Seyreltilmiş hafıza

Belleğin Anısına

MARIA STEPANOVA

Can Yayınları
Nisan 2025
560 sayfa

çev. Eyüp Karakuş

22 Mayıs 2025

"Stepanova belleğin kültürlere, hedef kitlelere, siyasal rejimlere göre arındırılabilir, dönüştürülebilir, sansürlenebilir, zorunlu hale getirilebilir yapısını göz önünde bulundurarak, onun farklı şekillerde ele alınabileceğini, doğrusal bir anlatımdan uzak, eksiksiz olmak kaygısı gütmeden çözümlenebileceğini keşfediyor ve onun kırılganlığından yana tavır alıyor. Metin ilerledikçe ortaya çıkan, yitmiş bir belleği geri kazanmaya çalışan bir yazar değil, belleğin ne olduğunu anlamaya çalışan bir yazardır."

ŞULE S. ÇİLTAŞ

“Bir savaşın hikâyesi bir balonun hikâyesinden farklı değildir. Kimileri zafere ya da yenilgiye yol açan tüm küçük şeyleri hatırlayabilir, ancak hiç kimse bunların meydana geldiği sırayı ya da anı tam olarak hatırlayamaz”[*] demiş, Waterloo Savaşı’nın galiplerinden biri olan Wellington Dükü, yakın bir dostuna yazdığı mektupta.

2017 yılında yazılan Belleğin Anısına’da, halasının ölümüyle, onun iki odalı dairesinden çıkan eski fotoğraflardan, resimlerden, kitaplardan, kartpostallardan, düşünce nesnesi olabilecek her türlü eşyadan yola çıkan yazar Maria Stepanova, Rus Yahudisi ailesinin anlatılmayan hikâyelerine, ölülere doğru bir yolculuk yapar. Ancak Wellington Dükü hesabı, ne kadar uğraşırsa uğraşsın, asıl peşinde olduğu “yazılı belgeleri”, bu kâğıt yığınlarını, defterleri, notları tasnif etmenin, onları kronolojik olarak dizmenin, sonra kendi “belleğinde kalanları” bunlara eklemenin hatıratı bir gerçeğe ya da tek ve kesin bir gerçeğe dönüştürmek konusunda yetersiz kalacağını anlamakta gecikmez. Ele aldığı her materyalin tarihsel süreç içindeki yerini ve dönüşümünü, onun kendine göre anlamını, kendine göre amacını açıklarken bu paradoksu tümüyle benimser görünür. Evet, belleğe bir düzen verilemez; o, hatıraları kendi içinde küçüklü büyüklü, önemli önemsiz diye sıralayamaz.

Ancak içlerine iç çamaşırlarının, Sovyet mağazalarının kokusu hâlâ gitmemiş eteklerin, ceketlerin, savaş öncesi dönemlerden kalma işlemeli bir erkek mintanının, kızlık zamanlarından delikli kemik broşların, kırk yıldır kullanılmayan ve halanın annesine ait bütün bu nesnelerin sızdığı bu dağınık arşivin arasında koşulsuz bir bağ vardır ve bu bağ genel bir çerçeveden bakıldığında, kalıcı bir yaşam içinde ancak bütün olarak anlam ve değer taşır. Dahası, Belleğin Anısına’yı sıradan “hatırat” kitaplarından ayıran en önemli özelliklerden –pek çoğunun yanında– biri, bir yandan hepsi sürgün yolunu tutan ya da daha doğrusu tutmak zorunda kalan, artık kimsenin yaşamadığı bir ailenin hikâyesini anlatması, bir yandan da yazarın bu aileden kalan materyal “fazlalığına”, bu “yığına” yaklaşırken metnin teknik kurgusunu sır olmaktan çıkarması, nasıl bir yol izlediğini –hem kendi kendine hem bizimle konuşarak– yine hikâyenin gelişimi içinde vermesidir:

