Bir şairin şiirini tanımak, önce dizelerin içinde o şairin sesini duymakla başlar. İlk kitabının başlığı Sesini Aramayan Şiir ile sesini aramadığını öne sürse de, Uyurkulak’ın şiiri nerede hangi sesi çıkarması gerektiğini bilen, yıllarca damıtılmış sözcüklerin ağırlığını hissettiren dizelerden oluşur. İkinci kitabı Dünyalık, dünya olma durumunun şiiri. Dünya olmanın protestosu, dünyalık olmaya bir isyan. İkinci yeninin rüzgârını sürdüren, ama denizlerin ve adaların fırtınalarından kaçamayan bir şiir söylemektedir Uyurkulak’ın sesi. Dünyalığın ağırlığını, dünya olmanın halini izleyen bir anlatı. Kitap Arkadaş Z. Özger’den bir epigrafla başlar:
“işte hayat; yıllarca eziyetini üzerinde taşıdığın ısrarlı bir
gecikmeyle doludizgin koşturacak ne varsa hepsi yanında.
başkaldıran çalarsaatının vuruşlarını duy. yüreğini
kurtar.”
Bu epigrafla, kitabın dünya yorgunluğuyla ne denli ilintili olduğunu, yapay mutluluklardan, çalar saatlerin yönettiği rutinden, doludizgin koşuşmalardan uzak duruşun (kaçışın değil!) şiiri olacağını anlarız. Epigraftan sonraki ilk şiirin başlığı “Olur”, hem bir kabulleniş hem de düşlenen ve özlenen şeylerin de “olur”luğuna bir gönderme. Üç kıtadan oluşan şiirin her kıtasının sonunda üçü de birbirinden farklı anlamlara gelen bir “olur” var: “o da olur”, “ne olur”, “zül olur”. Sonuçta tüm “olur”lar bir derde dönüşür. “Olur” öte yandan şairin bu kitaptaki poetikasının içeriğini oluşturan varoluşsal sorgulamayı da yansıtır aynı zamanda. Dünya da “olur”, insanın diledikleri de “olur”, ama her şey sonuçta bir “zül” olur.
“Olur”dan sonra kitabı dört ana bölüme ayırır Uyurkulak: “YOL”, “ADA”, “ATLAR VE ÇOCUKLAR”, ve “DÖNÜŞ”. Yolu adaya çıkan, atlar ve çocukların izleğini süren ve aslında geri dönmeyen, yeni başlangıçlara açılan bir dönüşle biter kitap. “Yol” başlıklı ilk bölüm “Davetsizler” ile başlar. Davetlilerle davetsizlerin mücadelesidir dünya denen yer. Alışılagelmiş, basmakalıp deyimleri dönüştürmeyi sevdiğini görürüz Uyurkulak’ın. Örneğin davetlilerin “düşlerinden” her iş gelmektedir, “ellerinden” değil. Hem anlamı dönüştüren hem de deyimin sözce yapısıyla oynayan şair, bu oyunla bize “davetlilerin” özel olduğunu, bu “dünyalık”ta her işlerinin “olur”luğunu anlatır. Öte yandan şiirin başlığındaki “davetsizler”in ise aslında işi yoktur davetlilerin yaşadığı bu “dünyalık”ta. Onlar davetli bile değillerdir. Ama şiir “öğrenin artık” diye seslenmektedir “davetsizler”e:
“o kılıcı ağzınızdan kan damlatarak çıkarmayı
altınıza gerilmiş zaman ipinden ağı yırtmayı
öğrenin artık” (s. 13)
Böylelikle “davetsizler”in ezilenler olduğunu öğreniriz anlamların tersine döndüğü bu dünyada, çünkü davetliler sofralara aç değil tok otururlar ve yine de doymazlar:
“davetlilerin düşleri sofraya tok oturup aç kalkıyor” (s. 14).
