unsur nedir? Bu bölümün en mühim tanımı ve tespiti şudur: “Edebi ya da kuramsal olanın tanımı, bir ölçüde neyin onların tersi olarak kabul edildiğine de bağlıdır.” (s. 33) Yani her şey zıttı ile müsemmadır. Fakat bu defa bir soru daha doğar: O halde karşıt konumda olan nedir?
“Ereğinin kendine dönük olması” bağlamında sanat eserinin bir işlevden muaf olmasından, söylediğinden çok gösterdiği vasıtayla işlev görmesinden, böylece sanatın işlevinin işlevi olmaması gerekliliğinden dem vurulur.
Eagleton’ın ampirik edebi kategorileri şu şekilde özetlenebilir: Kurmaca olan; günlük gerçekleri aktarmak yerine insan deneyimine ilişkin önemli bir içgörü sunan; dili coşkulu, mecazlı ya da kendinin bilincinde olarak kullanan; alışveriş listesine benzer bir pratik karşılığı olmayan ya da bir yazı parçası olarak fazlasıyla değer verilen… Daha basit anlamda “kurmaca, ahlaki, dilsel, faydacı olmayan ve örnek oluşturan” denebilir. (s. 36) Nihayetinde Eagleton’ın bu ölçütlere rağmen vardığı görüş edebiyatın kesin bir tanımı olamayacağıdır. Temel başvuru kaynağı yine Wittgenstein’ın “aile benzerliği”dir.
Edebiyat Olayı’nın sorgulatan, kurmaca üzerine kafa yoran, belki de en özgün kısmı “Kurmacanın Yapısı” adlı IV. bölümdür. “Mış gibi yapıp bunu bilmemek zordur” der Eagleton ve ekler:
“Oyun ve gerçek arasında çok keskin ayrımlar olmayabilir. Mış gibi yapmak sonuçta bir şeyi gerçekten yapmaktır. Mış gibi yaparmış gibi yapmak da mümkündür.” (s. 131)
Kastettiği romancının oynadığı oyundur. Ve okurun da tıpkı masal dinleyicisi gibi en baştan bunu kabul ederek oyuna dahil olmasıdır. Böylece okur da vakaların gerçekliğini sorgulamak yerine “mış gibi” yapar. Gösterge ile gönderge arasındaki bağ misali, kurmaca ile gerçek dünya arasındaki bağ da gevşektir. Kurmaca ve yazarın sesi açısından tüm hikâyeler de aynı yapıya sahip değildir. Finnegans Wake ya da Çorak Ülke bunun en iyi örnekleridir. Alışılageldik sınırlar, rüya ile gerçek arasındaki kaygan zemin bilhassa Finnegans Wake’de iyice zorlanır. Dolayısıyla Eagleton’ın verdiği örnekler gayet yerindedir.
KAYNAKÇA
- Albert Camus, Sisifos Söyleni, çev. Tahsin Yücel, Can Yayınları, 38. baskı, İstanbul, 2018.
- Kate Kirkpatrick, Beauvoir Olmak: Bir Yaşam, çev. Deniz Soysal, Ayrıntı Yayınları, 1. baskı, İstanbul, 2022.
- Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, çev. Suğra Öncü, İletişim Yayınları, 20. baskı, İstanbul, 2018.