Fakat burada hiç değilse fazlalıktan mütevellit belli belirsiz bir nahoşluk da söz konusu; ben de o tür insanlardan biri olduğum için bunu söylemeye hakkım olduğunu düşünüyorum. Kendi çalışma notlarımın da bana sık sık bir safraymış gibi geldiği olmuştur, bir an önce sırtımdan atmak istediğim bir kambur… İyi de o zaman ne kalır benden geriye? Janet Malcolm, The Silent Woman adlı kitabında benim kişisel defterime benzer bir iç mekândan bahseder ki, yenir yutulur değildir. Yanlış anımsamıyorsam dergiler, kitaplar, dolu küllükler, tozlanmış Peru hediyelikleri, bulaşık kap kacak ve pizza kutuları, içecek kutuları, poşetler, açacaklar, net yanıtlar ve bilgiler veren “Who is Who” referans broşürleriyle uzun zamandır hiçbir şeye benzemedikleri için artık hiçbir soruya ve ihtiyaca yanıt vermeyen birtakım ıvır zıvırlar alt alta, üst üsteydi orada. Malcolm için bu konut Borges’in Alef’idir; gerçeğin ucubik alegorisidir, tarihin saf düzenine henüz kavuşmamış, çamurundan pisliğinden henüz arındırılmamış gerçekler ve versiyonlar bulamacıdır. (s. 22)

1991’de SSCB’nin dağılması, bazılarının desteklediği, bazılarınınsa nefret ettiği bir rejimin çöküşü anlamına gelmiyordu yalnızca; maddi referans noktaları aniden ortadan kalkmış, onlarca yıldır değişmeyen gündelik hayat, dükkân tabelaları, televizyon programları, yiyecek kutuları silinip süpürülmüştü. Yerine yeni nesneler, yeni kullanımlar, yeni ilişkiler ortaya çıkarken, şiddet kasırgası yoluna devam etmiş, halkların talihsizliklerden talihsizliklere, savaşlardan devrimlere, kıtlıklardan toplu katliamlara, yeni savaşlara, yeni baskılara kadar içinden geçtiği bir tür travmatik dizi oluşturmuştu. Belleğin Anısına bugün okunduğunda, yazarının Ukrayna’nın işgalinden bu yana Rusya’dan kaçmış olması nedeniyle, geçmişin yeniden yazılmasına-kurgulanmasına yönelik olarak sunduğu ağıbozan da yetersiz görünüyor. Eğitimli ama aydın kesimden olmayan, çoğu tarafsız doktor, ne kahraman ne de kurban, asimile olmuş Yahudilerden oluşan Maria Stepanova’nın ailesi yüzyılı sessiz sedasız geçirmiş. Ölenler mektuplarında, hatta günlüklerinde kendileriyle ilgili çok az şey açığa çıkarmış, “sürgünün ve aşağılanmanın dili” olan Yidişi kullanmamışlar; bununla birlikte yazılarda atlanan “Yahudiyiz” ifadesi çocukluğundan itibaren her zaman kulağına çalınmış. 1965’te, Kazakistan’da uzay sektörünün gizli kuruluşuna dahil olduğu dönemde yazdığı mektupların yayımlanmasına izin vermeyen babasının artık bu mektupları reddetmesini, cesaretinin, hikâyelerindeki uyanık tonun sahte oluşuyla açıklıyor Stepanova; gelgelelim zaman onları korumuştur.

Rus devleti ve kolektif tarihiyle paralel bir zamanda geriye giderek, çeşitli yaşamların, dönemlerin, resimler, fotoğraflar, kartpostallar ve akla hayale sığmayan ıvır zıvırdan oluşan nesnelerin, bunların tetiklediği anıların ve yerlerin arasından geçiyoruz: Yahudi mezarlıkları, küçük Rus ve Ukrayna kasabaları, Viyana, Berlin, Paris… Geçmişi bir yığın olarak tasarlayan kitap göndermelerle dolup taşıyor ve dağınık bir arşive dönüşüyor; Osip Mandelştam’dan Proust’a kanonik bellek kitaplarından, Puşkin ve Çehov’a, Bulgakov’dan Nabokov’a, Susan Sontag’a kadar pek çok yazara yapılan atıflar, farklı rejimler, devrimler ve birçok savaş yaşamış devasa bir ülkenin çalkantılı tarihine dair çok kişisel bir bakış açısıyla birlikte sunuluyor. Karmakarışık, çözülemeyen bir yumaktan sarkan bir ipin peşi sıra gitmek gibi, dönemler, kaynaklar ve türler bir araya toplanıyor; Stepanova’ya göre günlükler ikiye ayrılıyor mesela: Başkalarına hitaben yazılan, bir tanıklık ya da vasiyet niteliğinde olanlar ve kişinin kendisi için yazdığı, okunması amaçlanmayanlar. Yıllardır her şeyi, uyku ve uyanıklık saatlerini, hava durumunu, alışverişini, telefon görüşmelerini, ziyaretlerini, televizyon programlarını, vs. sistemli bir şekilde not eden Galya Hala’nın günlükleri ikinci kategoriye giriyor:

