Başkalarının Ülkesi

Başkalarının Ülkesi

LEILA SLIMANI

Kırmızı Kedi Yayınevi
Haziran 2021
312 s. sayfa

çev. Işıtan Tual Şekercigil

28 Kasım 2024

ŞULE S. ÇİLTAŞ

Victor Hugo’dan çok şey aldı Fransız edebiyat âlemi ve film endüstrisi. Sefiller başlı başına görsel bir şölendi. 19. yüzyıl ve sonrasında halk arasında bile kitlesel yayılmasını sağlayan bir söylem ve estetik geliştirdi. 1860’larda Fransa’nın medya rejimine girişiyle gösteri sanatlarının büyük ölçüde yazın, roman, tiyatro metni gibi üretimlerden faydalandığını, giderek standartlaştırılmış kültürel pratiklerin kitleselleşmesinin önünü açtığını, dahası, kültürün son derece değişken ve bireyselleştirilmiş temellük tarzlarını ortaya çıkardığını söyleyebiliriz. Yalnızca Sefiller’den örnek verirsek; Waterloo Savaşı’ndan sahneler; gece vakti dar parke taşlı yollarda ilerleyen, sonra bir sokak lambasının altında duran kupa at arabası; soğuk, açlık, giyotini izleyen insan kalabalığı; korkmuş, şaşkın yüzler, kaçış görsel sanatlar kadar Fransız çağdaş yazını alanındaki prototiplere kaynaklık eder. Aynı şekilde Proust’un hafıza ve zaman üzerine ruhsal bir yansıma olan, göndermeler göndermesi Kayıp Zaman’ın, natüralizmin öncüsü Emile Zola’nın, realizm kaygısıyla Gustave Flaubert’in, kapitalizmin ilerleyişini ve burjuvazinin soylulara karşı yükselişini karmaşık bir ilişki içinde anlatan Honoré de Balzac’ın “büyük hikâyelerinden” temaların çağdaş edebiyata neredeyse saçıldığından da söz edebiliriz. Victor Hugo’nun William Shakespeare için söyledikleri kendisi için de geçerlidir:

Tercüme edilmiş, yorumlanmış, basılmış, yeniden basılmış, stereotipleştirilmiş, dağıtılmış, ilan edilmiş, açıklanmış, ezberden okunmuş, yayılmış, ucuza bırakılmış, karaborsaya düşürülmüş, hepsi ruhun büyüklüğünün üreticileri, kanıtlayıcısı olan bütün şairlere, bütün filozoflara, bütün düşünürlere karşılıksız verilmiştir.

Herkesin birbirinin başkası olduğu Başkalarının Ülkesi’nde de Hugo’dan ya da saydığımız klasik yazarlardan miras, “suyunun suyu” bir sinematografik dil işbaşında. Slimani’nin şu günlerde harıl harıl dizi senaryoları yazdığını düşünürsek, sömürgecilikten kurtulmanın yolunu açmak için isyan eden bir Fas’ın bütün tarihsel arka planı da “karmaşık pürüzler” giderilerek, mezhepçilik anlatımına girmeden, zıtlıkların üzeri çizilerek, grinin tüm tonlarıyla ele alınıyor. Hikâye güzel; İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa için çarpışan Faslı bir askerle evlendikten sonra Meknes’e gelen, hayata karşı iştahla dolu Alsaslı genç bir kız olan Mathilde, Karen Blixen tarzı maceraların hayalini kurar; ancak karşılaştığı yoksullukla boğuşan bir çiftlik, yerleşimcilerin aşağılaması, yalnızlık, yabancı ve azınlık olmanın yaşattığı zorluklar olur. Mathilde kocasının kültürüyle çatıştıkça Emma Bovary’nin kız kardeşine dönüşür. Büyük bir aşkla evlendiği adam olan Emin’se onunla baş etmekte zorlandığı için giderek sertleşecek, otoriterleşecektir. Mathilde, Fransız kimliğini unutmak-bastırmakla, başkalarının özgürleşmesinin sesi olmak arasında gidip gelir – güzelliği erkeklerin dikkatinden kaçmayan Emin’in on altı yaşındaki kız kardeşi Selma’nın ya da sadece yemek pişirip çocuk yetiştiren ve hayatı boyunca yaşadığı yerden hiç ayrılmayan Emin’in annesi Muylala’nın sesi örneğin:

Muylala herkese ayrı özen gösteriyordu; ragifleri tıka basa etle dolduruyor, dilinin yanmasını seven küçük oğulunkilere biber ekliyordu… Emin için portakal sıkıyordu. Salonun eşiğinde dikiliyor, yüzlerinde öğle uykusundan kalma buruşuklukla erkekler gelip ekmeklerini koparsın, haşlanmış yumurtalarını soysun, karınlarını doyurmak için mutfağa teşrif edip sırtlarını bir mindere versin diye bekliyordu. Mathilde bundan hiçbir şey anlamıyordu. “Kölelik bu! Bütün gün yemek pişiriyor ama hâlâ önce sizin yemek yemenizi beklemek zorunda kalıyor! (s. 27)

