Bütün mümkünlerin kıyısında

Baliverna’nın Çöküşü

DİNO BUZZATİ

Timaş Yayınları
Eylül 2023
384 sayfa

çev. Esma Fethiye Güçlü

28 Eylül 2023

NİHAT DAĞLI

Sanki bir şey olmuştu. Öylece sokağın ve yaşıtlarımın evreninden başka türlü bir yere fırlatılmıştım. Kıyıda kenarda bir yerde, eşlik etmediğim, çok da gönlümü çelmeyen ama yaşıtlarımı epeyce meşgul eden hay huya bakınmakla yetiniyordum. Bakıyor muydum yoksa tenhamda içimdeki seslerle ayartılıyor muydum? Öyle, çünkü bir süre sonra fiziken olmasa da zihnen olduğum yerden uzaklaşmış, belli belirsiz konuları eşelerken buluyordum kendimi. Çok geçmeden çekildiğim yerde sığınaklar buldum kendime, sonradan öğrendiğim dilde kurulmuş hikâyelere karıştım. Okumaya koyulduğum kitaplar kalbime yurtlukmuş gibi geldi. Her fırsatta kaçtığım bir kuytu buldum, satır satır yol aldığım bir kitap. Sokağın göremediği ve dahi duyulmadığı bir yerde sesini açtığım yazarlar damakta kalan hazlar tattırıyordu. Uçuyordum sanki, kalbim kanatlanmıştı. Yerin ittiği ama göğün çektiği bir şey olmuştum. Çok sonraları bunun adını koydum: Ebeveynimin doğurduğu olsam da kitapların emzirip büyüttüğüyüm. Okurken var oldum, var olabiliyorum. Kelimelerin çın çın öttüğü, cümlelerin bir karınca sürüsü gibi dizilerek yol aldığı ormanda nefesleniyor, çiçeklenebiliyorum. Sokak, çarşı-pazar, adına yaşam denen pratiği kuran ve ona bekçilik eden normlar yerim-yurdum değil. Kendilerine maruz kaldığımda böğrümden kurşun yiyor gibi oluyorum.

Kim kendini yurdunda ebediyen tutabilmiş ki ben orada öylece gönlümce kalayım!? Doğduğumuz veya bırakıldığımız yerde bir ada değiliz çünkü. Sayıya gelmez şeyin akıştığı evrenin yüzeyinde hareketlenen, kurulan, yıkılan, sonra bir daha ve başka türlü beliren bir şeyiz. Varlığa dahiliz. Varlığın bir şekilde belirmesi ve isimlenmesiyiz. Etkiliyor ve çokça etkileniyoruz. Her adımda bizi yerimizden eden bir şeyler çıkıyor karşımıza veya biz bir şeylerin karşısına çıkıp içlerinden geçerek onları yerinden ediyoruz. Karşıma da bir şey çıktı, hayat saklandığım yerde bulup çıkardı beni. Çıktığım tepelerden ovalara indirdi. Etrafımda ördüğüm duvarları yıktı. Büründüğüm sessizliği dağıttı. Sokakla, gürültüyle bıraktı. Babam ölmüştü çünkü. Annem ve epey kardeş kalmıştı bana. Sokağa inmeli, çamurlardan geçmeli ve herkes gibi kavgaya tutuşmalıydım. Barınmak, beslenmek gerekiyordu, herkes içinde bir kendilik olarak belirmeye devam etmeliydim. Doğrusu yediğim rüzgâr, içinde kaldığım sesler, insanların yancağızı da cezbetmiyor değildi. Kelimelerin çın çın sesiyle yükseldiğim yerde bedensiz hazlar yetmemeye başlamıştı sanki. El değmemişliğin paklığı soluksuz bırakmış, çamurlardan geçmenin vaat ettiği heyecanlar belirmişti. Herkes duruyordu orada, gürültümden kurtulmanın imkânı olarak gösteriyor kendini. Kaybolmak, kendinden kurtulmak bir nebze. Zira epeydir kendime yük olmuştum.

