Bir zamanlar Ankara her şeyimdi. Metin Altıok gibi dağ başlarında yaşamadım hiç ama benim için de yanımda taşıdığım ikinci bir insan gibiydi Ankara.[1] İzmir’de örneğin, o nemli hiçlikte, Ankara’yı hayal ederek ayakta kaldım. Meğerse her şey yalanmış.
Yıllarca bu kenti neden sevdiğimizi düşündüm. Buna hem edebi hem teorik bir açıklama getirmeye çalıştım. İçinde yer aldığım birçok kültürel faaliyet Ankara’yı anlama çabamın doğal bir sonucuydu. Nihayetinde Ankara’nın bilişsel olmaktan ziyade hissî bir mesele olduğunu düşünmeye başladım. Bu kent bir ruh haliydi. Onu anlamak için özen göstermek, en önemlisi de hissetmek gerekirdi.
Hissettiğimiz Ankara artık yalnızca bir hayal. Kediler ve kitaplarla iyi anlaştığı için faşist olduğu unutturulmaya çalışılan yerel yöneticilerin ya da Gökçek’li yılların müsebbibi olsa da babadan oğula devredilmiş bir belediyeciliği toplumculuk diye yutturmaya çalışanların kentin kültür-sanat yaşamına yön verdiği bir Ankara var karşımızda. Yirmi yılı aşkın süren İslamcı ve neo-liberal yağmanın sonucudur bu. AKP artık bir parti değil, toplumsal bir davranış biçimidir çünkü.
Entelektüel mahfillere sirayet eden beyaz yakalı ve latent erkeklik, ahbap çavuş ilişkisi, göstermekten başka bir açlığı olmayan hafif ünlüler... Ankara artık bu işte. Yıllarca İstanbul’un nasıl bir bataklık olduğunu, popüler kültürün Ankara’dakini İstanbul’a taşıyan bir karatren[2] olduğunu anlatıp durduk. Peki burada kök salmaya başlayan hımbıllık, kabilecilik ve her geçen gün daha da arsızlaşan erkekliğe ne demeli? Yüksel Caddesi’nin Taksim’den pek bir farkı kalmadı. Ağzına kadar uyuşturucu bataklığına batmış gençleri görmek istiyorsanız sokağı iki dakika seyretmeniz yeterlidir. Memleketimizin hızlı solcuları ise Twitter’dan seçim değerlendirmeleri yapıp racon kesmeye devam etsinler bakalım.
Ankara’nın dışsal değil içsel bir yaşantı olduğunu düşünmüşümdür hep. Zamanla bu düşüncemi tersinleyen bir şekilde kültür-sanat pavyonunda yer kapmaya çalıştığımı fark ettim. “Keşke görünmediğimiz günlere geri dönebilseydik” diye yazan da ben değil miydim bir şiirimde?[3] Öyle ya, ben kenti uzun zamandır dışsal bir yaşantıya dönüştürmüşüm ama artık tıpkı eskisi gibi Kuğulu Park’ta oturup bizim olanı hayal edebiliyorum. Kenti böylelikle yeniden bir içsel yaşantıya dönüştürebilmemi ise bir kitaba, hayır hayır, aslında bir aşka borçluyum.
Yıllar önceydi. Bir mart sabahı... Kuğulu Park’tayım... Hayatımın en güzel günüymüş meğerse. Geçmişten bile güzel... Kim olduğumu yitirmiştim oysa... O gün âşık olduğumun bile farkında olmadığım o insan, “ayların en zalimi nisan”ın[4] ilk gününde bana bir kitap hediye edecekti: Bizim Büyük Çaresizliğimiz.
O kendini beğenmiş genç okurlar yok mu?.. Ben de öyleydim bir zamanlar. Barış Bıçakçı da ne ola ki? “Popüler edebiyat işte” demiştim içimden. Gelgelelim üstüne genç bir kadının yüreği sinmiş bu kitabın ilk cümleleri ciğerimi sökecekti:
“Her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? Anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir?”[5]
“Ayların en zalimi nisan”dı ve “ben ebedi saadetten kovulmuştum.”[6] Kısa sürse de ömrümü başından sonuna kadar tüketen bu aşktan geriye Bizim Büyük Çaresizliğimiz kaldı. Oysa bu kitabı tam dört sene boyunca okuyamadım, çünkü kapağını açar açmaz elim ayağım titriyordu. Bu yaz, başımdaki şarap dumanlarıyla gurbete kaçmaya[7] hazırlanırken, bizim olan Ankara’dan bana kalan tek şeyin bu kitap olduğunu anladım ve fırsat buldukça Kuğulu Park’a gidip Bizim Büyük Çaresizliğimiz’i okudum. Tıpkı o aşk gibi bu kitaba da geç kalmıştım.
“Hayatımın en uçarı, en kapısı penceresi açık dönemi”[8] diyor ya Ender, işte bu cümle her şeye bedel... Barış Bıçakçı’nın bu romanıyla hayatımın en kapısı penceresi açık dönemini yeniden hatırladım. Bu kitap benimle beraber Berlin’den La Chaux de Fond’a, Basel’den Ankara’ya kadar dolaştı. İçimdeki gurbeti baştan sona onunla katettim.
