
Yemek meselesi gündeme gelince, ben genellikle kaçacak yer arayanlardanım. Hani şu "Keşke her şeyin hapı olsa da kurtulsak" diyenlerden... Zaten ne sebzeden ne de meyveden aldığımız vitamin kaldı; bağışıklık sistemimiz de gıdaların üzerindeki zehirlere öyle bir alıştı ki, resmen evrim geçiriyoruz. Oysa ben ilkokuldayken, tarım ve hayvancılığın ülkemiz için ne kadar hayati olduğu sürekli vurgulanırdı. Hatırlayanlarınız olacaktır; muz, bir zamanlar zengin yiyeceği sayılırdı. Şimdi ise avokadoları bir saat fazla bekletip karardı diye çöpe atıyoruz. Gıda yetersizliği nedeniyle gelişemeyen çocuklar, akşam pazardan dökülenleri toplayan insanlar var. Farklı konuları bir paragrafa sığdırma denemesi yapmış gibiyim ama yine de elimdeki kitap hakkında yazmaya nereden başlayacağımı bilemiyorum. (Önce bir yazarı, sonra çevirmeni tanıtayım, ardından kitaba geçerim.)
Timaş Yayınları'nın yeni kitaplarından biri olan Bir Mamut Nasıl Yenir? 50 Lokmada İnsanlığın Tarihi, Uta Seeburg'un kaleminden çıkmış. Seeburg, Berlin'de Alman dili ve edebiyatı, karşılaştırmalı edebiyat ve sanat tarihi eğitimi aldıktan sonra Berlin ve Cambridge'de doktorasını tamamlamış. Ardından Münih'e taşınıp metin yazarlığı, seyahat ve kitap editörlüğü yapmış. Kitabın çevirisini ise Ali Tacar üstlenmiş. Tacar'ın pek çok dergide yazıları, çevirileri ve şiirleri yayımlanıyor; ayrıca Almanca ve İngilizceden felsefi ve edebi eserler çeviriyor.
“Kuşkusuz, bunun epey basit olacağını hayal etmiştim: Bu kitapla, tabiri caizse elimde bir tadım kaşığıyla insanlık tarihinde bir mutfak gezintisine çıkmak istedim –Babil’deki çömleklere göz atmak, Romalılarla sofraya oturmak, Orta Çağ’da şifalı bir çorbayı yudumlamak ve belki de moleküler gastronominin yapısöküme uğrattığı bezelye yahnisiyle bitirmek. Bu yemeklerin her biri kendi zamanının çocuğudur ve belirli bir dönemin in- sanlarını neyin harekete geçirdiği, bu insanların düşüncelerinin ne etrafında döndüğü ve nelerden hoşlandıkları hakkında bir şeyler söyler.” (s. 11)
Bu paragrafın başına koyduğum alıntı, elimizdeki kitabın ne kadar "leziz" bir eser olduğunu özetliyor. Yazar, kitabı açar açmaz okuru sıcak bir selamla karşılayarak merak uyandırıyor. İnsanlık tarihini pek çok farklı şekilde okumuş olsak da, yemek tarifi versiyonuyla ilk kez karşılaşıyorum. Bu benim eksikliğimse, lütfen beni aydınlatın! Uta Seeburg, insanlık tarihinin 50 önemli dönüm noktasını, 50 farklı yemekle anlatıyor. Bu yemekleri ve malzemeleri tanıtırken, aynı zamanda o dönemin kültürünü, atmosferini, kullanılan araç gereçleri, yenilikleri, insan ilişkilerini, sınıf ve statüleri de gözler önüne seriyor.
Kitaptaki ilk yemek Izgara Mamut. İlk insanların avladığı devasa mamutlardan bahsediliyor. Peki, hiç aklınıza gelmiş miydi, isli etin aslında orman yangını sonrası yanmış hayvanların tadına bakılarak keşfedilmiş olabileceği? Bazı yiyeceklerin ortaya çıkış hikayeleri gerçekten çok garip değil mi? Mesela, şırdan yemeğini ilk kim yapmaya cesaret etti, kim neden yedi ve hâlâ neden yiyoruz? Bu konuyu geçenlerde bir arkadaşımla saatlerce konuştuk; gerçekten çok tuhaf bir mesele, sizce de öyle değil mi? Neyse, ben kitaba geri döneyim.