Dino Buzzati

Direnmemiş, teslim olmuştum. Kamuda bir memurdum artık. Sabahın sekizi akşamın beşi arası bilmediğim sokaklarda yürüyor, insan etrafında kurulan bir gerçeğin kıvrımlarında geziniyordum. Şiirin yükselttiği tepe değildi burası, etten kemikten insanın ortalığa döktüğü şeydi. Bir atığı eşeliyordum sanki. Görevim belliydi, yapacağım iş birkaç kalemden ibaretti. Geçip giden gün, hafta ve aylar bir tekrara mekân oluyordu. Her sabah aynı durak ve saatte bindiğim otobüs aynı binaya, aynı insanların arasına, aynı işin karşısına bırakıyordu. Şefim ciddi soğuk bir yüzle bakınırken, benimle işe koyulan on kadar insan bir yorgunluktan çıkıp gelmiş gibiydiler. Çalışıyor, ucu çok da halka dokunmayan bir birikim oluşturuyor, devleti büyütmeye yarıyorduk. Niçin? Barınmak için, beslenmek için, her geçen gün sayıları artan faturalara yetişmek için… Böyleydi döngü, sür-git devam ediyordu. Başka türlü ne olabilirdi ki!? Alışmış mıydım? Dünyanın tüm sabahları ve dahi akşam eve dönüşleri bir ezber olmuştu. Özel bir gayret beklemeyen bir içerik. Bedeni kısmen yoruyordu tabii, ancak o geveze zihinden de özgürleştiriyordu.

Peki kitaplar? Kelimelerin, kavramların peşi sıra giderken yerleşip kaldığım müzikli evren, insanı derine, daha derine düşüren o sarhoşluk hali… Şüphesiz çakıldığım yerde yabaniliğim üzerimden gitmiş değildi. Öylece dalıp gitmelerim, kendi başımalığım, çantamda yerini korumaya devam eden kitaplar dolaştığım yerlerin göstereni şeylerdi. Bunlar kendimi koyvermeme mani oluyor, öylece tutuyorlardı. Öylece bölünmüş yaşıyordum. Dostoyevski’nin Öteki’si gibi, yer yer yarılmış halde topallıyordum. Üzerime geçirdiğim veya bir şekilde bana giydirilmiş 657 no’lu gömlek sıkıyordu. Ama işte zorunluluk vardı, mecburiyet hali taş gibi duruyordu öyle. Çıkış yolu aradım, firar etmelerim oldu. O yarılmışlık cümle kurdurdu bana, o güne kadar okuru olduğum metinlere benzer şeylerin yazarı oldum. Yetmiyordu ama, gözümü karartacak bir ayartıcı bekliyordum. Çok iyi hatırlıyorum; bir eylül sabahında kendimi Tatar Çölü’nü okurken bulmuştum. İlginçti, Teğmen Drogo da eylülün bir sabahında iyimserlik içinde Bastiani Kalesi’ne doğru yola çıkıyordu. Şaşkındım. Romanın kalbine sokuldukça kendimi görüyor, Drogo’nun etrafını ören ağın içinde hırpalanan, ele geçirilen ben oluyordum. Zaman geçiyordu. Dört ay yıl oluyor, yıl yıllara dönüyor, roman biterken yaşlanan, yakalandığı yerde ölmeye yüz tutan ben oluyordum. Ürkmüştüm, dışarıdan bir el yakamdan tutmuş sarsmıştı. Kalsan diyordu bana, öylece kalsan burada öleceksin! Bu döşek, altına öylece serilmiş bu yatak, içinde kıvrılıp kaldığın bu korunaklı gömlek seni çürütüyor. Dağ ve ovaların sesleri ulaşmıyor buralara. Teni dahi doyurmakta yetersiz kalan bu form ne kalbine ne de zihnine yurttur. Bekleme! Bir şeyin olacağı, Godot’un geleceği yok! Düzen yaşatmaz, öldürür. Müphemlik, belirsizlik de büsbütün tehlike değildir. At kendini dışarı. Tek bir şeyle yetinme, çok şey demek olan hayata aç kendini. Yorul, ter dök, düşsen de ayaklanmaya bak. Çık yola, yol seni alsın götürsün. Kaybolmaktan korkma. Kaybolmaz isen bulunamazsın zaten.