Mathilde, Kurban Bayramı’nda önlükleri kana bulanmış kasapların gösterisiyle de taş kesilir; evden eve akan kaynayan sıcak kan dereleriyle, havadaki çiğ et kokusuyla, demirden kancalarla evlerin kapılarına asılan hayvanların yünlü derileriyle… Gelgelelim, “cinayet işlemek için güzel bir gün” diyen Mathilde, kendi ülkesinde gavage (zorla besleme, zorla yem yedirme) yöntemiyle ciğerleri yağlandırılan kazları unutmuşa benzer. Temizlik, düzen, güzel koku gibi taleplerin yerine getirilmemesinin, Mathilde’in sık sık kullandığı “tiksinmek”, “iğrenmek” ifadeleriyle altının çizilmesi, ilişkileri bozulup, kocasının tenine dokunmak artık ona yakıcı, katlanılmaz geldiğinde de bu yabancılığı yine aynı ifadelerle dile getirmesi, “uygarlığın bir ölçütü” olarak kendini gösterir.

… yorucu bir yemek pişirmişti; bu görünmez ve kıymeti bilinmez ev işlerinden bitkin halde, hayvanın karnına ellerini daldırarak, büyük zorlukla doldurduğu şu hindiyi yeme düşüncesiyle şimdiden midesi bulanmıştı. (s. 107)

Leïla Slimani

Aynı şekilde, Mathilde sıtma nöbeti geçirdiğinde eve gelen doktor, hezeyanlar içindeki kadını “hastalıktan değil, içine düştüğü durumdan koruması” gerektiğini düşünür:

… Özellikle de bu birlikteliğin tiksindirici meyvesini koridorda fark edince bunu gözünde çok daha iyi canlandırdı; midesi bulandı, öfkeyle irkildi… Bu kadın bu kıllı Arap’ın, ona emirler veren, ona sahip olan bu kaba saba herifin kollarında uyuyordu. Bunların hiçbiri doğru değildi, doğaya aykırıydı…

Mathilde su içmek istedi. Temiz su dolu bardağı hastanın dudağına değdirdi. “Teşekkürler doktor” dedi Mathilde, avucunun içinde hekimin elini sıktı.

Hekim bu hareketten cesaret alarak sordu:

“Sevgili hanımefendi, patavatsızlık ediyorsam bağışlayın beni. Ancak merak ediyorum. Nasıl oldu da buraya düştünüz?” (s. 120)

Afrika deyince aklına çıplak göğüslü kadınlar, peştemalli erkekler gelen Mathilde’in babası Georges, kendisi için biçilen hayata asla direnmeyen Muylala, Fransa’da herhangi bir asker, Fas’ta yerli Emin, “sömürgeci ve asker eşlerinin mahallesinde” “Arap’ın birinden hamile kalmış” Avrupalı Mathilde, Fransız işgalcilere olan nefretini, onları kovmanın arzusunu her fırsatta dile getiren Emin’in kardeşi Ömer, çok güzel olduğu için orospu olmasından korktukları kız kardeşleri Selma, “bu yabancılar güruhunun ortasında şehirde dolaşmaktan nefret eden”, gizemli, rahibeler okulundaki öğretmenlerin zeki bulduğu için anne babasının “kendilerine yabancı olduklarını” düşündükleri Mathilde ve Emin’in kızı, melez Ayşe… Sömürgeci-yerli, erkek-kadın tahakkümünün mantığının, karakterlerin hep su yüzünde olan nefret, mide bulantısı, iğrenme duygularıyla travmatikleştirilmiş anlatımı. Fas tarihine bu dalıştan, milliyetçilik, din, cinsellik, feminizm, ırkçılık gibi çağımızın sorunlarının belli bir pathos ve akıcı bir dille anlatıldığı, dizi tadında bir rehavetle çıkıyoruz. O “asla yargılamama hali”yle. Zıtlıkların ülkesi Fas’ta, kahramanların çelişkilerinin, özlemlerinin, heyecanlarının vebali kendi boyunlarında, sömürgelilerin, ne Fransız ne Faslı olabilenlerin, melezlerin hikâyeleri Fas’a karşı derin bir kararsızlığa işaret eden bir yön değiştirme ve kendine mal etme stratejisi sayesinde tıkır tıkır işliyor. Geriye baharatın ve portakal ağaçlarının kokusu ve kendinden hep bir “başka” çıkaran başkaları arasında, Rus bebeklerinin içinden çıkar gibi, nefret kalıyor. Romanın başarısı da bu olabilir.