1 Mayıs, Sakarya, aşk ve baharın bize karşı uyguladığı o dayanılmaz şiddet. Tiryak gibi gelmişti okurken:
“Bir sevgilinin kazandırabileceği şeyler: Üniversitenin tatsız tuzsuz ortamından beslenen bir solculuk, şiir sevgisi, hafta sonu maçlara gitmeye dek varan Gençlerbirliği tutkusu, Kubrick filmlerine duyulan ölçüsüz hayranlık ve tabii Sakarya Caddesi’ndeki birahanelere devamlılık... “Neden olmasın!” mı diyeceksin? Hatta, “Lütfen olsun!” mu diyeceksin? Her aşkla birlikte dünyaya yeniden geldiğimizi, sevgilimizin elimizden tutup bizi yeni bir dünyayla tanıştırdığını mı söyleyeceksin? Kabul Çetin, sevgi üzerine ahkâm kesilen kitaplardaki cümlelere benzese de kabul. Ayrıca şu da var: Hangimiz yaşamadık, savruluşların sonunda bir yerde bizi bekleyen ismimize düzenlenmiş kimlik arayışını? Hangimizin kendini var etme sorunu olmadı?.. Baharın nasıl bir şiddet içerdiğini fark ediyor musun sen de Çetin? Bahar beni kendisine karşılık vermeye zorluyor. Her çiçeğine karşılık içimden bir çiçek, ılık esintilerine karşılık ciğerlerimden ılık bir nefes istiyor... Parlaklığına, hafifliğine, coşkusuna karşılık vermem gerekiyor. Bahar sunduğu her şeyi yaşamaya zorlayarak bana şiddet uyguluyor.”[9]
Barış Bıçakçı’nın bu romanı, bizim olan Ankara’ya dair bir hatıra defteri gibi. Gençlik Parkı’na gitsem Ender’i göreceğimi biliyorum. Nihal’in bir gün Kurtuluş Parkı’nda hüngür hüngür ağladığına, Bora’yla oturup şiir okuduğumuzdan ya da Çetin’le Sakarya’da bira içip sarhoş olduğumuzdan adım gibi eminim.
Ankara işte, Bizim Büyük Çaresizliğimiz...
NOTLAR:
[1] “Ankara, benim aziz kentim, kestane ağaçları ve aşklarım elbet. Meclis’in arkasındaki “Begül”ün güz bahçeleri, kafe-konyak ve kitap, bir de sevgili kızım Zeynep; nasıl unuturum! Havaya kucak dolusu sararmış yapraklar savurduğumuz o altın suyuna banılmış güz günlerini, dostlarımı nasıl unuturum! Hiç unutmadım. Gezdiğim uzak coğrafyada beni ayakta tuttuysa bu anılar tuttu. İkinci belki de üçüncü bir insan gibiydi yanımda anılarım; hep andığım ve tekrar tekrar yaşadığım...” Metin Altıok, Şiirin İlk Atlası: Yazılar, Oyunlar, Şiirler, Kırmızı Kedi, İstanbul, 2018, s. 79-80.
[2] “Dervişin fikri neyse, zikri de oymuş. Gerektiğinde sürçülisan edenler ve af dilemeyenler hep söyleyeceklerdir ki, Türkiye edebiyatının en önemli atılımları önce Ankara’da başlamış, daha sonra İstanbul’a tebdili mekân ederek ve ferahlar gibi görünerek, ölmüştür. İşin ilginç yanı, göç edenlerin hepsi de sonradan kanlı bıçaklı İstanbullu kesilmişlerdir.” Ahmet Erhan, Ankara-İstanbul Karatreni, Kırmızı Kedi, İstanbul, 2019, s. 17.
[3] Edip Cansever’in şu dizesi ya da: “Artık tadını sürdüremiyoruz gizli kalmanın.” Edip Cansever, Sonrası Kalır I, Bütün Şiirleri, Yapı Kredi, İstanbul, 2018, s. 172.
[4] T. S. Eliot’ın o zalim mısraları... “April is the cruellest month, breeding/ Lilacs out of the dead land, mixing/ Memory and desire, stirring/ Dull roots with spring rain.”
[5] Barış Bıçakçı, Bizim Büyük Çaresizliğimiz, İletişim, İstanbul, 2018, s. 5.
[6] Şu sıralar sürekli Sezen’in Zalim’ini dinliyorum: “Seyret perişan halimi/ Bende akşam olmakta/ Dostlar seyrelmiş/ Beyhude lafla vakit dolmakta/ Avare oldum serseri oldum/ Terki diyarda zalim/ Senin Allah’ın yok mu? ...”
[7] Bütün bir yaz Bilinmeyen Ülke’yi düşledim: “Ey güzel ülke, uzak ülke/ Ey bilmediğim ülke/ Ne kendi isteğimle geldim sana/ Ne de soylu bir atın sırtında/ Beni bu yiğit delikanlıyı/ Gençliğin ateşi sürükledi sana/ Bir de başımdaki şarap dumanları...” Gurbete Kaçacağım’ı bilmeyen kalmadı: “Gurbete kaçacağım/ O lacivert ülkeye/ O üzünç denizine/ Uzayan iskeleye/ Ansızın zamansızın/ Neler kalır geriye/ Gurbete kaçacağım/ O kimsesiz ülkeye/ O geri dönülmeze/ Bağlanan ilk köprüye...”
[8] “Fikret benim için senin yokluğun olmuştu. Ona bakarken seni özlemiştim, hayatımın en uçarı, en kapısı penceresi açık dönemini özlemiştim.” Barış Bıçakçı, age; s. 22
[9] age; s. 146, 148-149.