Aziz Bey ve sade yurttaşlar hadisesi:

Ziyan olan hayatlar

Aziz Bey Hadisesi

AYFER TUNÇ

Can Yayınları
2000
88 sayfa

30. baskı

23 Ekim 2025

EFRUZE ESRA ALPTEKİN

Aziz Bey’in sessiz, silik yaşamı, yalnız ve görünmez kalan sade yurttaşların hikâyesini gözler önüne seriyor. Türkiye’de ekonomik ve sosyal eşitsizlikler, dayanışma eksikliği ve tarihsel boşluklar sıradan insanların hayatlarını nasıl ziyan ediyor?

Kurmaca benim için hiçbir zaman bir kaçış aracı olmadı. En sade, en naif duygularla yazılmış bir öykü bile, beni kaçınılmaz biçimde toplumsal bir okuma yapmaya itiyor. Yüzleşmemiz gereken gerçekler yakamdan düşmüyor bir türlü, Ayfer Tunç’un Aziz Bey Hadisesi de bu durumdan nasibini aldı. Aziz Bey’in öyküsü, sade yurttaşların yaşadığı yalnızlık, sevgisizlik ve toplumsal destek eksikliğini bir kez daha gözlerimin önüne serdi.

Aziz Bey dedesinden kalma bir tambur dışında birz şeyi ve belirgin bir meziyeti olmayan, içine kapanmış bir adamdır. Gençliğinde Maryam’a âşık olur ve onun peşinden Beyrut’a gider. Aşkından muradını alamaz; efkârını tamburuyla dökerken bir meyhanede tamburi olur. Bir noktadan sonra, artık orada olup olmamanın fark etmediği bir hale gelince geri döner. Hayatının çoğunu tambur çalarak geçirir; başka belirgin bir özelliği yoktur. Üstelik tambur da onun için bir tutku değil, sadece geçinebilmek için bir kaynaktır. Karısını bile sırf “belirgin” olmadığı için seçer.

Aziz Bey Hadisesi’ni okurken; Aziz, karısı, annesi, babası ve diğer görünmez karakterler bana sade yurttaşların hayatının küçük bir yansıması gibi göründü; hatta belki de iyimser bir yansıması. Verilmeyen, alınamayan ve boşu boşuna geçen yıllarla dolu ömürleri düşündükçe sadece bir acıma değil, büyük bir rahatsızlık hissettim. Ne için yaşıyoruz? Ne için yaşanıyor bu hayat?

Hani türkü der ya: “Bir insan ömrünü neye vermeli / Harcanıp gidiyor ömür dediğin.” Peki, bir insanın ömrünü neye verip vermeyeceği gerçekten sadece kendi elinde midir? Aziz Bey için “tembel, bencil, narsist, kibirli” tanımları yapılır. Peki, çalışkan ve fedakâr insanlar ömürlerini istedikleri şeye verebilir mi? Ya da vermek zorunda mı? Bir hayatın tüm belirlenişi gerçekten tek bir kişinin omzuna yüklenebilir mi?

Ziyan olan ömürler

Sara Ahmed, Oyunbozan Feministin El Kitabı’nda “Hayat müşterek bir projedir” der. En tembellerin de, en çalışkanların da hayatı toplumsal bağlardan bağımsız değildir. Peki, toplumsal bağlar ne âlemde?

Aziz Bey’in, “silik, benden bir şey istemez, başımı ağrıtmaz” diye evlenmeyi seçtiği karısı Vuslat örneği üzerinden düşünelim. O yalnızca göze batmadığı için seçilir ve ardından sevgisiz bir ömürde kalp kırıklığına mahkûm olur. “Boşu boşuna yaşanmış bir ömrün bütün kırgınlığı…” cümlesi Vuslat için kullanılır. Vuslat’ın bu hikâyeden çıkmak için hiçbir uğraşı olmaz ama zaten böyle bir hayali de yoktur. Bu derin bir yoksunluk ve kimsesizliktir. Daha iyisini hak ettiğini düşünse bile isyan edemez; kalbi kırılır ama kendisi için daha fazlasını yapamaz. Kimse de ona, “Gel, seni öldüren konfor alanının dışında başka bir alternatif var” demez. Mahkâm olduğu bu sevgisizlikten daha fazlasını hak ettiğini söyleyen bir kız kardeşi olsaydı mesela, Vuslat’ın ömrü farklı olabilir miydi?

Aziz Bey’in karısına yaşattığı yok sayma şiddeti aslında onun ürettiği değil, miras aldığı ilişki tarzıdır. Babasının annesine yaptığını o karısına yapar. Aslına bakarsak, onun hayatı da aynı kırgınlığı taşır. Görünmeden günü devirme yaşantısı gerçek hayatta kaç kişinin hayat hikâyesi? Ne verdiklerini ne aldıklarını bilmeden, günü kurtarmanın telaşıyla yıllarını tüketen insan sayısını azımsayamayız. Sevgisizlik, yalnızlık ve dayanışma eksikliği hikâyenin bu döngüde sıkışmasına yol açar. Sosyal devletin veya toplumun yaslanacak bir omuz gibi var olması hikâyeye renk katabilir, döngüyü hiç beklenmedik bir anda değiştirebilir ama ortada hiçbir şey yoktur.