Kitap, kronolojik bir yolculuk sunuyor; MÖ 11.000'den başlıyor ve 2020/2021'e kadar uzanıyor. Zaman sıçramaları düzenli bir periyoda bağlı değil, dönemin stratejik durumuna göre seçilmiş. Yani, yazarın zihnindeki sıçramalar diyelim. Kitabın içinde hayatımda hiç duymadığım yemekler var, ama gerçi ben sushi’yi de ilk defa geçen sene yedim. Bir kez. Bir daha da yemedim. Sonuçta en sevdiği yemek kara şimşek olan biriyim; bilmiyoruz demeyin sakın kara şimşeği! Yeşil mercimek yemeği işte, içine bolca bayat ekmek, üzerine de sarımsaklı yoğurt. (Of, canım çekti şimdi.)
Kitap, modern zamanlara kadar uzanarak pandemi dönemine de değiniyor. Pandemi, sadece sağlık alanında değil, yemek kültüründe de köklü değişikliklere yol açtı. Evde geçirilen zamanın artmasıyla birlikte insanlar, evde yemek yapmayı yeniden keşfetti. Restoranların kapanmasıyla, birçok kişi ekmek yapmayı öğrenmekten yeni tarifler denemeye kadar çeşitli mutfak maceralarına atıldı. Ayrıca, yemek yemenin sosyal bir aktivite olduğu gerçeği, sokağa çıkma yasakları sırasında daha belirgin hale geldi. Yemek, bir kez daha insanları bir araya getiren bir unsur olarak öne çıktı.

Kitabın ilk bölümlerinde, taş devrindeki avcı-toplayıcı toplumların mamut avlaması ve bu devasa hayvanın etini nasıl tükettikleri anlatılıyor. Daha sonra antik Yunan ve Roma'nın gastronomisine, Orta Çağ'da şölenlerde sunulan yemeklere, Rönesans döneminin mutfak yeniliklerine geçiliyor. Kitap, modern zamanlara kadar uzanarak, sanayi devrimi sonrası fast food kültürüne ve günümüzün sürdürülebilir yemek hareketlerine de değiniyor.
Antik Roma’da, gladyatörlerin tahıl bazlı yiyeceklerle beslendiğini biliyor muydunuz? Arenada canla başla savaşan o gladyatörlerin, aslında tahıl yiyicileri olduğunu öğrenmek biraz şaşırtıcı, değil mi? Japonya’da ise Nomura denizanası büyük bir tehdit olarak görülüyor, ama kitapta bu deniz canavarının nasıl lezzetli bir salataya dönüştürülebileceği anlatılıyor. Hatta gelecekte bu türün önemli bir besin kaynağı olabileceğine dair öngörüler bile var. Eski Mısır’a gelirsek, burada ölümden sonraki yaşam için hazırlanan yiyeceklerden biri de mumyalanmış sığır kaburgaları. Evet, yanlış duymadınız! Mısırlılar sadece firavunları değil, yiyeceklerini de mumyalamışlar. Bu özel yiyecek, ölümden sonraki yaşamda bile sofraların boş kalmaması için mezarlara konulmuş. Patatesin Avrupa’ya gelişi ve Prusya Krallığı’nda nasıl temel bir besin haline geldiği de gerçekten ilginç. Özellikle açlık dönemlerinde patatesin nasıl bir kurtarıcı rolü üstlendiğini öğrenmek oldukça şaşırtıcı. Düşünsenize, bir kök sebze, tüm bir ulusun kaderini resmen değiştirmiş! Ve tabii ki İngiliz mutfağının ünlü yemeği balık ve patates kızartması... Sanayi devrimi sırasında işçi sınıfının favorisi haline gelmiş bu lezzet, aslında bir kültürel alışverişin ürünüymüş. Sanayi devriminin gölgesinde büyüyen bu tat, bugüne kadar sofralarımızda yer bulmaya devam ediyor.
Uta Seeburg, tarihsel olayları ve sosyoekonomik değişimleri yemekler üzerinden anlatarak, okuyucuların tarihe farklı bir açıdan bakmalarını sağlıyor. Yemeklerin, toplumların gelişimindeki rolünü derinlemesine inceleyen yazar, gerçekten zengin bir bilgi birikimini sergiliyor. Tarih, kültür ve gastronomi meraklıları için fazlasıyla tatmin edici ve bilgilendirici bir okuma sunuyor. Sadece tarihi olayları öğrenmek değil, aynı zamanda bu olayların insanların günlük hayatlarına nasıl yansıdığını görmek isteyenler için de değerli bir kaynak.
Benim gibi yemek yemekten ve yemek muhabbetinden pek hoşlanmayan biri için bile bu kitap, ortamlarda anlatabileceğim yığınla ilginç bilgi sundu. Eğer tarihe ve yemeğe meraklıysanız, bu kitabı mutlaka edinin derim. Tarihi sevmeyen ama yemek yemeye bayılan bir çocuğunuz varsa, onun da ilgisini çekeceğine eminim. Sanırım uzun bir süre bu ilginç bilgileri arkadaşlarıma anlatıp duracağım.