Davetsiz olmak yeri olmamaktır, dışarlıklı olmaktır, Uyurkulak’ın şiirinde. Öylesine davetsizlerdir ki, yaşadıkları dünya onları dışlar. Kendilerine misafir gelen dünya, yaşadıkları yerin sahibi olur, onlar ise çekip giderler:
“dünya bize misafirdi
evi onun üzerine yaptık
çekip gittik” (s. 18)
“Evi birinin üzerine yapmak” deyimini kullanarak, kültürel bir anlamı, dünyadaki varoluşsal bir sorgulamayı anlatmak için kullanır burada Uyurkulak. Kültürel olarak miras tartışmalarının, evliliklerdeki mal paylaşımlarının, aile büyüğünün ölümünden sonraki mülkiyet kavgalarının çağrışımlarıyla yüklü olan “üzerine yapmak” deyimi, burada anlam arayışındaki anlatıcının her şeyi bırakıp “çekip gitmesini” ifade eder. Bir bakıma dünyevi olan her şey dünyanın “üstüne yapılır” çekip gitmeden önce.
Ancak Uyurkulak’ın şiirindeki “ada” metaforu çekip gitmenin ölüm değil, bir adaya çekilerek dünyayı uzaktan izlemenin bir temsilidir. Ada dünyadan ayrı, olan biteni uzaktan izlemenin ve reddin mekânıdır. O yüzden her şey dünyanın “üzerine” yapılır. Dünyayı “dev bir rabarba” (s. 24) olarak tanımlayan Uyurkulak, “rabarba” ile şiirinin çağrışım dünyasını yalnızca deyimlerin anlamını dönüştürdüğü dilbilimsel oyunlarla değil, disiplinlerarası imgelerle de doldurmaktadır. Tiyatro sanatında kalabalık ve anlaşılmaz konuşmaları niteleyen “rabarba” Uyurkulak’ın şiirinde dünyayı koca bir gürültü olarak tanımlar. Burada bir başka dikkat çekici referans ise “Dünya bir tiyatro sahnesidir” diyen Shakespeare’edir.
Kültürel referansları yapısökümüne uğratmaktadır Uyurkulak:
“ben artık yalnız deniz minarelerinden okunan
türküyü dinlerim” (s. 32)
“Minareler”in kültürel olarak ilk çağrıştırdığı camiler olsa da, şiirde bu çağrışım “deniz minareleri” ile okurun zihnindeki çağrışımın yönünü değiştirir. Buradaki minare artık türkü söyler. Ada metaforu yalnızca dünyayı değil, inanç sistemlerini, insanlığı ve toplumu terk edişe dönüşür, çünkü “belki de insan göründüğünden / daha kötüdür”. (s. 38) Burada Uyurkulak insanlığı merkeze alan klasik hümanizmi de reddederek insanın öncelikli ve ayrıcalıklı olmadığını vurgular. Bir bakıma çağdaş post-hümanizm tartışmalarına da bir gönderme yapar ve şiirini insan ve insanolmayan varlıkların diyaloglarıyla sürdürür. Örneğin Uyurkulak’ın herkesin kim olduğunu merak ettiği Bahri’si, şairin anlatıcısının alt benliğidir. Dünyayı anlamak için yola çıkan, ama anlamayı reddedip adaya giderek terk eden bir kahramandır. Alakarga ise Bahri’nin göremediği her şeyi gören, her şeyi bilen bir göz olur. Bahri’ye acıyan, onu kaybolduğu karanlıktan çıkarmaya uğraşan bir bilge. Bahri ise görme yetisini yitirmiş, farkındalığı kalmamış bir dünyalıdır:
“sen beni göremezsin bahri
bir salyangozu bile ezmeden
iskeleye varmak
işte senin payındaki tek sevinç
ve hatta peşinde olduğun gurur” (s. 39)
Bu dizelerde Uyurkulak’ın Bahri’si dünyayı insanolmayan diğer varlıklarla paylaşır; insan olarak kendini merkezde değil, evrenin bir paydaşı olarak kabul eder. Bir salyangozun da onun kadar yeri vardır. Onu bile “ezmeden iskeleye varmak”tır onun gururu. Varlığını, aslında var olduğunu herkese ve her şeye sessizce duyurmaktadır:
“ben
olmadığım içim
hep varım” (s. 40)
Burada Bahri ile Alakarga’nın diyaloğu, çok dilliliği ve diyalojik karakteristiğiyle bir Bahtin okumasına davet ediyor okuru. Mihail Bahtin’in diyalojizm ve karnaval kavramlarını, sesini Bahri’ye duyurmaya çalışan Alakarga’da, “kırık klozetler”de, “rabarba”da görürüz.