Böylece karakterler ne geçmişlerini ne de bugünlerini tam anlamıyla sahiplenebilir. Sadece var olurlar. Ne verirler ne de alırlar. Hayat, sade yurttaşların yaşadığı bu donuk, tatsız tuzsuz kısır döngüye sıkışıp kalır.

Bugün Türkiye’de de tablo çok farklı değil. Yalnızlık, görünmezlik ve çıkışsızlık en çok kadınların hayatına işleniyor. Vuslat’ın hikâyesindeki gibi, pek çok kadın hâlâ “katlanma” ile “susma” arasında sıkışıyor; sevgisiz evliliklerde, düşük ücretli işlerde, yükün büyük kısmını taşıdığı ama söz hakkının olmadığı ilişkilerde görünmez kılınıyor. Bu yaşantı biçimiyle yetinmemeyi ve başka bir ihtimali arıyorum.

Toplumsal bağ eksikliği ve günümüzün Türkiyesi

Günlük yaşamın küçük mücadeleleri: evin toparlanması, ekmeğin eve girmesi, perdelerin aralanması. Günlük yaşamın büyük mücadeleleri: o perdeyi asacak bir sağlığın olması, kirayı ödeyecek bir işin bulunması. Bugün “geçinemiyoruz, beslenemiyoruz, barınamıyoruz” çığlıklarının arasında, Aziz Bey Hadisesi’ndeki silik ömürler bile bana lüks göründü. Çünkü onlar, boşu boşuna da olsa, kendi hikâyelerinin dümenini ellerine alabilmişlerdi; dümeni boşa sallıyorlardı. Bugün bu bile lüks.

Ne olmalı? İnsanları birbirine bağlayan destek mekanizmaları olmalı. Ama öyle muhtaç bırakan, zorbalığa hapseden değil; karşılıklı bağımlılığı kabul eden, ihtimam etiğine yer açan bir yapı. Sosyal ve ekonomik olarak gözeten bir düzen olamaz mı? Elbette olabilir. Peki, biz bunu hayal edebiliyor muyuz?

Kendi öyküsünü sahiplenememiş insan bir hayalete dönüşür. Bu yalnızca bireylerin narsist ya da bencil tercihleriyle açıklanamaz. Judith Butler, insanın dünyaya “yetişkin” olarak değil, “bebek” olarak geldiğini hatırlatır; bu, birilerinin ona bakmadığı takdirde var olamayacağı anlamına gelir. İnsanlar doğdukları andan itibaren karşılıklı bağımlıdır. Yetişkinlikte de bu devam eder: Birbirimize, yapılara, hükümetlere bağımlıyız.

Karşılıklı bağımlılığı kabul etmek, aramızda radikal bir eşitlik talep etmenin ilk koşuludur. Bu aşamayı geçtikten sonra ihtimam etiğiyle birbirimize destek olabiliriz. İhtimam etiği sadece aile içi bakımı kapsamaz; hasta olduğunuzda size çorba gönderecek bir mekanizmadan, yeryüzünde yalnız olduğunuzda yine de yalnız olmadığınızı bildirecek yapılara, kimsesiz bir yaşlı olduğunuzda en iyi şekilde bakılacağınız bir yere kadar uzanan geniş bir pratik kavrayışı içerir.

İhtimam etiğinin bu denli genişleyebilmesi için ise önce fikirsel bir farkındalığa ihtiyaç vardır. Bu farkındalık şu sorular etrafında toplanır: Yurttaşın yaşadığı yalnızlığı, şiddeti neden görmezden geliyoruz; normal kabul ediyoruz? Ve yurttaş için daha iyisini isteyemez miyiz?

Ayfer Tunç

İnsanların yalnızlığının ve toplumsal kopukluğun pek konuşulmayan sebebinin tarihsel ve toplumsal hafıza eksikliği olduğunu düşünüyorum. Bu eksikliğin bilinçli ya da bilinçsiz bırakılması büyük bir yarık açıyor. Her kayıp bir iz bırakır; görünmeyen, yüzleşilemeyen izlerse barışçıl bir atmosferin önünde engel olur. Okuduğumuz öyküde, Beyrut’ta Aziz’in karşısına çıkan ve bir daha İstanbul’u göremeyecek bir Ermeni karakter vardır. Onun hasretini yok sayan bizlerin üzerine de bir “ah” düşmez mi? Belki de elimizden her şeyin alınabileceğine dair öğrenilmiş bir ders, bizi anlamsız bir hayata sürüklüyor. Tarihsel travmaların toplumun ve bireylerin üzerinde yankılandığını, ilişkilerimize sirayet ettiğini düşünüyorum. Çünkü biz bir kaybın yokluğu içinde varız; ve aslında biz de yokuz. Yapısal olarak bir şeyleri iyileştirelim, toplumsal bağları onaralım. Ama evvela gidermemiz gereken bir kopukluk olduğunu da hatırlayalım.

