Gazeteci – yazar Hayko Bağdat’ın gerçek bir hikâyeye dayanan romanı, 1960’ların sonlarında, Türkiye’den Almanya’nın Köln kentine akın akın göç eden işçiler arasındaki Ermenilerin çokluğu nedeniyle kendilerine bir mezarlık tahsis edilmesini isteyen Ermenilerin yaşadığı trajikomik öyküyü ele alıyor; her biri kendi şahsına münhasır karakterleriyle ağlanacak hallerine inadına gülen küçük bir Ermeni topluluğunun başından geçenleri anlatıyor.
Sene 1968. Başta Avrupa olmak üzere dünyanın birçok bölgesini kasıp kavuran ’68 Baharı’nda, Köln’deki Ermeni kilisesine bir curcuna hâkim. Yaklaşık 100 kadar Ermeni, kilisenin çardağını kimin kullanacağı konusunu tartışıyor. Ortam hararetli. Kilise Yönetim Kurulu Başkanı Vartan Harutyun, küçücük yere sığamadıkları için Cumartesi günleri çardağı kendilerinin kullanması gerektiğini savunuyor. Diğer yandan Gençlik Kolu adına konuşan acar solcu Serj, babasına da kafa tutarak, “Ben de Gençlik Kolu adına konuşuyorum. Gençler cumartesileri kilise bahçesinde eğlenmesin, coşmasın, kaynaşmasın, onun yerine Alman gece hayatına alışsın yani? Bravo baba. Beş seneye kalmaz Alman damatlara, gelinlere “Knipe” (Alman tipi birahane) yaparsınız o çardağı söyleyeyim,” diye çıkışıyor. Her kafadan bir ses çıkarken, son noktayı, topluluğun en yaşlı ve saygın üyesi, soykırımdan kurtulmuş ama travmasını hâlâ üzerinde taşıyan Azad koyuyor ve çardağın 7/24 ihtiyarların hizmetinde olacağını söylüyor. Kimseden çıt çıkmıyor, mevzu böylece kapanıyor.
“Ölüm gibi bir şey oluyor ama kimse ölmüyor”
Ancak topluluğun kilise haricinde bambaşka bir derdi var: Köln şehri, gün geçtikçe artan işçi göçünün “başkenti” oluyor ve buraya göç edenler arasında çok ciddi bir sayıda Ermeni de var. Fakat Ermenilerin henüz bir mezarlığı yok. Cemaat düşünüp taşınıyor ve belediyeye kendilerine bir mezarlık tahsis edilmesi için bir dilekçe yazıyor. Uzun bir aradan sonra belediyeden mezarlık tahsisinin onaylandığına dair bir cevap geliyor. Cevap olumlu, ama sorunlu. Çünkü belediyenin sözleşmeye koyduğu bir maddede; başka azınlıklardan da mezarlık tahsisi için çok fazla talep olduğundan, bir yıl içinde mutlaka bir Ermeninin ölmesi gerekiyor. Ölen olmazsa, mezarlığın başka bir azınlığa devredileceği de ifade ediliyor.
Bu saçmalığın karşısında şaşkına dönen Ermeni cemaati arasında bir ayağı çukurda olanlar hakkında konuşuluyor. Birisi bilmem kimin yaşlılığından dem vurup, “Çok yaşamaz,” diyor, beriki, “Onun hastalığına çözüm yok. Üç beş aya kaymaz her türlü gömeriz,” hesabı kafada bir “yaşayan ölü” bulmaya çalışıyor. Kitabın buradan sonrası, Hayko Bağdat’ın incelikle ördüğü bir kurguyla trajikomik bir kargaşaya dönüşüyor. Cemaat kendine yakında ölecek birini ararken, Köln Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencileri Serj ve onun “sol kanat” ekibi, Ina, Michel ve Andreas, ’68 Baharı’nın hakkını verip okullarını işgal ediyor. Onlara özenen ufak Hayko, ona arada bir görünen bir kazı Azrail yerine koyup, sıradaki ölecek kişinin kendisi olduğunu düşünüyor. Baharla birlikte gönüller pır pır aşkla doluyor, aynı hızla hüzne dönüşüyor. “Ölüm gibi bir şey oluyor” ama “kimse ölmüyor”…
Ölüm kalım meselesi
Hayko Bağdat, Artı Gerçek’ten Hale Gönültaş’a verdiği röportajda, kitabın ismiyle ilgili şunları söylüyor:
“Kitapçı gezerken raflarda Dün Gece Sizin Evde Ölen Oldu mu? isimli bir kitap görsem ‘tövbe tövbe, Allah korusun’ derim. Ama kitap soykırımdan bahsetmiyor. Biz Ermeniler soykırımı tartışmıyoruz. Biz başımıza ne geldiğini zaten biliyoruz. Kitap sadece, soykırım geçmişi olan bir topluluğa yeniden ‘birinizin ölmesi gerekiyor’ denmesinin yarattığı çelişkiyi ıskalamıyor.”
Hayko Bağdat, kitabında verdiği cevapta bahsettiği çelişkiyi hayli ironik bir şekilde ele alıyor. Zaten yeterince “ölmüş” olan Ermenilerden, bir ölü daha istenmesi, kendi topraklarından yüz yıl önce koparılmış bir halkın, elin memleketinde, hiç olmazsa ölüleri için iki karış toprağı olsun diye yeniden ölmesi gerektiği, “Dün Gece Sizin Evde Ölen Oldu mu?”da, zekice anlatılmış bir “meseleye” dönüşüyor.