Uyurkulak’ın şiirinde anlamı kuşkusuz “deniz” olan Bahri’nin, aynı zamanda Coleridge’in Yaşlı Gemici (The Rime of the Ancient Mariner) eserine de bir gönderme olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Alakarga, Yaşlı Gemici’yi takip eden Albatros’u andırmaktadır. Uyurkulak’ın Alakarga’sı, tıpkı Yaşlı Gemici’de sembolik bir anlam taşıyan Albatros gibi, doğa, özgürlük ve doğanın güzellikleriyle ilişkilendirilebilir. Alakarga, Bahri’nin doğayla olan ilişkisinin bir ifadesidir. Coleridge’in Albatros’u gibi, Alakarga da doğa, vicdan, özgürlük ve insanın çevresiyle uyum içinde yaşaması gibi temaların ele alındığı bir sembol olarak değerlendirilebilir. Yaşlı Gemici’ye yolunu göstermeye çalışan, geminin çevresinde uçan Albatros gibi, Alakarga da Bahri’nin üstünde uçarak onun görmediği gerçekleri, güzellikleri göstermeye ve anlatmaya çalışır. Coleridge’in dizelerinin bir yankısı Bahri’nin sesinde duyulabilir:
“bir dünya dolusu şey var
ama dünya yok” (s. 32)
Bu da Coleridge’in her yerin suyla dolu olduğu, ama içecek su bulunmadığını anlattığı şu dizelerini anıştırmaktadır:
Water, water, every where,
Nor any drop to drink. (Coleridge, lines 119-122) [1]
Uyurkulak’ın şiiri pek çok açıdan okunabilir. İlk olarak, yukarıda sözünü ettiğim metinlerarasılık “Bahri” şiirlerinde görülebilir. İkinci olarak anlambilimsel (semantik) sözcük oyunları baskın bir şekilde öne çıkmaktadır şiirlerde. Örneğin, “tanrıma mukayyet ol ey aklım” (s. 45) dizesinde alışılagelmiş “aklıma mukayyet ol tanrım” deyiminin dönüştüğünü, “ey şiddetinden sual olunmayan hayat” (s. 50) dizesinde “kudretinden sual olunmayan tanrı” deyiminin altüst oluşunu, “aşkı ispatlanana kadar herkes sadece insandır” (s. 61) dizesinde ise hukukun “suçu ispatlanana kadar herkes masumdur” ilkesinin yapısökümünü görürüz.
Şiirlerin alt metninde her ne kadar felsefi olarak varoluşsal arayışlar görülse de, aynı zamanda son derece güçlü bir ideolojik altyapı da bulunmaktadır. Ezilen ve dışlanan sınıfları temsil eden “davetsizler”, tıpkı işçi sınıfını “zincirlerini kırmaya” çağıran Karl Marx’ın söyleminde olduğu gibi, kendilerini çevreleyen “ağı yırtmaya” davet edilir. Felsefi olarak yalnızca varoluşsal arayışların değil, post-humanist felsefenin de göstergelerini taşır Uyurkulak’ın şiiri. Doğayla bütünleşen, insanolmayan varlıklarla, hayvanlarla, taşlarla, toprakla, denizle bütünleşen bir insanın şiiridir.
Son şiirin adı “Başlangıçlar”dır. Hem bir son beklentisini tersine çeviren bir “twist” hem de her şeyin yeni başladığını bildiren bir bitişle yeni yolculukların sözünü vermektedir şair bize:
“ben henüz başlamadım” (s. 75)
“sen henüz başlamadın” (s. 75)
Ve kitabı İlhan Berk’ten bir alıntıyı sonsöz yaparak bitirir:
“dünyanın bir yüzü yoktur.
görüldüğü de çok su götürür.
görülmeyen de görülmez.” (s. 77)
Arkadaş Z. Özger ile başlayıp İlhan Berk ile biten kitap, Özger’in dünyanın doludizgin koşuşturmasından uzak durma çağrısıyla başlar, Berk’in dünyanın gözü olmadığı önermesiyle biter. Arayı Uyurkulak doldurur: “kelimelere uzunca / nemli burnumuzla baktık” diyerek bizi yaşatanın “safi bir kelime” olduğunu söyler. Yine Shakespeare’e göndermeyle: “words, words, words!”[2]
NOTLAR:
[1] Su, su, her yerde / Yok içecek bir damla bile
[2] kelimeler, kelimeler, kelimeler