Bugün Türkiye’de sade yurttaşların durumu çok farklı değil. Hatta, “geçinemiyoruz, barınamıyoruz, beslenemiyoruz” çağrılarını duyuyorsak, sade vatandaş sadece yok sayılmıyor; sevgisizlik içinde bir kalp kırıklığı hissetmekle kalmıyor; aynı zamanda sürekli hayatta kalmaya çalışıyor. Yüksek kiralar, düşük ücretler, yetersiz sosyal destek, gençlerin iş bulamaması, sınırlı eğitim olanakları... Tüm bunlar hayatta kalma mücadelesini kısır döngü haline getiriyor. İnsanlar günü kurtarmak için yaşamak zorunda kalıyor; içlerindeki boşluğu dolduramıyor. Sevgiyle, aşkla, dayanışmayla bir şeyler yapmak ise lüks sayılıyor. Tambur metaforu burada önemlidir: Aziz Bey dedesinden kalan tamburla bir şekilde ayakta durabildi. Ama o bile hayatının boşluğunu tamamen kapatamadı. Ya hiç tamburu olmayanlar?

Yaratıcı hakların hayali, dayanışma ve daha iyi bir yaşam

Aziz Bey’in ve benzerlerinin hikâyeleri bir çağrı yapıyor: İnsanları yalnız bırakmamak, toplumsal bağları güçlendirmek, dayanışmayı sağlamak ve eksiklikleri fark etmek zorundayız. İnsanlar daha iyisini, daha fazlasını hak ediyor; günü kurtarmak için yaşamak pek de yaşamak olmuyor.

Bugün Türkiye’deki ekonomik, sosyal ve kültürel eşitsizlikler göz önüne alındığında, daha iyi bir yaşamın mümkün olduğunu hatırlamak, hem geçmişin hem de bugünün boşluklarını doldurmanın ilk adımıdır. Aziz Bey Hadisesi sade yurttaşların görünmezliğini görünür kılarken, bize hayatı ziyan etmeden yaşamanın, bağ kurmanın ve birbirimize bakmanın önemini hatırlatıyor. Bununla beraber, bakım ve gözetim etiğini yalnızca insanların tercihlerine bırakmamalıyız. Yapısal anlamda bu bakış açısını geliştirmeye ihtiyacımız var. Çünkü hayatı sadece etrafımızdaki insanlarla değil, bizi kuşatan büyük yapılarla da ortak olarak yaşıyoruz.

Bu eserde sürekli boğuşulan dertler ya da içinden çıkılmaz mücadeleler yok. Peki, insanlar yaşam mücadelesi verirken mi daha çok yorulur, yoksa kimsenin nasıl olduğunu önemsemediği bir siliklikte mi? Neden bu iki seçenek arasında hapsolalım? Anlam neden burada sıkışıp kalsın? Neden daha iyisini hak etmeyelim? Yaşam neden sadece ölmek, ezilmek ya da hayalet gibi olmak için olsun? Yaşam sevgiyle, iyilikle ve güzellikle de çoğalabilir. Johan Galtung’un “yaratıcı haklar” kavramını, hak ettiğimiz daha iyi şeyler olarak algılıyorum. Evet, şu anda temel haklarla işkenceler arasında bir gerçeklikte yaşıyoruz. Ama hayalimizi “yaratıcı haklar”a koyarsak, hak ettiğimizi belirler ve o yöne doğru evrilmesini sağlayabiliriz. Evrilmeyelim mi?

Sade yurttaşın yaşaması sadece bir “hadise” olmasın; en fazla haberlerde görünmek ya da bir romancının hikâyesine malzeme olmakla da sınırlı kalmasın. Yurttaş olmak, silikleşmek ya da yalnızca edilgen bir varlık gibi yaşamak değildir. Kamusal alanda sesini duyurmak, diğerleri tarafından gözetilmek ve ortak anlatıya katılmakla mümkündür. Toplumsal bağlarımızı, dayanışmamızı ve hafızamızı onarırsak; Galtung’un dediği gibi, “yaratıcı haklar”ı talep edersek –yani hayatı yalnızca sürdürmek için değil, güzelleştirmek ve çoğaltmak için de hak ettiğimizi kabul edersek– başka bir yol mümkün. Aziz Bey’in ve Vuslat’ın hikâyelerinin bana hatırlattığı: Ömür harcanıp gidiyor, fakat yaşam, bağ kurulduğunda, sevildiğinde, dayanıştıkça ve hep birlikte kamusal alanda daha iyisini yaratmaya çalıştıkça çoğalıyor.

 

KİTAPLAR

  • Ayfer Tunç, Aziz Bey Hadisesi, Can Yayınları, İstanbul, 2014
  • Judith Butler, Şiddetsizliğin Gücü, Etik-Politik Bir Düğüm, çev. Başak Ertür, Metis Yayınları, İstanbul, 2021
  • Johna Galtung, İnsan Hakları, Başka Bir Açıdan Bakış, çev. Müge Sözen, Metis Yayınları, İstanbul, 2022