“Édouard Louis, son kitabı Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri’nde bu kez ibreyi annesine çevirerek kırk beş yaşına kadar çekmediği dert, çile kalmayan, o saatten sonra da yumruğunu masaya vurarak kendi yolunu seçip mutluluğun peşine düşen ve nihayetinde ona sahip olan annesi Monique’in hayatını anlatıyor.”
Édouard Louis 2021 yılında yayımlanan ilk romanı Babamı Kim Öldürdü’den bu yana “anılarının” içine bizzat kendisinin gömdüğü “geçmiş”ini yazıyor. İyi bir geçmiş değil onunki. Eril, sert, muktedir olgularla kaplı, karşısındakinin hayatını yiyip bitiren, bir yükten çok daha fazlasına tekabül eden, tek taraflı bir “çöplük”. Louis bir şekilde kendini bu pislikten kurtartmış. Ama hafızası hâlâ capcanlı. Kötü tecrübelerle dolu bir geçmiş çoğunlukla gelecek için pek parlak emareler göstermez, ancak bazen de Louis’de olduğu gibi ters teper ve o leşin yüzüne tükürebilecek kudreti kendinde bulan birilerini gelecekten geri getirir. O okkalı balgamı geçmişin suratına fırlatmak için de birinci kural yüzleşmektir. Yazmaya başladığından beri her kitabında, her sayfasında, her satırında geçmişiyle yüzleşerek onun yüzüne tükürüyor Édouard Louis. Daha önce erkekliğin kitabını yazanlara (!), onu olduğundan başka birine çevirmeye çalışanlara, “şiddetin tarihi”nin öznelerine bunu yapmıştı. Can Yayınları’ndan Ayberk Erkay çevirisiyle yayımlanan son kitabı Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri’nde ise bu kez ibreyi annesine çevirerek aynı geçmişi –kendisi de dahil– annesine reva görenlere yapıyor. Kırk beş yaşına kadar çekmediği dert, çile kalmayan, o saatten sonra da yumruğunu masaya vurarak kendi yolunu seçip mutluluğun peşine düşen ve nihayetinde ona sahip olan annesi Monique’in hayatını anlatıyor.
Yirmi yaşında kucağında iki çocuk, nefret ettiği bir koca…
Fransa’nın kuzeyinde bir banliyöde dünyaya gelmiş Monique. Annesi işsizmiş. Üvey babası bir fabrikada çalışıyormuş. Banliyöde yaşamayı bile artı puan olarak görürmüş Monique. Aşçı olmak istermiş küçüklüğünden beri. Bölgedeki bir otelcilik okuluna kaydolmuş. Bir yıl sonra bırakmak zorunda kalmış, çünkü bir musluk tamircisinden hamile kalmış. Adam ondan çocuğu doğurmasını istemiş. Böylece henüz on sekiz yaşında “ev kadını” olmuş. Yine de erken olduğunu düşünüp tekrar okula dönebileceğinin hayallerini kuruyormuş, fakat bir kez daha hamile kalmış. Oğlunun deyimiyle, “Yirmi yaşında kucağında iki çocuk bulmuş, diploması yokmuş ve sadece birkaç yıldır birlikte yaşamasına rağmen nefret beslediği bir kocası varmış.” Klasik hikâye Monique’i de es geçmemiş. Kafası devamlı kıyak gezen kocasından nefret etmesine rağmen iki çocuğu olduğu için onu bırakamıyormuş. Ama adam işin suyunu çıkarınca kız kardeşine kaçmış Monique. Orada da aşağı yukarı aynı şartlarda yaşamış. Birkaç ay sonra Édouard’ın babasıyla tanışmış. Âşık olmuş. Yeni bir eve taşınmışlar. O arada Édouard doğmuş.
“Eve hapsedilmiş bir mahkûm”
Başlarda her şey güzelken “klasik hikâye” yine peyda olmuş. İkinci kocası da diğeri gibi son sürat başka birine dönüşmeye başlamış. Gün geçtikte artan alkol sorunu baş göstermiş. Babası annesinin herhangi bir şey yapmasını istemiyormuş. Her şeye karşı çıkıyormuş. Onu milletin önünde aşağılıyormuş. Yirmi dört saatin her dakikası aynı geçiyormuş Monique için. Sonra bir gün fabrikadan bir telefon gelmiş. Kocası yüzlerce kilonun altında kalmış ve doktorun dediğine göre de birkaç yılı yatarak geçirmek zorundaymış. Nasıl olduysa bir kez daha hamile kalmış Monique ve bu kez ikiz çocuklarını kucağına almış ve evin nüfusu yediye çıkmış. Böylece Bellegueule (yazarın Louis soyadını almadan önceki soyadı) ailesi için yoksulluk sınırı sefalet çizgisine gerilemiş. Yine oğlunun deyimiyle: “Yalnızca parasız ve geleceksiz bir beş çocuk annesi değil, aynı zamanda evine hapsedilmiş bir mahkûmdu. Bütün kapılar kilitliydi.” Ve bir gece Édouard’la konuşurken Monique yeni bir hayata başladığını söylemiş oğluna.
Yeni hayat
Kocası yine eve gelmemiş. Monique de artık onu beklemeyeceğini söyleyerek kocasının bütün eşyalarını çöpe atmış. Kapıyı bacayı kilitlemiş. Adam yalvarmış ama Monique bir daha asla gelmemesini söylemiş. Sonrasında hayatında tiksindiği ne varsa onları yakıp kendine bir hayat kurmuş. Bakıcı olarak iş bulmuş. Bir arkadaşının doğum gününde yeni biriyle tanışmış. Adam Paris’te yaşıyormuş ve apartman görevlisiymiş. Onunla birlikte Paris’e taşınmış. Amiens’te yaşayan Édouard ile Paris’e taşındıktan sonraki ilk buluşmalarında Édouard onu tanıyamamış: Monique boyalı saçları, makyajlı suratı, takılarıyla adeta baştan aşağı yeniden yaratmış kendini. Hikâye de mutlu diyebileceğimiz bir sonla devam etmiş.
“Hikâyeleşen” anılar
Girişte Édouard Louis’nin “anılarını” yazdığından bahsetmiştim. Düzeltmekte fayda var: Louis anılarını yazmıyor. Anılarını büyük bir ustalıkla hikâyeleştiriyor ki, zaten onu bu kadar maharetli kılan da bu yeteneği aslında. Bu kez annesinin hayatına attığı elini sadece onun kronolojik biyografisinde gezdirmiyor. Her zaman olduğu gibi işin sosyolojik yönüne, çuvaldızı kendine batırmaktan hiç geri kalmayarak vurgu yapıyor. Tarih öğretmeninin annesi olmasını dilediği günden arkadaşlarının annesini görmesini istememesine, ondan duyduğu utanca kadar bir anlamda günah çıkartıyor Louis. Diğer yandan, Monique’in yeni hayatıyla birlikte, değişen tipini, konuşmasını, hal ve hareketlerini kendince bir “sınıf atlama”ya dönüştürmesini dikkatle izliyor ve Monique’in kırk beş yıllık hayatındaki bütün sorunların “sınıfsal” olup olmadığı sorusunu da herkesin etkileneceği şekilde ortaya bırakıyor. Bize de öyle mi, değil mi diye düşünmekten başka bir şey kalmıyor.