8 Temmuz 2004

Sabahtan güzel, güneşli bir gün vardı, yağmursuz geçti. Sabah süt reçeliyle çay içtim ve 11 gibi Altay Caddesi’ne çıktım. Çok kalabalıktı, ben de uzun süre, 13’e kadar göletin kenarında oturup bekledim, yeşilliği, bulutları, gökyüzünü seyrettim, şarkı söyledim kendi kendime, keyfim yerindeydi!

Patikalarda insanlar köpeklerini ve arabalarında bebeklerini dolaştırıyordu, sonra kalabalık, mayolu bir grup güneşleniyordu, neşeyle tadını çıkarıyorlardı. (s. 25)

Yazar da bu farklı notların iyi düşünülmüş ve dikkatlice yazılmış günlüklerden daha fazla şey anlattığına, her bir notun, her bir cildin en önemli görevinin, kendisinin haricinde yaşamına güvenilir bir tanık bırakmak, aslında içinde yaşadığı hayatı olduğu gibi kendine bırakmak olduğuna inanıyor: “Her şey gösterilsin! Her şey gizlensin! Ve sonsuza değin muhafaza edilsin!”

Maria Stepanova 

“Yazı” eylemiyle belleğin bütün parçalarının tutarlı bir şekilde bir araya getirilememesine, yararlı bir şeye, örülmüş bir anlatıya dönüşememesine vereceğimiz en güzel örneklerden biri de, yazarın Saratov’lu bir arkadaşının, onun büyük büyükbabasının yaşadığı evin adresini bildiğini söylediğinde yaşanır. Stepanova, Saratov’a gidip evi bulduğunda, daha önce hiç görmediği avlusunda imgelerden ve izlenimlerden oluşan bir geçmişi resmeder. Birkaç gün sonra, kendisine evin adresini veren arkadaşı yazarı arayıp özür dileyerek, ona yanlış adres verdiğini söyleyecektir: “Ve işte, bellek hakkında bildiğim her şey aşağı yukarı bu kadar.”

Stepanova belleğin kültürlere, hedef kitlelere, siyasal rejimlere göre arındırılabilir, dönüştürülebilir, sansürlenebilir, zorunlu hale getirilebilir yapısını göz önünde bulundurarak, onun farklı şekillerde ele alınabileceğini, doğrusal bir anlatımdan uzak, eksiksiz olmak kaygısı gütmeden çözümlenebileceğini keşfediyor ve onun kırılganlığından yana tavır alıyor. Metin ilerledikçe ortaya çıkan, yitmiş bir belleği geri kazanmaya çalışan bir yazar değil, belleğin ne olduğunu anlamaya çalışan bir yazardır: “Ben ortaya çıktığım anda, geçmiş kendini reddediyor.”

Bir çırpıda okunur mu bu kitap? Okunup bitirildikten sonra, “Rus Yahudisi bir ailenin birkaç kuşak süren yaşamını okudum, şöyle şöyle olaylar oluyordu” denebilir mi? Hiç sanmıyorum. Belleğin –ya da onun imkânsızlığının– yeni ve cesur bir keşfini sunuyor demekse en azı olur sanırım. Bellekten, onun gerçek özünü, yani bizden öncekilerin metafizik zamansızlığının kanıtını çıkarmasının, araştırma alanını her türlü sanat dalına genişletmekten çekinmemesinin, edebiyat bilgisinin, bilgeliğinin ve büyüleyici analitik yeteneklerinin, okura beklenmedik keşifler sunmasının yanında.

 

 

[*] De sable et d’acier, Nouvelle histoire du Débarquement, Peter Caddick-Adams