Bunu bekliyordum galiba. Buzzati gibi bir ayartıcıyı… Ne kadar sonra, hatırlamıyorum şimdi. Memurluğum üç yıl sürmüştü. İstifa etmiş, kendimi yayınevlerinin mutfağında bulmuştum. Emzirip büyüten kitapların yancağızında... Cümle kuruyor, kurulmuş cümlelere derinlik katıyor, katkı verdiğim kitapların açtığı yoldan yürüyordum. Bir okurdum sadece. Okurken okunan... Anlamıştım. Bir yer, bir açı, bir şekilde nazar etme hayatın tümüne yetmiyordu. Başka, başka türlü görenlerin ışığı düşüyordu önüme. İnsan sadece bir şey olarak bir ada değildi, varlığın tümünün aktığı şeydi. Çok şeyi içeren bir şey…

Tatar Çölü’nün beslediği bir ayartmayla sokulduğum evren ve tenhalardan çok sonra, tarif ve tanımların her birinden taşıp bütün mümkünlerin kıyısında dolaşırken bu sefer Buzzati’nin öykülerine yakalandım. Epeyce keder ve neşe içeren uzunca bir yolculuğun demini aradığı bir vakitte Baliverna’nın Çöküşü’ne okur oldum. Savaşların koptuğu, büyük anlatı ve iddialar adına hapishaneler inşa eden, insanı ve hayatın hepsini nemli küflü bir hapishanenin darlığına sıkıştıran, en alttaki gerçekliğe mahkûm eden, büyüsüz soluksuz bırakan faşizmlerin yaraladığı yerden gören/yazan Buzzati’nin aklıyla, kalbiyle, ışığıyla kaldım. Bir hikâye değil, çok hikâyeyle… Buzzati şüphesiz Tatar Çölü’nün yazarıdır ama şimdi her birisinde ağırlandığım ve dönüp aldığım yola baktıran, evvele yolculuk yaptıran, bu metni yazdıran öyküler de ona aittir, onu/derdini duyurmaktadırlar.

Demem o ki, Buzzati bu öyküleriyle (de) okuru hapsolduğu yerden, tutsağı olduğu “bir gerçeğin” darlığından çıkarıyor, onu yerin altı ve üstünde de dolaştırıp baktırıyor. Gerçek, kaskatı gerçek, görünen her bir şey, her biri bir yerden kurulmuş anlatı ve görme biçimleri, epey kabul görmüş tarif, tanım ve tasavvurlar, sahiden insanın ve hayatın bütününü içeriyorlar mı? İnsan, hayat ve varoluş kitaplara, ideolojiye, büyük anlatılara sığar mı, taşmazlar mı hepsinden? “Baliverna’nın Çöküşü” öyküsünde dikkat çekilen küçük şey, sıradan bir hareket, nasıl oluyor da bütünü çökertebiliyor veya o küçük parça yapının hepsini ayakta tutabiliyor? Buradan bakınca, başka türlü bir evren ve insan okuması mümkün oluyor, değil mi? Mesela “Tanrı’yı Gören Köpek” öyküsünün gösterdiği, bakın görün dediği şey… Bir ideolojiye, radikal ateizme sıkışmış insanın ikiyüzlülüğü, bir köpeğin gözlerine yakalanmamak için girdiği personalar, aldığı renkler… Buzzati çok haklı. Öykülerinin hepsinde hissettirdiği gibi varlık da, insan da görünenden ve dahi tanımlanandan daha fazlasıdır. Evet, kabul görmüş bir gerçeğimiz var ama bu bize yetmiyor, ondan taşıp duruyoruz. Gerçeğimizin üstüne veya altına yakalanmalarımız daha fazla. Az gerçeğiz ama çokça gerçeküstü ve altıyız. Bütün mümkünlerin kıyısında belirirken, daraltılmış bir dile/gerçeğe kıstırıyoruz kendimizi. Bu yüzden yurdumuzda değiliz, sancılarımız da bu yüzden.